Konferans Hakkında
ADİP “İNANÇ MEKANLARINDA DÖNÜŞTÜRMELER” KONFERANSI
2020 yılında Ayasofya ve Kariye gibi iki tarihi anıtın dönüştürülmesi bize, daha geniş bir dini ve bölgesel çerçevede ibadet mekanlarının dönüştürülmesi konusunda uluslararası bir konferans düzenleme fikrini verdi. Üçlü bir dizi olarak planladığımız konferanslardan ilkinde büyük bir tarihi önem taşıyan, farklı inançların varlığı nedeni ile sayısız fetih ve yeniden-fetih olaylarının ibadet mekanlarının dönüştürülmesine de sebep olduğu Anadolu (Küçük Asya) coğrafyası irdelenecektir. Zerdüşt, Nemrut, Mithra, Anahit inançlarının izlerinin yerine Ezidi, Hıristiyan, Yahudilik ve Müslümanlık inançlarının geçmesi, farklı inanç mekanlarının tarih boyunca farklı inanç grupları tarafından kullanılmasına, dönüştürülmesine ve devamlılığına da neden olmuştur.
Konferansımız, ibadet yerlerinin ve mekanlarının dönüştürülmesini, hukuk, tarih, siyaset, antropoloji, mimari, ayrıca kültürel miras ve kentsel araştırmalar açılarından disiplinler arası yaklaşımlarla tartışılacağı bir platform oluşturmayı amaçlamaktadır. Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini kapsayan uzun bir dönem boyunca incelenecek olan kutsal yerler ve ibadet mekanları arasında, tekkeler, mevlevihaneler, cemevleri, zaviyeler, bir Ezidi mezarlığı, Rum Ortodoks, Süryani, Ermeni ve Latin Katolik gibi çeşitli cemaatlere ait kiliseler bulunmaktadır.
Sunum temaları;
- Tek ve çoklu dönüştürme ve yeniden-dönüştürme olarak, dini yerlerin ve ibadet mekanlarının dini, seküler ve farklı dini mekanlara dönüştürülmesi
- Dini yerlerin ve ibadet mekanlarının temellük edilmesi, imha edilmesi, hasar verilmesi ve terk edilmesi.
- Dini yerlerin ve ibadet mekanlarının hukuki statüsü ve geçerliliklerinin/geçersizliklerinin tanınması.
- Bu mekanların korunması için ulusal mevzuat ile uluslararası anlaşmalar karşıtlığı çerçevesinde hukuki itirazlar, kısıtlamalar ve yasaklamalar.
- Mekânsal ve kentsel bağlamda dönüştürmeler.
- Kimlik, yorum, ulusal hafıza ve işlev değiştirme çerçevesinde dönüşümler.
Konferans dizimizin ileri aşamalarda Balkanlar ve ardından Akdeniz ve Orta Doğu’daki dönüştürmeleri de irdelemeyi amaçlıyoruz.
“Anadolu’da İnanç Mekanlarında Dönüştürmeler”
Konferans Organizasyon Komitesi
Doğan Bermek
İştar Gözaydın
Yuri Stoyanov
Vanessa R. de Obaldía
“İNANÇ MEKANLARINDA DÖNÜŞTÜRMELER” KOSEPT METNİ
Zerdüşt, Nimrodiyen, Mitra ve Anahita inançlarının izleri ve hatta daha eski ibadethaneleri, bu tür mekânların tarih boyunca farklı inanç grupları tarafından kullanıldığını kanıtlamaktadır. Göbeklitepe’deki son kazılar inançların ve ibadethanelerin Anadolu’da en az 12.000 yıllık ortak bir geçmişe sahip olduğunu ortaya koymuştur. Sümerlerin Anadolu’daki yerleşimleri M.Ö. 3000 yıl öncesine dayanmakta olup onları Hititler, Asurlar, Friglere ilaveten Truva, Urartu, Likya, Helen gibi birçok şehir devleti izlemiştir.
Anadolu’da özellikle Büyük İskender’in işgali ve Helenistik dönemden sonra, ayrıca Roma ve Bizans İmparatorluklarının yükselişinin ardından siyasi faaliyetler ve dönüşümler artış göstermiştir. Roma döneminde (4-7. yüzyıllar arası) Anadolu, Konstantinopolis’ten (İstanbul) atanan yöneticilere bağlı 24 piskoposluktan oluşan bir düzen ile yönetilmişti. 11. yüzyıla kadar devam eden geç Bizans dönemi boyunca Anadolu’da Hıristiyan inancı teoride egemen olmasına rağmen, pratikteki yerel farklılıklar ve genel inanışa ters düşen (sapkın) mezhepler ve inanç grupları devlete karşı tehdit oluşturmaya devam etmiş, zaman zaman önemli tedip hareketlerine yol açmıştı.
Daha da ötesi, din ve mezhep değiştirmeyi zorlayan ve büyük yıkımlara yol açan Haçlılar dönemi ve İkono klastik dönem de ibadethaneler üzerinde önemli izler bırakmıştır. Bizans İmparatorluğu, 7. yüzyıldan itibaren Sasani ve Müslüman güçlerle de karşı karşıya gelmeye başlamış; 11. ve 12. yüzyıl sonlarından itibaren bir yandan Katolik Haçlıların işgal dalgaları, diğer yandan Müslüman Selçuklular ve ardından da Osmanlıların fetihleri ile sürekli olarak yıpranmıştır.
7. yüzyıldan itibaren Müslüman güçlerin fetihleri sonunda kilise, manastır ve sinagogların cami, mescit ve zaviyelere dönüştürülmesi, Haçlıların zorlamaları ile kiliselerin farklı mezheplerce kullanılmak üzere dönüştürülmesi çokça karşılaşılan uygulamalar olmuştur. Selçuklu ve ardından Osmanlı döneminde de benzer uygulamalar devam etmiş, İstanbul’da bulunan anıtsal Bizans katedrali Ayasofya da dâhil olmak üzere pek çok ibadethane dönüştürülmüştür.
Yaklaşık olarak aynı dönemde, İspanya ve Portekiz’in yeniden Hıristiyanların eline geçmesi sürecinde de birçok inanç merkezi, Hristiyan ibadethanelerine dönüştürülmüştür. 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başlamasıyla birlikte Balkan ülkelerindeki bazı cami ve çeşitli İslami mekânlar kiliseye dönüştürülmüş, bazıları da farklı inançlar tarafından ortak olarak kullanılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Rum Ortodoks, Yahudi ve Ermeni cemaatleri olmak üzere bazı Azınlıkların ibadethanelerinin statüsü vatandaşlık hakları ile uyumlu hale getirilmiş, ancak İslami inanç gruplarından Aleviler, Mevleviler ile Süryaniler ve Ezidiler gibi bazı inanç grupları bu haklardan yoksun bırakılmıştır.
Lozan Antlaşması ve diğer bazı uluslararası antlaşmalara rağmen, günümüz Türkiye’sinde Azınlıkların sorunlarıyla ilgili olarak hâlâ kapsamlı bir yasal çerçeve mevcut değildir. Hâl böyle olunca da bazıları için inanç özerkliği tanınsa da tüzel kişiliği tanınmayan inanç toplulukları faaliyetlerine dernek veya vakıflar gibi sivil toplum kuruluşları yapısı altında devam etmekte, bunların dini, sosyal ve hayır kurumları kurma haklarına ilişkin tartışmalar ise süregelmektedir.
Örneğin, Türkiye’de kilise kurmanın veya bir inanç adına, mülk edinmenin yasal bir yolu yoktur. Yahudi inancının kutsal kenti, Hıristiyanlığın doğum yeri ve İslam dininin üçüncü en kutsal şehri olan Kudüs, günümüzde kutsal mekânlar konusundaki tartışmaların merkezinde kalmış bir şehir olmaya devam etmektedir. Bu çelişkiler her üç semavi dine ait ibadethane ve dini mekânların kapatılmasına, kamulaştırılmasına, dönüştürülmesine, zarar görmesine ve gayrimeşru müdahalelere, saldırılara uğramasına neden olmaktadır.
Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerinde hüküm sürdüğü topraklar tarih boyunca sürekli olarak farklı inanç gruplarının egemenliği altında kalmış, bu trafiğin doğal bir sonucu olarak dini mekânlarla ilgili çeşitli tartışmalar yaşanmıştır. Günümüzde Ayasofya, 1453’te Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u fethetmesinden beri kutsal mekânlar üzerindeki en önemli rekabet sembollerinden birini temsil etmektedir.
Ayasofya Haçlı işgallerinde yaşanan dönüşüm ve geri dönüşümlerden sonra, Ortodoks Hıristiyanlara ait bir ibadethaneden önce Müslümanlara hizmet veren bir ibadethaneye ve ardından Cumhuriyet döneminde tarafsız bir müzeye dönüştürülmüştür. Günümüzde sadece Müslümanların ibadethanesi olmakla kalmayıp aynı zamanda Kariye Cami gibi turist ve tarihçilerin ziyaretine açık olmayı vaat eden bir camiye dönüştürülmüştür.
Benzer biçimlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun yedi yüzyılı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin neredeyse yüz yılı boyunca, birçok gayrimüslim ve Müslüman dini mekân ve ibadethane üzerinde sayısız çekişme olmuş, olmaya devam etmektedir. Ancak bu dönüştürme veya çekişmelere rağmen bazı mekân ve alanların farklı inanç grupları tarafından ortak kullanımı da hala süregelen bir alışkanlık olarak yaşamaktadır
Yezidilik inancında Nisan ayının 13’ünden sonra ilk Çarşambasına denk gelen gün, yeni yılın başlangıcı “Sere Sale (Çarşema Sor-Kırmızı Çarşamba)” olarak kabul edilir. Akdoğan Özkan’ın “Kardeş Bayramlar ve özel günler”* adlı eserinden Ezidilerin inançlarına ve diğer bayramlarına dair bilgiler aktarıyoruz.
![](https://akillisehirler-mobilite.com/wp-content/uploads/2021/08/212656271567-2222.png)
![](http://adipanadolu.org/Content/Upload/Data/images/212656271567-2222.png)
(Fotoğraf: Batman-Beşiri’nin Hamduna köyünde bir yatırı ziyaret eden Ezidi köylüler. Fatih Pınar, 2000)
12. yüzyılın ortalarında Zerdüştlüğün bir tür devamı olarak ortaya çıktığı düşünülen Ezidilik inancında yeni yılın başlangıcıdır. Türkiye’nin güneydoğusunda da yaşayan Ezidi cemaati yeni yılın başlangıcını, Tanrı’nın yeryüzündeki tek elçisi olarak gördükleri Melek Tavus’a adadıkları bir bayram olarak Serê Salê (sar-i sal, serisal-ida, sersale) adıyla kutlar. Eski takvime göre nisan ayının ilk çarşambasına denk gelen gün, yeni yılın ilk günü olarak “Çarşema Sor” (Kırmızı Çarşamba) adıyla da anılır.
Ezidilerin bu yeni yıl bayramı, Eski Babil’den Süryanilere miras kalan Akitu bayramı ya da Sabiilerin yeni yıl bayramı gibi bir tür bereket bayramı karakterini taşır. Fakat bir yandan da geçmişte gece ile gündüzün birbirine eşit olduğu zamanlarda kutlanan Nevruz türevi bir bayram olarak da görülebilir. Çarsema Sor’un içinde bulunduğu Nisan ayı “yılın gelini” olarak kabul edilir ve bu ayda düğün yapılmaz. Ezidi inancına göre Çarşema Sor’da çalışılmaz, dost ve akraba ziyaretleri yapılır. Yumurta boyama âdeti Ezidilerde de vardır. Bu adetin yaradılış ile bağlantılı olduğu düşünülür. Bu yüzden yumurtalar yaşamın rengi olarak görülen ve kutsal kabul edilen kırmızı renge boyanır. Boyanan yumurtalar tokuşturulur. Aile kabirleri de Çarşema Sor’da ziyaret edilir. Evler kırmızı düğün çiçekleriyle süslenir.
Ezidiler Farsça yeni yıl anlamına gelen Serê Salê’de evlerini çiçeklerle bezer, aile mezarlarını ziyaret ederler. Ruhun ölümden sonra başka gövdelere geçerek varlığını sürdürdüğüne inanan Ezidiler mezar taşlarının üzerine yolu oradan geçenlerin yemesi için, kuru üzüm, kuru incir, yumurta ve çeşitli çöreklerin bulunduğu tepsiler koyarlar. Mezar başına yiyeceğin yanı sıra ölen kişinin hayattayken en sevdiği eşyaların konulması Ezidilerin ruhun bedenden çıktıktan sonra dirilerek başka bir bedene göçeceğine inanmalarından kaynaklanır.
Ezidiler Müslüman ve Hıristiyan komşularıyla birlikte Xidir Elyas (Hıdrellez) ve Aziz Sergius (Aziz Sarkis) gibi bayram ve yortuların da kutlamasına katılırlar. Roger Lescota göre, Ezidiler Müslümanların kutladıkları Ramazan Bayramı’ndan iki gün önce “ida Remezan” yine “Kurban Bayramı”ndan iki gün önce de “Ida Heciye”yi (Hacılar Bayramı) kutlarlar.
Ezidiler burada andıklarımız dışında, şu bayramları da kutlarlar:
– Çilexan Bayramı: Yılda iki kez Çilexan Bayramı vardır. Birinci Çilê Havinê (Yaz), diğeri ise Çilê Zivistanê’dir (Kış).
– Batizmi Bayramı Şeşims’e (Güneş Tanrısına) adanan bir bayramdır. Günlerin yeniden uzamaya başlaması adına yapılan güneşi karşılama törenleri de diyebiliriz.
– Xidir Elyas (Hıdrellez) bayramı her yıl 18 Şubat’ta kutlanır. İda Roja’da olduğu gibi kutlama öncesindeki üç gün oruç tutulur. Ezidiler şarapla oruç açarken bir parça ekmeği de tuza batırırlar.
Aralık ayı Ezidiler için belki de en kutsal olan aydır. Ezidiler için haftanın en kutsal günü ise cumadır. Hemen hemen bütün bayramlar cuma gününe denk gelir. Aralık ayında kutladıkları İda Roja bayramı öncesindeki iki hafta içinde, yine salı ve perşembe boyunca üçer gün oruç tutulur. İlk hafta orucun ardından gelen cuma günü İda Şeşims Bayramı, ikinci hafta orucun ardından gelen cuma günü ise İda Xwedana Bayramıdır.
ADİP Uluslararası Buluşmalarda Yerini Aldı
The Faith&Belief Forum tarafından düzenlenen 3 aşamalı “Freedom of Religion or Belief (FoRB) in Practice” (Uygulamada Din ve İnanç Özgürlüğü) etkinliğinin ikinci ayağı olan “Promoting FoRB for all at the local level” (Yerel düzeyde herkes için din ve inanç özgürlüğünü desteklemek) adlı çevrim içi etkinlikte sivil toplum kuruluşları, din ve inanç grupları, politika uzmanları, diplomatlar ve akademisyenler bir araya gelerek farklı bölgelerden vaka çalışmalarının sunumlarını dinledi, etkileşimli tartışmalara katıldı, din ve inanç özgürlüğü konusunda uygulama yöntemlerini ve tavsiyelerini paylaştı.
Katıldığımız bir diğer etkinlik dizisi International Religious Freedom (IRF) Roundtable tarafından düzenlendi. IRF Roundtable, uluslararası dini özgürlük konularını tartışmak için düzenli olarak toplanan sivil toplum kuruluşlarından oluşan gayri resmi bir grup. Toplantılarında katılımcılar ile uluslararası din ve inanç özgürlüğü sorunlarını tartışmak, bir destek ağı oluşturmak ve sorunlara politik çözümler bulmak amaçlanıyor. IRF Roundtable, Amerika Birleşik Devletleri’nin din ve inanç özgürlüğüyle ilgili birimlerine politika önerilerinde bulunduğu gibi, dünya genelinde farklı hükümetlere de çağrılarda bulunuyor. Kurum, çeşitli din ve inançlardan grupların taleplerini dinliyor, ilgili yetkililere toplu olarak yazılan mektuplarla çağrıda bulunuyor. 6 Nisan’daki haftalık toplantıda, ADİP olarak düzenlediğimiz uluslararası konferansımızı yaklaşık 50 ülkeden 118 katılımcıya duyurduk.
Haftalık yuvarlak masa toplantılarının yanı sıra, IRF Roundtable alt komisyonlar seviyesinde de etkinlikler düzenliyor. ADİP, bu bağlamda IRF Roundtable Orta Doğu Çalışma Grubu’nun da katılımcısı, ayrıca İran ve Fransa yetkililerine yazılan mektupların imzacıları arasında bulunuyor.
Doç. Dr. Birgül Açıkyıldız, Paul Valeri Üniversitesi, Montpellier III
Yezidiler: İmha, Yeniden İnşa ve Kimlik
Doç. Dr. Birgül Açıkyıldız, Paul Valeri Üniversitesi, Montpellier III
Ezidiler tarihleri boyunca soykırımlara, katliamlara ve sürgünlere maruz kalmışlardır. 20’inci yüzyılın başında, yurtları beş ülkenin sınırları dahilinde kalmıştır, Türkiye, Irak, İran ve Ermenistan. Dolayısıyla, her ülkenin kendi azınlıkları için belirlediği çerçevede yaşamaya devam etmişlerdir. Ezidiler Türkiye Cumhuriyeti döneminde ülkenin azınlıklara karşı sert tavrı nedeniyle etnik ve dini kimliklerinden ötürü baskıya maruz kalmışlardır. 1960’lardan itibaren nüfusu zaten çok azalmış olan Ezidi cemaati, siyasi ve dini baskının ve ekonomik zorlukların zorlamasıyla Avrupa ülkelerine, özellikle Almanya’ya göç etmiştir. Bugün Türkiye’de çok az sayıda Ezidi köyü ve Ezidi kalmıştır. Ezidiler yeni komşularıyla birlikte yaşamaktadır. 1990’larda bazı köyler zorla boşaltılmış ve yerinden edilen nüfus büyük şehirlere taşınmış, bazıları da Almanya’daki akrabalarının yanına gitmişlerdir.
Osmanlılar tarafından ele geçirildikten sonra, 1809 ile 1907 arasında Kuzey Irak Lalish’de Ezidilerin başlıca hac merkezi olan Şeyh Adi İbadethanesi medreseye çevrilmiştir. Bu istisna dışında, Ezidi kutsal mekanlarının yeni gelenlerin ihtiyaçlarına göre dönüştürülmesi az görülmüştür. Aksine Ezidi kutsal mekanları imha hedefi olmuştur.
Bu makalede Ezidi kutsal mekanlarının dönüştürülmesini veya tahribini ele almak yerine, Yezidilerin artık içinde yaşayamadıkları anavatanlarında varolmaya nasıl reaksiyon gösterdiklerini tartışacağım. Nusaybin-Türkiye Güneli köyünde (Geliye Sora) yer alan, Almanya’daki Ezidilerin ölmüşlerini gömmeye devam ettikleri Hasan Bey Kabristanı (Goristana Hesen Bege) üzerinde duracağım. Ezidiler hâlâ anavatanlarına dönemiyorlar, ama vefat edenleri gömerek ve anma törenlerini orada gerçekleştirerek vatanlarındaki varlıklarını ilan ediyorlar. Böylece ataları, geçmişleri ve gelecekleri üzerinde hak iddia ediyorlar. Bu makale mezarlık ile Ezidi kimliği arasındaki ilişki incelemeyi amaçlamaktadır. Ezidi kimliğinin kendisini anıtsal cenaze mimarisinde nasıl yeniden inşa ettiğini ve dönüştürdüğünü sorgulayacaktır. Bu mezar taşlarının tasarımı ve sembolleri analiz edilecek, vatandan sürgün edilmenin ölüm pratikleri üzerindeki etkileri tartışılacaktır.
Dr. Cemal Salman, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
İnşa, Mücadele, Müdahale: Alevi Toplumsal Mekânının Dönüşüm Dinamikleri
Toplumsal olanın mekân-yer, hafıza ve kimlik ile iç içe üretildiği ve aynı zamanda bütün bunların inşasında belirleyici olduğuna dair hatırı sayılır bir literatür birikmiştir (Halbwachs. 2017; Nora, 1989; Connerton, 2014; Lefebvre, 2014; Massey, 1994). Alevi toplumsal mekânları da hem kırsal düzende hem kentleşme sürecinde Alevi kimliğinin oluşum ve ifadesinin kritik unsurudur. Kırsal düzende Alevi mekân anlayışı ve pratiği; felsefi, gündelik ve toplumsal mekânın, Lefebvre’in üçlemesiyle kavramlaştırırsak algılanan, tasarlanan ve yaşanan mekânların diyalektik olarak iç içe geçtiği bir görünüm arz eder (Salman, 2019).
Bu örgü içinde inanç-ibadet mekânları, gündelik mekânın dönüştürülmesiyle yaratılan yerlerdir. Tekil bir ziyaret yerinden geniş ocak ağına kadar, Alevi kırsal düzeninde mekânın çeşitli heterotopyalar (Foucault, 2005) biçiminde örgütlendiğini söyleyebiliriz. Bu dönüştürme pratiği, kente göçün ilk evresinde de imdada yetişmiştir. Kırsal düzende zorlayıcı şartlar gereği müstakil bir ibadet mekânı olarak kurumlaşmamış cem yerlerinin, kentsel alanda hem ibadet yeri hem temel toplumsal-kültürel ihtiyaçların karşılandığı mekânlar olarak kendini göstermesi, bu dönüşümün göstergelerinden biridir.
Cemevleri; Alevi kimliğinin yeniden inşasında mekân odaklı bir mücadelenin sembolü olarak yükselirken, siyasal-bürokratik iktidarların ve diğer baskılayıcı aktörlerin inanç ve kültüre müdahale araçlarından birine de dönüşmüştür. Aleviler bu süreçte, bir yandan ocak ağ düzeninin çözülmesi, ziyaret mekânlarının ve kültürünün değişmesi, inanç-ibadet mekânlarının fikri-fiziki inşası gibi kentleşmeyle ortaya çıkan yeni sorun alanlarıyla yüzleşmişlerdir. Hepsi sosyo mekânsal bir özellik arz eden bu sorunları, topluluğun iç dinamiklerine dayalı dönüşümler olarak ifade edebiliriz.
Öte yandan geçmişten gelen pratiğin çeşitli biçim ve düzeylerde yansıması olarak, Alevi inanç ve toplumsal mekânlarına kâh resmi iktidar odakları ve uzantılarının kâh sivil aktörlerin müdahalesi günümüzde de devam etmektedir. Alevi ibadet mekânını tanımlama, Alevi kutsal mekânlarını tanımama, Alevi yerleşimlerine yönelik sözlü ve fiziki taciz bu müdahalenin kimi görünümleridir. Bunları da dönüşüme zorlayan dışsal dinamikler olarak ifade edebiliriz. Bugün Aleviler, bu iki yönlü dönüşüm baskısı karşısında, inanç ve kültürlerini yaşatma, Alevi kimliğini mevcut şartlarda yeniden inşa sürecinin içinden geçmektedirler.
Dr. Ali Çağlar DENİZ – ADO
Pagan Dönemden İslami Devre 3000 yıllık bir kült alanı: Tanrı Jüpiter Dolichenus’un Kabesinden Dülük Baba Yatırı
Eski Yunancadaki adıyla Doliche kenti, Jüpiter Dolichenus adlı tanrının Kabesidir. Jupiter Dolichenus´tan önce bu bölgede hava ve şimşek tanrısı Teshup Hadad tapınım görmekteydi. Bu iki tanri arasindaki yakınlık sadece coğrafyayla sınırlı kalmayıp tasvir biçimlerinde de büyük benzerlikler tesbit edilebilmektedir. Tıpkı Teshup gibi Jupiter Dolichenus da roma imparatorluk dönemi boyunca batı eyaletleri dahil, elinde çift balta ve şimşek demetiyle tasvir edilmektedir. Her iki tanrı için de boğa önemli bir rol oynamaktadır. Dolichenus, MS 1. yüzyıldan 3. asra kadar bütün Roma İmparatorluğu´nda bir başka doğu kökenli tanrı Mitra gibi tapınım görmüştür.
M.S. 253 yılında Pers kralı I. Şapur´un Doliche´yi tahrip etmesinden sonra kentin ve kutsal alanın gelişmesi duraklamaya uğramışsa da, MS 5. yy.da Doliche bir piskoposluk merkezi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kent nekropolünün batısında iki tane M.S. 8. ve 10. yy.a ait Suriye tipinde kaya kilisesi yer almaktadır. MS: 11.-12. Yüzyılda Ayıntap şehrinin sınırlarına dahil edilmesi kentin önemini azaltmıştır.
1997-1998 yıllarında yapılan kazılarda Dülük kentinin bulunduğu Keber Tepe´nin yamacında iki Mithreum’un (Mitra kültüne ait rituallerin gerçekleştiği, mağara içindeki kutsal alan) bulunması, Jüpiter Dolichenus’un anayurdu olarak bilinen bu kentin dinler tarihi açısından önemini daha da artırmıştır. Bu mağaraların Kommagene bölgesindeki ilk Mithreum’lar olması yanında, Roma İmparatorluğunun en büyük kutsal alanlarından oldukları da tespit edilmiştir.
Birinci kült mağarasındaki kabartmada Mitra´nın başı parçalanıp yerinde bir haç sembolü kazılmış olması kült alanının Hıristiyanlar tarafından tahrip edildiğini göstermektedir. M.Ö. 1000 yıldan, Hristiyanlık etkilerinin yoğunlaşmaya basladığı geç antik döneme kadar uzanan bir kutsal alan var olduğu ortaya çıkmaktadır. Dülük Baba yatırının kısa bir zaman öncesine kadar yöre insanları tarafından sıklıkla ziyaret edildiği göz önüne alınırsa, bölgenin kutsallığının antik çağlardan günümüze dek uzanan uzun bir tarihçeye sahip olduğu açıklık kazanmaktadır.
Dr Öğr Üyesi Erhan Kurtarır, Yıldız Teknik Üniversitesi
Değişen Kentlerin Dönüşen Kimlik Mekanları Olarak Kutsal Yerler ve İbadethaneler
Kent planlama ve coğrafya yazınındaki güçlü̈ bir akım, kimlik mekânları sorunsalını planlamanın kapsayıcılığı bağlamında tartışmaktadır. Artan göç, iltica vb. nüfus hareketliliklerinin yanı sıra farklı kültürel kimliklerin kent mekânında görünür olma talepleri arttıkça “kimlik yerleri” planlamanın önemli bir meselesi haline gelmektedir (Healey, 1997; Sandercock, 2000; Germain ve Gagnon, 2003; Gale, 2005).
Kimlik mekanları toplulukların kendilerini ait hissettikleri değerlerin yaşatılabilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için toplum açısından son derece önemli ve kırılgan alanlardır. Kentsel ve hatta mekansal değerlerin sürdürülebilmesi kimliğin sürdürülmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. Çünkü mekansallaşmak hem aidiyet için hem de kimlik için gerekli bir ön koşul niteliğindedir. Öte yandan hem toplumlar hem kimlikler hem kültürler hem de bireyler değişir ve gelişirken mekanlar da değişim ve dönüşüm geçirmesi kaçınılmazdır.
Önemli olan nokta bu değişim ve dönüşüm sürecinin nasıl ortaya çıktığı ve içeriden bir taleple mi yoksa dışarıdan bir baskıyla mı ortaya çıktığının belirlenmesi son derece önemlidir. Kentsel dönüşüm süreçleri de çeşitli zorunluluklar ve talepler sebebiyle ortaya çıkan ama piyasa baskısıyla daha da artarak zorla dönüştürmeye kadar gidebilen bir yelpazeyi içinde barındıran değişim süreçleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu çalışma kapsamında da kentsel birer ortak kullanım alanları olan ve aynı zamanda inanç kimliğinin taşıyıcıları olan kutsal mekanların ve ibadethanelerin varlığını sürdürme, değişme dönüşüme direnme ya da değişime ayak uydurma süreçleri mekânsal planlama perspektifi ile değerlendirilecektir. Bu değerlendirmede kentsel kutsal mekanların çeşitli dönüşüm örnekleri üzerinden karşılaştırılması yapılacaktır.
Özellikle mekanın anlamı açısından kutsal alanların neler sunduğu ve değişim dönüşüm süreçlerinin kapsayıcı planlama süreçleriyle yönetilebilmesi için gerekli olan göstergelerin ve mekânsal stratejilerin neler olabileceği tartışmaya açılacaktır. Kültürel kimlik mekânları, dini veya kutsal mekânlar, ibadet yeri gibi kentsel donatı alanları standartlarının kapsayıcı mekânsal planlama açısından yeniden düşünülmesi gereken esaslar tartışılacaktır. Bu amaçla yazar tarafından İstanbul’da yürütülmüş olan saha çalışmaları bulguları arasındaki azınlık kimlik mekanlarının varlığını koruma/sürdürme mücadelesi ile Alevi ibadethanelerinin kuruluş ve tanınma mücadelelerinden örnekleri paylaşılacaktır.
Mehmet Fatih GÜDEN, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Van’daki Ermeni kültür mirasının sessizliği
Mehmet Fatih GÜDEN, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Van bir zamanlar, Türkiye’de yaşayan Ermenilerin resmi olmayan başkentiydi. Ancak, uzun ve somutlaşmış tarih ve mirasının aksine; Ermenilerin kadim varlığını ve bölgedeki kültürel mirasını yansıtan sistematik araştırmalar ve bilgi birikimi bulunmamaktadır.
Bununla birlikte Van gölü Havzasında kök salmış maddi kültür ölüme terk edilmiş ve sessizliğe gömülmüştür. Her ne kadar Türk devleti, barış diyaloğu için bir adım olarak Akdamar Adası’ndaki Kutsal Haç Kilisesi ve manastırını yeniden kurma ve canlandırma girişimlerinde bulunsa da, bu tür girişimler kozmetik olarak yorumlanmış ve bu da yasal olarak görülmeyen çok sayıda kültürel eserin meşru biçimde görünmez hale gelmesine yardımcı olmuştur.
Van ilinde sessizliğe gömülmüş ve yok olmaya mahkûm önemli sayıda kilise ve manastır bulunduğu göz önüne alındığında, bu yorumun haklılık payı vardır. 1915’ten bu yana, Ermeni maddi kültürünün varlığını bütünsel bir bakış açısıyla belirlemek, korumak ve duyurmak için kayda değer bir çaba olmamıştır.
Bölgede bulunan kültürel mirasın mevcut hallerine değinecek olursak, ahır olarak kullanılan veya hazine avcılığı faaliyetlerinden dolayı tahrip olan birçok eser bulunmaktadır. Ayrıca, güvenlik kontrolü altındaki alanlarda keşfedilmemiş birçok eser olduğu bilinmektedir. Sürekli askeri müdahale, ortak kültürel mirası ve ortak toprağı ve bu bağlamda ortak geleceği geri dönülemez biçimde yok etmektedir.
Ermeni-Türk ilişkileri ile ilgili sorunun küresel ölçekte bilinmesine rağmen, konuya dair sosyal çerçeve, soykırım ekseninde ele alınmış olup, maddi kültüre ve onun etrafında yaşayan insanların sosyalliklerine odaklanan önemli bir girişimde bulunulmamıştır. Bu bağlamda, tarihi ve kültürel alanların korunması ve restorasyonunu da kapsayacak şekilde, kültürel mirası birer hafıza alanı olarak gören hafıza çalışmaları yürütmek öncelikli konular arasında yer almalıdır.
Maddi kültürü korumak için bölgede uygulanacak bütünsel bir koruma politikasının makro düzeyde siyasi iradeye bağlı olduğu açıktır. Ancak, yukarıdan böyle bir irade beklemek yerine, aşağıdan atılabilecek birçok adım mevcuttur. Buradan bakıldığında mevcut koşullar altında, bu eserlerin ifade ettikleri değer ve karşılaştıkları riskler hakkında farkındalık yaratmak çok önemlidir.
Sevtap DEMİRTAŞ, EMAV Mevlevi Vakfı
Mevlevi kültürünün En Önemli Yapılarından Biri Olan Mevlevihane’nin Tarihi Değişimleri ve Dönüşümleri
Mevlevilik 13. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Konya’da yaşamış büyük Türk düşünürü, mutasavvıf Hazreti Mevlana Celaleddin Rumi’nin görüşleri ve tasavvufi düşünceleri üzerine, kendisinin vefatının ardından oğlu Sultan Veled tarafından kurulmuş bir sufilik/ inanç yoludur.
Mevlevihaneler, asitane ve zaviye olmak üzere iki farklı yapıya sahiptir. Asitane denilen Mevlevihaneler tam teşekküllü yapılardır ve sayıları da 15 civarındadır. Bunların başında “Asitane-i Aliyye” denen Konya’daki Mevlevihane gelir. Burası, idare merkezi, Hazret-i Mevlana ve bütün Mevlevi Tarikatının postnişini olan Çelebilerin medfun yeridir. Zaviye adı verilen küçük çaptaki mevlevi dergahlarının sayısı ise yüz civarındadır.
Genellikle külliye biçiminde planlan Mevlevihaneler genellikle genişçe bir bahçe içerisine kurulur. Mevlevihaneler, semahane, meydan, türbe, çilehane, hücreler, mutriphane, selamlık, meşkhane, harem dairesi, mutfak, kiler, küçük odalar ve dervişlere ayrılan özel bölümlerden ibarettir. Mevleviliğe adım atmak isteyen bir kişi, bu çileli yolda derviş olabilmek için, 1001 çile dolu gün geçirir. Sonra dedelerin kararı ile derviş olur.
Mevlevihaneler evrensel dostluğu, kardeşliği, ahlakı ve güzel huyu halka aşılamak için büyük gayret gösterirlerdi. Yüzyıllar boyunca musiki ile bilimi bir arada kaynaştıran Mevlevihanelerin Türk kültürüne etkileri büyük olmuştur. Mevlevihanelerin çevresinde toplanan pek çok kişi güzel sanatların pek çok dalında öğrenim görmüş ve bilimsel alanda kendilerinden uzun uzun söz ettirmişlerdir.
Mevlevilik; sosyal hayatın her alanında, özellikle insan ilişkilerinde sevgi, nezaket ve zarafetin yerleşmesinde ayrıcalıklı bir yer olan, Konya merkezli olmak üzere Anadolu, Balkanlar, Kıbrıs, Arabistan Yarımadası ve Kuzey Afrika’da büyük gelişme gösteren bir gönül yoludur. Dünya üzerinde sayıları 170’e ulaşan Mevlevihanelerde Mevlevilik, yukarıda sayılan coğrafyada pek çok devlet adamı, alim ve sanatkarı müntesipleri arasına alan, sayısız ilim ve sanat eserinin vücut bulmasında ilham kaynağı olmuştur.
Mevlevi kültürünün en önemli yapılarından olan mevlevihane ve asithanelerinin tarihi süreçteki değişim ve dönüşümleri üzerine bir sunum gerçekleştirilecektir.
Doç. Dr. A. Yılmaz Soyyer, Süleyman Demirel Üniversitesi
1826’da Nakşibendî Tekkesine Dönüştürülen Bektaşî Tekkeleri (Pîr Evi Örneği)
Doç. Dr. A. Yılmaz Soyyer, Süleyman Demirel Üniversitesi
8 Temmuz 1826 tarihinde Devlet-i Âliye’nin yâni Osmanlı devletinin aldığı bir kararla Bektaşî tarikatının bütün faaliyetleri yasaklanmıştır. Topkapı Sarayı’nda yapılan toplantıda 60 yıldan daha yeni olan Bektaşî tekkelerinin yıkılmasına, 60 yıldan eski olanlarının ise medreseye, câmiye ya da Nakşıbendî tekkesine dönüştürülmesi kararlaştırılmıştır. Merkez Âsitane ya da Pîr Evi denilen, içerisinde Hacı Bektaş Velî’nin kabrinin de bulunduğu dergâh devlet tarafından Nakşıbendî tekkesine dönüştürülmüş ve bu tekkeye Nakşî âyini yaptırması için bir Nakşıbendî şeyhi tayin edilmiştir. II. Mahmud saltanatta iken, Bektaşî mürşid ve dervişleri ya sürgüne gönderilmiş ya da Nakşibendî âyini yapmaya zorlanmışlardır. II. Mahmud’un ölümünden sonra bu Nakşıbendîleştirme uygulamaları tam anlamıyla gerçekleştirilememiştir. Padişah’ın üçüncü ve dördüncü hanımları Bektaşî muhibbidir ve her ikisinin oğulları da sırayla pâdişah olmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’ndeki güç odaklarından biri olan Bâb-ı Meşihat yâni din adamları kurulu bu duruma şiddetle karşı çıkmıştır. Din adamları, Nakşibendîler ve bürokrasideki Bektaşîlerin desteğiyle Bektaşîler arasında mücadele başlamış, bu mücadele bütün tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihine kadar devam etmiştir. Merkez tekke bu tarihte müzeye çevrilmiştir.
Doç. Dr. Zeynep Aktüre, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
DÖNÜŞÜM İŞLEVSEL Mİ İDEOLOJİK Mİ? İSTANBUL’DA 1453 DÖNEMİNDE YENİDEN İŞLEVLENDİRİLEN DİNİ YAPILARIN MEKÂNSAL DAĞILIMI ÜZERİNE GÖZLEMLER
Doç. Dr. Zeynep Aktüre, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Geçtiğimiz yıl İstanbul Ayasofya Müzesi’nin cami olarak yeniden açılmasından sonra Kariye Müzesi’nde de aynı yönde çalışmaların başlaması ile kentin Osmanlı yönetimine geçmesinin ardından hangi dini yapılarda benzer işlev değişiklikleri gerçekleştiği popüler ve bilimsel gündem oldu.
Yasal açıdan benzer dayanakları olmakla birlikte iki yapı arasındaki konum, ölçek, simgesel anlam, mekânsal kurgu, mimari süsleme, korunmuşluk durumu gibi farklılıklar nedeniyle güncel yeniden işlevlendirilme süreçlerinde gözlenen farklılaşma, araştırmacılar için farklı dönem ve yapılardaki dönüşümlere ilişkin de ipuçları sundu.
Bu vesileyle Stephanos Yerasimos (2011), Semavi Eyice (2012) gibi konunun uzmanı araştırmacıların II. Mehmet döneminde kentte mevcut dini yapıların pek azının camiye dönüştürüldüğü, ancak (1856 Islahat Fermanı kilise onarımları ve inşaatlarının önünü açtıktan sonra 1453 döneminde gayrimüslim cemaatlerin kullanımına tahsis edilen Doğu Roma kiliselerinin çoğu genişletilerek yenilendiği için) camiye çevrilen örneklerin mimari miras olarak korunmuşluk durumunun daha iyi olduğu, ayrıca aynı dönemde yeniden işlevlendirmelerin medrese, arslanhane, cebhane, baruthane, tersane ambarı gibi çok çeşitli kullanımlar içerdiği gibi saptamaları da hatırlandı.
Önerilen bildiride, İstanbul’daki dini yapıların 1453 döneminde geçirdikleri dönüşümlerde gözlenen bu çeşitliliğin kent içindeki mekânsal dağılımı mevcut yayınlar üzerinden araştırılarak, Paul Magdalino’nun (2018) yeniden işlevlendirmelerin “işlevsel”, “kutsallıktan arındırma” ve “ideolojik” nedenlerle yapıldığı gözleminden hareketle, bağlamsal bir yaklaşımla yorumlanmaya çalışılacaktır.
Konunun uzmanları 1453 döneminde ayakta olan dini yapıların ve hangilerinin ne şekilde işlevlendirildiğinin tam listesinin, ayrıca adı ve işlevi bilinen bazı yapıların konumu, konumu bilinen bazı yapıların ise ne şekilde işlevlendirildiği üzerinde uzlaşı bulunmadığını ifade etmektedirler.
Çalışmanın amacı işlev değişikliklerinin bağlamsal olarak anlamlandırılmasının verimliliğini tartışmak olduğundan, bu kısıta rağmen, arslanhane ve baruthane dönüşümlerinin Topkapı Sarayı ile mekânsal ve işlevsel ilişkisi, 1453 sonrasında Ermeni nüfusun yerleştirildiği bölgeler içinde kalan Doğu Roma kiliselerinin bu cemaatlere tahsisi sırasında Rum Ortodoks cemaatlerce yapılan itirazlar ve bu örneklerde (üst ölçekten bakıldığında gözlenen kilise işlevindeki sürekliliğin altında iki kilisenin pratikleri arasındaki farklara işaret eden) işlevsiz kalan ayazma türü mekân bileşenleri gibi unsurlardan hareketle, dini yapıların yeniden işlevlendirilmesi tartışmalarına katkıda bulunacak bazı gözlemler yapılabilecektir.
Prof. Vlada STANKOVIĆ, Belgrad Üniversitesi
Kayıptan sonra Bizans’ın Doğusu: Anadolu/Küçük Asya, Hıristiyanlık, Ortaçağın Sonlarında (12-15’inci yüzyıllar) Bizans Düşüncesinde Reconquista fikri.
Anadolu/Küçük Asya, yedi yüzyıldan fazla bir süre Doğu Roma İmparatorluğunun merkezini, İmparatorluğun en zengin, nüfusunun en çok olduğu bölgeyi, aynı derecede önemli olarak, Bizans Hıristiyanlığının gerçek doğum yerini temsil etmiştir.
On birinci yüzyılın sonlarında hemen hemen tüm Küçük Asya’nın Selçukluların eline geçmesinin şoku, birkaç nesil boyunca hem Bizans dünyasının gerçeklerini ve Bizanslıların kendilerini algılama biçimini dramatik bir biçimde değiştirdi, kimliğe, kadere, Hıristiyanlığın göbeği başkent Konstantinopolis’in kendisini değişen dünyanın ön saflarında bulduğu bu yeni dünyada Hıristiyan Romalıların pozisyonunu ve rolüne ilişkin sayısız soruyu ortaya çıkardı.
Bizanslılar Küçük Asya’nın denize yakın bölgelerini on birinci yüzyılın son yıllarında tekrar ele geçirmeyi ve 1204 ve 1261 arasında kuzeybatı ve batı Anadolu’da fonksiyonel bir devlet yönetimi oluşturmayı başarmışlardı ama, Bizans’ın doğusu bir daha asla İmparatorluğun ve Bizans Hıristiyanlığının ayrılmaz bir parçası olmayacaktı, on dördüncü yüzyılın ortalarında Bizanslılar için pratikte tamamen kaybedilmiş olacaktı.
Speros Vryonis Jr’in 1971 tarihli Küçük Asya’da ortaçağ Helenizminin güç kaybetmesi konulu etkileyici çalışmasından sonra Geç Ortaçağ’da Bizans’ın Küçük Asya’ya bakış açısına çok az akademik ilgi gösterilmiştir, ve örneğin Anadolu/Küçük Asya, J. Herrin ve G.Saint-Guillan tarafından hazırlanan 120’den sonra Doğu Akdeniz’de Kimlikler ve İttifaklar cilt 2011’de şaşırtıcı bir biçimde, hiç yer almamıştır.
Bu makale, 12’inci yüzyıldan 15’inci yüzyıla kadar olan dönemdeki Bizans ve bazı Slav metinlerini ve bunların yazarlarının doğudaki ve batıdaki Hıristiyanlığa ve İslamiyet’e bakış açılarını ve Küçük Asya’nın yeni Müslüman yöneticilerini inceleyerek bu akademik boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır.
Vanessa R. de Obaldia, ERC – Johannes Gutenberg Üniversitesi- Mainz
Giresun’un Çocuk Kütüphanesi: Cumhuriyet Döneminin Tuhaf Olayı – Karadeniz Bölgesinde bir Latin Katolik Kilisesinin Dönüştürülmesi
Vanessa R. de Obaldia, ERC – Johannes Gutenberg Üniversitesi- Mainz
Latin İmparatorluğunun 1261’de dağılmasından sonra, Konstantinopolis’deki Latin Katolik kiliseleri zaman zaman dönüştürülmeye maruz kaldı. İki yüzyıl sonra Osmanlıların fethiyle birlikte aşamalı olarak dini veya seküler amaçlarla sistematik el koyma uygulamalarına tabi tutuldu. En iyi belgelenen iki olay 1476’da Dominiken St. Paul Kilisesi’nin Galata Camisi’ne dönüştürülmesi St. Francis manastır kompleksinin Galata Yeni Camisi’ne dönüştürülmesidir. Yüzyıllar geçtikçe, Latin ibadet mekanlarının dönüştürülmesi çok farklı biçimlere büründü, cami ve depolar kültür merkezlerine, hatta Türk hamamına dönüştürülerek dini, demografik, siyasi ve ekonomik gereksinimleri yerine getirdi.
Bu araştırma, Karadeniz’deki Giresun şehrinde bir Latin Katolik kilisesinin çocuk kütüphanesine dönüştürülmesinin detaylı örnek olay araştırmasını sunmadan önce, Osmanlı fetihleri döneminden başlayarak Latin Katolik kiliselerin genel bir incelemesini sunacaktır. Giresun’da Fransiskenler tarafından yapılan eski kilisenin tarihi özel bir ilgiye konu olmuştur, öncelikle Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki bütün Fransisken kiliseleri arasında ömrü en kısa olanıdır (1910-1967), ikinci olarak çocuk kütüphanesine dönüştürülmesi Osmanlı ülkesinde Fransisken misyonunun oynadığı iki önemli rolün ruhunu korumuştur: toplumun aydınlatılması ve çocuklara eğitim verilmesi.
Ortak mekanların dönüştürülmesi konuları yeni olmamakla birlikte bu örnek olay araştırması, 1923’de Türkiye Cumhuriyetin kurulmasından önce ve sonra Fransisken kilisesinin statüsüne ve önemine ilişkin diğer konulara ve ayrıca, Karadeniz bölgesinin siyasi ve sosyal dinamiklerine ilişkin diğer önemli konulara ışık tutacaktır. Bu araştırma ayrıca, ‘öteki’’nin dini mekanının geçerliğiliğinin/geçersizliğinin tanınmasına ilişkin kavramları çevreleyen soruları ve sonuç olarak orijinal fonksiyonunu korunmasına ilişkin soruları ele alacaktır.
Dr. Radu DIPRATU, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü
‘Onların Kiliselerini Almayacağım ve Camiye Çevirmeyeceğim’: Osmanlı Galatasında Katolik Kiliselerin Ahdnamelerle Belirlenen Yasal Statüsü
Dr. Radu DIPRATU, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü
Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’i fethettikten kısa süre sonra II. Mehmet, gönüllü olarak sultana teslim olan Galata sakinlerine, şimdi bilinen adıyla bir ‘ahdname’ ya da kapitülasyon yayınladı. Bu belge, Müslüman olmayan bir cemaate Müslüman bir yöneticiyi tanımaları, düzenli vergi ödemeleri, belli toplumsal ve dini kısıtlamaları kabul etmeleri karşılığında koruma garantisi veren klasik bir dhimma paktıdır.
1453 Galata ahdnamesinin şartları (Katolik) kiliselerin akibetine de temas etmiştir: Galatalılar kiliselerini ellerinde bulunduracaklar, buralarda ibadetlerini yerine getirecekler, ancak çan veya semantron çalmayacaklar, yenilerini inşa etmiyeceklerdir; daha önemlisi bu kapitülasyon camilere el konmayacağını ve camiye çevrilmeyeceğini belirtmektedir. Bu şartın daha II.Mehmet’in hüküm sürdüğü dönemde ihlal edilmesine rağmen ‘ahdname’ ilerideki yüzyıllarda hukuki bir kaynak olarak ileri sürülmeye devam etmiştir.
Galata’nın Katolik kiliseleri onyedinci yüzyılın sonlarında, 1660’daki yangından hasar gördükten sonra yeniden ahdnamenin ve diğer diplomatik girişimlerin konusu oldu. 1673’deki Fransız kapitülasyonları iki kilisenin mülkiyet ve renovasyon çalışmalarına ilişkin yasal bir çevçeve sağlamıştır. Ancak, Venedik bundan üç yıl önce Galata’daki en büyük Katolik kilise St. Francis için böyle bir işlemi sağlamayı başarmıştı. Bu tür kilise onarımları için o zamana kadar Venediklilere herhangi bir ‘ahdname’ çıkarılmış olmamasına rağmen, şeyhülislam Yahya Efendi’nin fetvasına dayanarak sultanın verdiği emirle, Galata’nın 1453’de barışçı yolla geri teslim edilmesine sebep olmuştur.
Benim sununum, Osmanlı-Türk metinlerine dönerek, Galata’daki Katolik kiliselerin mülkiyeti ve yenilenmesi için yasal bir çerçeve oluşturmakta ‘ahdname’lerin oynadığı rolü yeniden inceleyecektir. Geleneksel tarih yazımının aksine, Porte’nin Fransa’ya ya da başka bir yabancı güce, ahdnameler vasıtasıyla Katolikliğin koruyucu olarak özel bir statü verme amacını taşımadığını öne süreceğim. Bu belgelerin işleyişinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için, başka bölgelerdeki kiliseler için verilen kapitülasyon hükümleriyle kıyaslamalar da yapılacaktır.
Prof. Paolo GIRARDELLI, Boğazıçı Üniversitesi
Latin, Ermeni, Osmanlı: 18’inci yüzyıl boyunca Pera ve Galata’nın Katolik mimarisinde dönüşüm ve belirsizlik
Konstantinopolis’in Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra, Pera/Galata’nın Katolik cemaati sayı olarak azalma aşamasına girdi, buna paralel olarak kutsal mekanlarından çoğunu kaybetti. Direnme ve hayatta kalmak için mücadele etme, 16’ıncı ve 17’inci yüzyıllar boyunca bu cemaatin karakteristik özellikleri oldu, düşüş profilinin dip noktası Karaköy’de 1696’daki yangından hasar gören ve artık hayatta olmayan Yeni Valide Camisine dönüştürülen San Francesco kompleksinin kaybıdır.
Bununla birlikte 18’inci yüzyıl göreceli olarak bir düzelme ve büyüme dönemini temsil eder, buna özellikle çok sayıda Osmanlı Ermenisinin katolik mezhebine dönmesi yol açmıştır. Propaganda Fide arşivlerinden alınan kanıtların gösterdiği gibi, 18’inci yüzyılın başlarıyla II. Mahmut’un yeni Katolik Ermeni “milletini” kesin olarak tanıdığı 1830 arasında, Katolik kutsal mekanları sayıca Latin Katoliklerden ve Avrupa kökenlilerden çok daha fazla olan Ermenilerin büyük çoğunluğu tarafından kullanıldı. Büyük kısmı halen Osmanlı tebası olan bu Ermeniler ancak yarı-gizli bir durumda Katolik olarak yaşayabiliyorlardı. Bu makale ayrıca bu özel durumun Pera ve Galata’nın dini mimarisinde nasıl yansıtıldığını, Latin ibadethanelerinin, dikkate değer Osmanlı özellikleri gösteren gizli-Ermeni mekanlarına dönüştürülmesini inceleyecektir.
Dr. Nicholas AL-JELOO, Kadir Has Üniversitesi
Şaşırtıcı Kuşatma: Hakkari’nin Terk Edilmiş Kiliseleri
Dr. Nicholas AL-JELOO, Kadir Has Üniversitesi
Yaklaşık onbeş yüzyıl boyunca Hakkari’nin sarp yaylaları Süryani Hıristiyanlığına beşiklik etti ve Doğu Kilisesi’ne bağlı olanlara sığınak oldu, bu sayede zulümden kurtulabildiler. Korunaklı Qudshanis (Konak) dağı bu Kilisenin patrikhanesi olarak hizmet etti, katolikoslar-patrikler oradan yarı-bağımsız Süryani kabilelerini ruhani ve dünyevi liderliğini yaptı. Ancak bu durum Süryanilerin 1915’de İran’a, 1924’de Irak’a sürülmesi ile tamamen sona erdi. Bununla birlikte sadece mevcut Hakkari sınırları içindeki 265’e yakın kilise, manastır, şapel ve ibadethane kaderlerine terk edildi.
Süryanilerin mülksüzleştirilmesinden ve bunu takiben ibadet mekanlarının terk edilmesinden ötürü, bunlar çeşitli derecelerde saygısızlığa uğradılar. Bunlar arasında yavaş yavaş ahıra, depoya, eve veya camiye dönüştürmeleri, küçük bir azınlığın tamamen yok edilerek yerine yeni konutlar, camiler veya askeri üsler yapılması sayılabilir. Ancak son yirmi yılda hazine avcılarının boş yere geri kalan yapılarda hayali altınları aramalarıyla bu eğilim düpedüz tahrip etmeye ve yok etmeye dönüşmüştür. Burada bulunan, fotoğraflanan veya incelenen 103 kiliseden 68’i daha sağlamdır ya da farklı çöküş aşamalarındadır, 35’i tamamen tahrip edilmiştir, bazıları için arkeolojik kazı gereklidir.
Durum vahimdir. Geriye kalanların korunması için birşeyler yapılmazsa Hakkari’nin Süryanilerinin tüm hafızası, bölgeye yaptıkları tarihi katkı ebediyyen kaybolacaktır. Doğu Kilisesi 1924’den beri geçerli bir varlığa sahip olmadığı için mevcut duruma yasal olarak itiraz edemiyor, ya da bunların korunması için uluslararası bir anlaşma üzerinde çalışamıyor. Türkiye Kültür Bakanlığı, bu bölgede savaş olduğunu ve bu tür çabaların sonunda boşa gideceğini ileri sürerek Hakkari’de bulunan tehlike altındaki Hıristiyan ibadet mekanlarının restorasyon çabalarına izin vermekte ve yardım etmekte gönülsüz davranıyor. Bu makale, bir geri plan sunumundan sonra, bu mevcut karmaşa durumunu ele alacak, çözüm bulmaya ve bütün paydaşlar için uygun olası seçenekleri sunmaya çalışacaktır.
Dr. Mariëtte VERHOEVEN, Radboud Üniversitesi
Fethiye Camii ve Fethiye Müzesi: Pammakaristos Kilisesi
Dr. Mariëtte VERHOEVEN, Radboud Üniversitesi
Bu makalede ben, 12’inci yüzyılda Bizans Konstantinopolis’in beşinci tepesinde inşa edilmiş Pammakaristos Kilisesi’nin dönüştürülmesini ve değiştirilmesini ele alacağım. Bu kilise Osmanlı Türklerinin 1453’de Konstantinopolis’i fethetmelerinden sonra patrikhane olarak çalışmıştır ve 16’ıncı yüzyılın sonralında camiye dönüştürülmüştür. Ana bina hâlâ cami olarak kullanılmakla birlikte yan şapel (14’üncü yüzyılın başından itibaren) ve kiliseyi kuşatan kemerli yolun bir kısmı 1949 ile 1963 arasında restore edilmiş olup o zamandan beri dini Bizans mozaiklerini sergileyen bir müze olarak işlev yapmaktadır. Şu anda hem cami hem de müze restore edilmektedir ama Ayasofya ve Kariye gibi eski Bizans kiliseleriyle ilgili son gelişmeler dikkate alındığında Fethiye müzesinin restorasyonunun sonu belirsizdir.
Bu makalede ben, yüzyıllar boyunca yapılan farklı dönüştürme ve değiştirmelerin sonuçlarını ve İstanbul’daki Bizans mirasına karşı günümüzde uygulanan politikaların arz ettiği tehlikeleri göstereceğim. Son olarak cami ve müzelerin ortak işlevini sağlamak için farklı çözümler önereceğim.
Prof. Emma LOOSELY, Exeter Üniversitesi
Mandylion’un sonraki yaşamı: ‘Edessa’nın İmajı’nın kaderi ve Şanlıurfa Ulu Cami’nin rolü üzerindeki tartışmalı anlatılar
Kadim Hıristiyan şehri Edessa’nın 639 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra islamlaştırılması daha sonraki yüzyıllarda şehrin kiliselerin camiye dönüştürülmesine yol açmıştır. Şehrin son Hıristiyan sakinleri 1924’de Lozan Antlaşmasının ertesinde Urfa’dan sürüldü ve sonuçta Suriye’nin Halep şehrine yerleştiler, burada Urfali (Urfalılar ?) günümüze kadar süren bir özel şehir-içinde-şehir oluşturdular.
Birçok efsane arasında, yaşlı Urfalıların Haçlılardan sonra Edessa Şehrinin nasıl Müslümanlar tarafından geri alındığını, katedrallerine el konduğunu ve Al Ruha (Urfa) Ulu Cami olarak yeniden inşa edildiği hakkında anlattıkları bir hikaye vardır. Bu bina 1170’de Ulu Cami’ye dönüştürülen St. Stepanoks ile denk tutulmaktadır. Urfalılara göre Haçlı Edessa’nın 1144’de düşmesiyle bağlantılı kargaşa, en önemli kutsal emanetleri Mandylion’u, St. Stepanos’tan kalma, İsa’nın kendi yüzünün mucizevi izini bırakmtığı kutsal kumaşın kaybolmasına yol açmıştır.
Urfali’nin büyük çoğunluğu Suriyeli Ortodoks Hıristiyandır, birçoğu Katolik Kilisesinin hakim görüşüne uygun olarak Cenova’daki Sant Bartolomeo degli Armeni’de bulunan levhanın gerçek mandylion olduğuna inanır. Bununla birlikte ilginçtir, bir kısmı ayrıca (aynı zamanda) kutsal emanetin fetih sırasında kilisenin kuyusuna atıldığını ve o olaydan beri Ulu Cami kuyusunun suyusunun cilt hastalıklarını iyileştirme gücüne sahip olduğuna inanmaktadır.
Edessa/Urfa Tarihinde Hıristiyanlık ile İslamiyetin kesişmesini araştırdığımız sırada bu makale efsanenin Ulu Cami’nin yerini daha önceki Hıristiyan kökenlerine bağlayan efsanenin çeşitli bölümlerini inceleyecek, orada hâlâ varlığını koruyan Roma-Bizans mimarisini değerlendirecektir.
Prof. Dr. Beatrice ST. LAURENT, Bridgewater State Üniversitesi
Bursa’nın dini anıtları ve 19’uncu Yüzyılın Sonunda Terk Edilmeleri ya da Dönüştürülmeleri
Bu makale Tanzimat dönemi (1839-1876) ve Abdülhamid dönemi (1876-1909) döneminde ayakta olan anıtlarla sınırlı olması nedeniyle, Osmanlı İmparatorluğunun ilk başşehri olan Bursa, dini mekanların yeniden-kullanımı konusunu incelemek için ilginç bir sahnedir. Bu makalede bazı dini anıtların statüsü, başka amaçlara uygun hale dönüştürülmesi ya da nüfus hareketleri ve siyasi değişiklikler yüzünden terk edilmesi incelenmektedir. Ayrıca dini statülerini koruyan, seçilerek evkaf arazisi olarak tanımlanan terk edilmiş mülkler ve bunların Tazminat Dönemi sonrası akibeti de incelenecektir.
Engizisyondan kaçan Yahudilere kucak açan Bursa’da bu göçten kalan bir nüfus barınıyordu ve Yahudi mahallelerine dağılmış sinagogları vardı, bunlar Yahudilerin şehirden ayrılmasıyla terk edildi. Bursa’da hayatı en çok etkileyen şey, günümüzde hâlâ gelişmekte olan ipek endüstrisidir. 19’uncu yüzyılın sonlarında Rum ve Ermeni mahallerinde ipek fabrikaları tarafından desteklenen kiliseler (ve küçük camiler) yapılmıştı. Ayrıca Fransa, kıyıdan şehre uzanan bir demiryolu hattı inşa ederek bu endüstriden yararlanmış ve Fransız kilisesi ile varlığının damgasını vurmuştur. 19’uncu yüzyılın sonlarında, Abdülhamit döneminde evkaf mülkleri, örneğin şehrin üst yamaçlarında inşa edilen askeri okul gibi modernleştirici seküler binalar olarak kullanılmak üzere dini mahiyetlerinden çıkarılmıştır.
Abdülhamit’ten sonraki dönemin ve Cumhuriyetin kuruluş döneminin siyasi olayları İmparatorluğun Yunanistan’ı kaybetmesine ve iki yönde nüfus hareketlerine yol açmıştır – Rumlar Yunanistan’a, Türkler Türkiye’ye gitmiştir. Bu durum Bursa’daki bütün dini binaların dönüştürülmesini ve konut mimarisini etkilemiştir ama bu makalede ele alınmayacaktır. Yunanistan’daki camilerin yıkıldığını ya da yeni seküler amaçlara hizmet ettiğini söylemek yeterlidir.
Doç. Dr. Aude Aylin DE TAPIA, Freiburg Albert Ludwig Üniversitesi
Doç. Dr. Aude Aylin DE TAPIA, Freiburg Albert Ludwig Üniversitesi
1923’de Yunanistan ile Türkiye arasındaki nüfus mübadelesi Anadolu’nun büyük kısmındaki Rum varlığına son verdi. Kapadokya’da Rumlardan (çoğu Karamanlıydı, yani Türkçe konuşuyorlardı) oluşan, ondokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren genellikle başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere göç hareketleri sayesinde ekonomik olarak zenginleşmiş çok sayıda cemaat ve insani amaçlı faaliyetler vardı. Bu bağlamda bu cemaatler, 1923’den sonra müminleri kalmayan yeni, büyük kiliseler inşa etmişlerdir. Cumhuriyetin ilk onyıllarında, bunlardan bazıları camilere çevrildi, diğerleri tahrip edildi ya da sadece terk edildi.
Çoğuna saygısızca davranıldı ve ahır, depo ya da fabrikaya çevrildi. Bu kiliselerden 1848’de inşa edilen ve Nevşehir’de bulunan Meryem Ana Kilisesi’nin kaderi çok özel oldu. 1953’de cezaevine çevrildi, çok sayıda siyasi mahkum burada hapis yattı, örneğin Yılmaz Güney bir yıl burada kaldı. 1973’de yerlilerin tabiriyle “Cezaevi-kilise”, hapse atılan bir kadının hikayesini anlatan Mahpus isimli film için film seti bile oldu. 1983’de cezaevinin kapatılmasından sonra terk edildi, yine de zaman zaman film ve TV dizileri çekmek için kullanılıyor. Aynı zamanda şehrin eski Rum mahallelerini etkileyen kentsel dönüşümün bedelini ödemeyen son anıtlardan biridir.
Bu makale, geç Osmanlı döneminde inşa edilmesinden başlayarak günümüze kadar Meryem Ana kileiisinin yaşadığı farklı yaşamları izleyecektir, buna cezaevine dönüştürülmesi, ayrıca son zamanlarda yeniden Hıristiyan mirasının sembolüne çevrilmesine, yıkılmasına karşı itirazlara ve korunması için yapılan çağrılara yol açan gelişmeler dahildir.
Dr. Yuri STOYANOV, SOAS Londra Üniversitesi
Geç Antik Dönemin Son Büyük Savaşı Sırasında (Bizans-Sasaniler Savaşı 603-628) Anadolu’nun Dini Mekanlarının Saygısızlığa Uğraması ve Yeniden Biçimlendirilmesi: Maddi ve Ideolojik Miraslar
Dr. Yuri STOYANOV, SOAS Londra Üniversitesi
Perslerin Hıristiyanların kutsal binalarını imha ettiği ve saygısızlık ettiği iddiaları, Bizans’ın savaş zamanı propagandasının ve ideolojisinin önemli bir bölümünü ifade eder, özellikle 620’de Anadolu, Kafkas ve Yakın doğu savaş-tiyatrosundaki epik Bizans-Sasani çarpışmalarının son sahnelerinde. Bu savaş zamanı propagandasının büyük kısmı, Kudüs’deki paradigmatik Hıristiyan mekanlarının kitlesel imhası iddialarına dayanmaktadır, benzer iddialar Anadolu’daki önemli Bizans kentsel merkezleriyle, örneğin Edessa (modern zamanlarda Urfa) ve Antioch (modern zamanlarda Antakya) ile ilgili olarak, 626 yılında imparatorluğun başkenti Konstantinapolis’in Pers-Avar kuşatması altındayken şiddetli hücum beklentisi ölçüsünde, ileri sürülmüştür.
Yakın zamanlarda yapılan ve devam eden arkeolojik Bizans ve erken dönem Müslüman Kudüs keşifleri Perslerin Kutsal Şehri fethetmelerinin ve Sasani işgali sırasındaki dini politikaların yeniden değerlendirilmesine yol açmıştır, bunun Anadolu savaş-tiyatrosunun, Perslerin Anadolu’daki Hıristiyan dini mekanlarına saygısızlık yaptığına ve dönüştürdüğüne ve Bizans’ın Sasani anayurdunda Zerdüşt kutsal mekanlarını misilleme olarak imha ettiğine ilişkin iddiaların değerlendirilmesi üzerinde önemli etkisi vardır.
Bu makale savaş zamanında Anadolu Hıristiyan dini mekanlarına saygısızlık yapılması ve dönüştürülmesi iddialarının ve Bizans ideolojilerinde kutsal mekan ihlali nosyonunun ve Bizans ve Bizans sonrası dönemde Küçük Asya’da Reconquista’nın devam eden mirasının maddi kanıtlarını özetlemeyi amaçlamaktadır.
Cevap bırakın