Bulaşıcı hastalık salgınları tarihsel dökümanlarda yer almaktadır. Levent Akın Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi. Halk sağlığı anabilim dalı.
Salgınların tarihindeki ölümler; M=Milyon, K=Bin
Tarihsel süreçte Bulaşıcı Hastalık Salgınları
Veba, kızıl, çiçek, kolera gibi salgın hastalıklar ve onlara eşlik eden kıtlık ve kuraklıklar, tarih boyunca milyonlarca kişinin ölümüne neden olmuştur. Yenilmez denen orduları durdurmuştur. Ekonomik, siyasal ve demografik sonuçlarıyla yeryüzü haritasının yeniden çizilmesinde önemli roller üstlendi ve bu süreç halen de etkili olmaktadır. Çiçek hastalığı Amerika kıtasında çok büyük ölçüde ölümlere yol açmıştır. Bu yüzden çalıştırılacak emek gücü için bu kıtaya milyonlarca Afrikalı köle taşınmıştır.
Günümüzden 20.000 yıl öncesinde avlanma yüzünden hayvan sayısı azaldı. Bu durum, insanoğlunu başka besin kaynakları aramaya itti. Böylece tarım başladı ve hayvanlar evcilleştirildi. Vahşi toprakların yok edilmesi, fareleri, sıçanları, keneleri, pireleri ve sivrisinekleri insanlara daha yakın yaşamaya zorluyordu. • Bu hayvanlar beraberlerinde veba, tularemi, tifüs ve sıtma gibi hastalıkları da getirdiler. Yerleşik düzene geçilmesiyle birlikte sulama sistemleri geliştirildi ve insanlar toplu halde yaşamaya başladılar. • Yüzbinlerce insanın yaşadığı kentler ortaya çıktıkça, toplu ölümler de yaygınlaştı. Gelişen toplumsal hayat biçimleriyle birlikte bazı bulaşıcı hastalıklar, kolayca yayılma imkânı buldu.
Sümerler, Mısırlılar ve İsrailliler salgınların tanrılarca yayıldığına inanıyorlardı. • Endemik hastalıklara daha çok Akdeniz kıyılarında, Ganj veSarı Irmak havzalarında görüldü. • Olayın niteliğini ilk kavrayan kişi Yunanlı hekim Hipokrates’ti. Çevre güçlerine “hava, su ve yer” adını vermişti. Bu etkenlerin herhangi birindeki ani bir değişikliğin salgınlara yol açtığını söylüyordu. • 1400’lere gelindiğinde Eski dünya at, eşek, keçi, koyun sığır gibi hayvanları evcilleştirmişti. Bu hayvanların beslenme ihtiyacının karşılanmasının sonucunda taşıdıkları mikroorganizmalarla karşılaşma sıklaştı. • Salgınlara bağlı çok sayıda ölüm olayı olurken, zaman içinde bu mikroplara karşı da bağışıklık kazandılar.
Orta Amerika halkları ise, mısır ve fasulye yetiştiriyor, hayvanları evcilleştirmemekteydi. Son Buzul Çağı evcilleştirecek hayvan sayısını da çok azaltmıştı. Ulaşılan yazıtlara göre; Aztekler, protein ihtiyacını karşılamak için her yıl 50 bin insanı kurban ediyorlardı. • Kısaca yerli halkın hayvanlarda bulunan enfeksiyonlara karşı yeterli bağışıklıkları yoktu. • Keşiflerle sonucu eski dünyadan gelenlerle karşılaşan yerlilerde kitlesel ölümler olurken, işgalciler ayakta kalıyor ve hatta hızla ürüyorlardı. • Bu durumun en büyük etkilerinden biri de, Amerikan yerlilerinin kendi tanrılarına olan inançlarını yitirmeleri oldu. Bu nedenle misyonerlerin de çalışmasıyla, kısa sürede yığınlar halinde Hıristiyanlığı seçtiler ve bu dinin en katı uygulayıcıları oldular
Tarihçiler Hititlerde, Mezopotamya’da ve Çin’de veba hastalığına rastlandığını söylemektedirler. Buna göre Veba salgınları, Hitit döneminde MÖ 14. yy.’da da görülmüştür. I.Şuppiluliuma dönemindeki haksızlıklardan dolayı tanrılarını kızdırdıklarını düşünen 2. Murşili, bunun için kurbanlar sunmuştur. II.Murşili’nin, Hitit tabletlerinde yaptığı duaları mevcuttur. • Kayıtlara göre veba salgınının ilk kez M.Ö. 430’da Atina’da görüldüğü ve iki yıl boyunca kenti kırıp geçirdiği belirtilmektedir. •
Daha sonra hastalık Bizans döneminde İstanbul’da yeniden görülmüştür. • Ancak gerçek anlamda veba salgınlarının başlangıç tarihi 1300’1er olarak kabul edilir. • M.Ö. 10- 9. yüzyıllardan beri bilinen bir hastalık olarak veba Hindistan ve Çin gibi ülkelerde ortaya çıkmış, • Ticaret yolları gelişmeye başlayınca Orta Asya, Mezopotamya ve Yakındoğu’ya geçmiş; • İskenderiye ve İstanbul gibi büyük şehirlerde görüldükten sonra, • Anadolu ve Rusya coğrafyalarında ve sonrasında ise Avrupa ve Afrika kıtalarında yayılmaya başlamıştır.
Tarihsel olarak vebayla ilgili üç büyük dalgadan ve bu dalgaların yarattığı salgınlardan bahsedilebilir. • Birincisi, M.S. 542’de Bizans İstanbul’unda ortaya çıkan Jüstinyen/Justinianos vebası ve bu dönemi izleyerek 8. yüzyıl ortalarına kadar sürerek gelişim gösteren veba salgınlarıdır.
İkincisi, “Kara Ölüm” (The Black Death) olarak bilinen ve özellikle 1347- 1352 yılları arasında şiddetini hissettiren ve sonraki yıllarda da etkili olmaya devam eden veba salgınlarıdır. • Üçüncüsü ise, 1896- 1914 yılları arasında ortaya çıkarak önemli sonuçlar doğuran salgınlardır. 1910 Mançurya’da 1910-1911 yılları arasında 60.000 kişinin ölümüne yol açan 20. Yüzyıldaki en büyük veba salgını.
Veba hastalığına yol açan “Yersina Pestis” isimli bakterinin anavatanı Moğol bozkırlarıdır. 1330’lardaki aşırı sıcaklar, Asya çöllerinde yaşayan pireleri ve kemirgen hayvanları Moğol bozkırlarına doğru sürmüştü. Mideleri veba bakterisiyle dolu pireler Moğol atlılarının sırtında Asya ve Avrupa’yı dolaşmaya başladığı düşünülmektedir. Veba Avrupa’ya, Kırım’ın ticaret kenti Kaffa’nın Moğollar tarafından kuşatılması sırasında kentte yaşayan Cenevizliler tarafından taşındı. Bakteri, her Ortaçağ evinde bolca bulunan kara sıçanlarla pirelere kolaylıkla yerleşti.
Vebanın 1345 -1348 yıllarındaki yayılışı. • Veba salgınları döneminde Hıristiyanlık, Avrupa kültürüne karışmış bulunan paganist unsurlar karşısında önemli kazanımlar elde etti. • Hıristiyan Kilisesi, bazı dönemlerde Avrupa’ya hâkim olan ölümcül hastalıkların nedeni konusunda kimi zaman dogmatik bir tavır sergiledi. Rahipler tarafından Vahiy Kitabı’nın çoğunlukla “Dördüncü Atlı” bölümü, özellikle pazar günleri sıklıkla okundu.
Yahudiler, Kilise tarafından vebanın günah keçisi olarak kabul edilerek suçlandılar. Yahudiler, kuyu sularını zehirlemekle veya havayı bozmakla suçlandılar. Basel’de olduğu gibi toplu halde öldürüldükleri oldu. • Orta Avrupa’da 1351 yılına gelindiğinde gerek ölümler ve gerekse göçler nedeniyle neredeyse hiç Yahudi kalmadı. Bu dönem boyunca özellikle Polonya ve Rusya, Yahudiler için önemli bir göç merkezi haline geldi.
Albert Camus’nün Veba Adlı Romanında İşlenen Esaret Duygusunun, Algısal Açıdan Analizi Avrupa genelinde vebanın oldukça çarpıcı sonuçları oldu. 1. Din adamlarının sayısında azalmalar oldu. Bu durum, ehil olmayan kimselerin onların yerini almasıyla sonuçlandı. Din adamlarıda beliren nitelik yoksunluğu kiliseye olan güveni sarstı. 2. Avrupa’da Kilisenin gücünün zayıflamasıyla birlikte Latince olarak yürütülen eğitim sisteminde yaşanan sorunlar nedeniyle yerel diller, kültür ve eğitim dili olarak güçlenmeye başladılar. 3. Veba yüzünden feodal dengelerin sarsıldı. Örneğin, veba nedeniyle nüfus azalınca feodal yöneticiler topraklarında çalışanlarla uzlaşmak durumunda kaldılar. 4. Tüccarlar vebadan kaçarlarken seyahat etmenin önemini kavradılar. Böylece söz konusu zaman dilimi, toplumsal hareketlilik konusunda önemli gelişmelere sahne oldu.
Avrupa’da o tarihte salgının yayılmasını kolaylaştıran bazı koşullar oluşmuştu. Ilık iklim koşulları, köylülerin daha çok ürün üretmesini sağlamış, bu sonuç da köylü nüfusunun artmasına yol açmıştır. İyi beslenen 25 milyonluk Avrupa nüfusunu birdenbire kötü beslenen 75 milyona çıkarmıştı. 1300’lerde başlayan salgınlar, 1720 tarihine kadar 2 ya da 20 yılda bir yenilenmiştir. Bu salgınlar Avrupa’nın ekonomik, siyasal ve kültürel durumunu tamamen değiştirdi.
İlk darbeyi yiyen kurum feodalizm oldu. Toplu köylü ölümleri emek kıtlığına yol açtı ve korkuya kapılan toprak sahipleri ücretli köylü sistemine dönmek zorunda kaldılar.
Sonuçlar; Kendilerini yönetenlerden umut kesen köylüler toplu halde ayaklanmaya başladılar. Ücretli emeğin yaygınlaşması kapitalizme geçişin altyapısını oluşturuyordu. Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı.
Sonuçlar IV • Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu “cadıların” büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi. • Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybediyorlardı. • Çünkü veba (Yersinia Pestis) yaygın bir fare biti tarafından taşınır. Ortaçağda her yer fare doluydu.
Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştır. Hastalığın nedenini bilmeyenlerin vebaya karşı aldıkları önlemler: • Yanan tütsü koklama, • Mendilleri aromatik yağlara daldırma, • Zil çanlarını çalmak ve topları ateşlemek, • Muska takmak, • İnsan idrarında banyo yapmak, • Evlerine “kötü kokular” (ölü hayvanlar) yerleştirmek, • Sülükler ile veya doğrudan kan akıtma, • Süpüre olmuş bubon (veba lezyonu)’dan içmek, • Lezyonların ağrısını kesmek için kurutulmuş kurbağa sürmek • Altın veya zümrüt tozu içmek • Brethren of the Cross tarikatına katılmak (Kendini kırbaçlatanlar) 14. yüzyılda Avrupa’da, farelerle iç içe yaşayan, lağım pislikleri olan, pislik içindeki sokaklarda hastalık kolay yayılmıştır.
Londra’da en son salgın 1666’da sona ermiştir. Bu salgının sona ermesinin sebebi önce, çıkan büyük yangın ile mikropların öldüğü şeklinde düşünülmüştür. Daha sonra şehrin merkezinde geniş ve temiz caddelerin yapılması görüşü hakim olmakla beraber bu durum salgının neden sona ereceğini açıklayamamıştır. Çünkü yangın Londra’nın ortasını tahrip etmişti. Veba ise kalabalık ve pis kenar mahallelerde yayılmıştı ve salgın Londra, Paris ve Amsterdam’da aynı zamanda durmuştu.
Sonuçlar V Veba, tıbbın bir bilim olarak henüz daha çok genç olduğu gerçeğini ortaya çıkarırken, halk sağlığı kavramının da temellerini attı. Bazı kentlerde veba evleri kuruldu, karantina uygulaması başlatıldı ayrıntılı ölüm kayıtları tutuldu. Ayrıca kara sıçanların ve pirelerin bulunduğu saman tavanlı evlerden, damları kiremitli tuğla evlerin inşasına geçildi. Bu, mimarlık ve kentleşme alanında çok önemli bir adımdı.
Veba salgınlarında hekimlerin iyi bir sınavı veremediklerinden bahsedilmektedir. Hastalık kapma korkusuyla ya sivri gagalı garip maskeler takıyorlar ya da hastalara bakmayı reddediyorlardı. Hastalığa verdikleri tedavi reçeteleri de çok komikti: “İki fındık, bir incir ye”, “yavaş çiğne, masadan aç kalkma, ağlama ve korkma” gibi.
15. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte başta veba olmak üzere salgın hastalıklarla mücadele etmek için Dubrovnik ve Venedik Cumhuriyetinde karantina uygulamaları kurumsal bir nitelik taşımaya başladı. Böylelikle, salgınların yayılım şiddetini azaltmak konusunda bir aşama kaydedilmiş oldu • 18. yüzyıl boyunca veba, Akdeniz coğrafyasında etkili olamaya devam etti. Veba salgınları bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren İskenderiye’den İstanbul’a doğru bir seyir izlemekteydi. • Salgınların şiddetli bir biçimde yaşandığı bu yüzyılın yılı vebayla geçti. Bu dönemde vebanın yayılım nedenleri arasında ölenlerin elbiselerinin eskiciler tarafından satılması ve para kullanımının artmış olması gösterilmektedir.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nin İstanbul’a ayırdığı bölümünde şehrin içinde ve çevresinde gizli tılsımları anlatır. Söz konusu tılsım anlatılarından on birincisi veba hakkındadır. • Sultan II. Bayezid Veli Hamamı’nın bulunduğu yerde 80 arşınlık dört köşe ve tek parça bir sütun bulunmaktaydı (Dört köşeli sütun) • Bu sütun Gezbazya adlı eski bir kâhin tarafından tılsımlanmıştı. Bu tılsımlı sütunun II. Bayezid tarafından yıktırılıp yerine bir hamam yaptırıldığını ve bu tarihten sonra da İstanbul’u vebanın istila ettiğini yazmaktadır.
İstanbul’u Koruyan Tılsımlar 1. Arcadius Sütunu – Cerrahpaşa 2. Çemberlitaş 3. Kıztaşı (Fatih) 4. Altımermerli Sütun (Kocamustafapaşa) 5. Dört Köşeli Sütun (Beyazıt, Ordu Cad) 6. Kucaklaşmış Sevgililer 7. Tekfur Sarayı’ndaki Tunçtan İfrit Heykeli (Edirnekapı) 8. İhtiyar Adam ve Kadın 9. Zeyrek’te Hazreti Yahya Kilisesi Bitişiğindeki Mağara 10. Sultanahmet’e dikilen Burma Sütun 11. Ayasofya’daki Dört Sütunlu Anıt 12. Milyobar (Örme Sütun – Atmeydanı – Sultanahmet meydanı).
1453- 1600 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin fetihler yoluyla genişlemesiyle veba salgınlarının ortaya çıkışı arasında kuvvetli bir bağ olduğunu söylenmektedir. Fetihler yoluyla kazanılan ekonomik imkânlar çerçevesinde belirgin bir biçimde oluşan kentleşme sonucunda, ticaret ve iletişim ağlarının gelişmesiyle birlikte salgın hastalıklar ortaya çıkmakta ve hızlı bir şekilde yayılmaktaydılar. •
Kısacası veba, özellikle yüksek nüfus oranlarına sahip olan ve insanların birbirleriyle yoğun olarak iletişim içinde yaşadıkları şehirlerde görülmekteydi. • Osmanlılar’ın İstanbul’u fethinin ardından şehirde görülen ilk veba salgını 1455 yılı boyunca etkili oldu. • Veba, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul nüfusunu yeniden artırma girişimlerini sekteye uğrattı.
Heath W. Lowry, dile getirilen konuları işlediği bir çalışmasında fetih sonrası İstanbul’unun yeni ve büyük bir nüfusu barındıracak kadar altyapısı olmadığını savunur. Anadolu ve Balkanlar’ın küçük şehirlerinden getirilenlerin köylü nüfus ile şehirli nüfusun aynı atmosferde yaşamak durumunda kalmaları, beraberinde bazı sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Salgına karşı kullanılan tarihi maskeler
Şehrin yeni sakinlerinin eski sakinlerden farklı hijyen anlayışları olmasından dolayı, vebanın yayılması için uygun bir zemin oluşmuş olabilir. • Lowry, salgın hastalıkların gelişiminde yalnızca askeri seferlerin değil, aynı zamanda büyük şehirlerde biriken nüfus yoğunluğunun ve bu yoğunluğun beraberinde getirdiği hijyen sorunlarının önemli bir etken olarak dikkate alınması gerektiğini söyler.
(Fatihin başlattığı doğa bilimlerinin çöküşü). İstanbul semalarında kuyrukluyıldız görüldü. Halkta heyecan ve korku yaratan kuyrukluyıldız bir ay boyunca her gece izlendi. • Kuyruklu yıldızdan sonra İstanbul’da önce veba salgını başladı. • Aynı yıl bir de deprem oldu. Çaresiz her toplumda olduğu gibi hurafeler kulaktan kulağa yayıldı: Felaketin nedeni rasathaneydi! Çünkü buradan meleklerin bacaklarına bakılıyordu! Kimse çıkıp, “1539, 1573, 1576 yıllarında da veba oldu. Zaten depremler hep oluyor” demedi.
Çünkü sarayda bu hurafelerden beslenen gruplar vardı. Rasathane kurucusu Takiyeddin’in en büyük destekçisi Sadeddin Hoca’yla, zamanın şeyhülislamı Ahmed Şemseddin Efendi’nin arası bozuktu. Şeyhülislam saray kadınlarının da desteğini alıp padişahı rasathanenin “günah” olduğuna inandırdı. • Fatih dönemi ile Kanuni Sultan Süleyman dönemi arasında bir karşılaştırma yapılabilir. • Vebadan korunma konusunda Sultan Süleyman’ın, hastalıktan kaçmanın Allah’ın iradesine karşı çıkmak anlamına geleceği şeklindeki bir açıklaması vardır. • Osmanlı İmparatorluğu’nda daha “kaderci” bir tavrın hâkim olmaya başladığını savunulur. • Kanuni döneminde hastalıktan kaçarak korunmak isteyen kimselerle alay edilmekte, ayrıca hastalığın bulaşıcılığı olduğu fikri tamamen reddedilmekteydi.
Fransız gezgin Jean du Mont 1690 yılında Osmanlı’ya yapığı geziden edindiği izlenimleri şöyle aktarıyor: “Kadere inançları o kadar kuvvetlidir ki bulaşıcı hastalıklardan korunmak için tedbir almaya gerek görmezler. Böyle durumlarda önlem alan Hıristiyanlara da kızarlar. “ Bir Fransız bana geçen gün başından geçen bir olayı anlattı: Bir veba salgınında sokakta yürürken vebadan ölmüş bir adamı taşıyan birkaç Türk görmüş. Bunlardan kaçmak için yolunu değiştirmiş. Fakat o adamlardan biri koşarak ona yetişmiş ve yaralı göğsünü açarak ona sürtünmüş ve ‘Ölüye ve ölen adamlara saygı ve yardım etmeyi öğren’ demiş.
Bunlardan hiçbirinin mucize olmadan kurtulmalarına olanak yoktu. Bulaşıcı hastalık bulunan yerden gelenlerden kaçınmıyorlar.” • Vebanın yoğun olarak yaşandığı düşünülen bazı mekânlar İstanbul sakinleri tarafından günah keçisi ilan edildiler. • Bahçekapısı çevresinde yer alan ve bekâr odalarının bulunduğu Melekgirmez Sokağı bu konuda dikkat çekici bir örnek olarak belirmektedir: • Cabi’nin tespitine göre, vebayla mücadele konusunda söz konusu hastalığın yayılmasını engelleme konusunda yaşanan başarısızlığın en önemli nedenlerinden birisi hiç şüphesiz bekâr odalarına hâkim olan zina ve fuhuş idi. •
Ahmet Rasim, Fuhş- i Atik kitabındaki makalelerinden birinde şöyle der: • “Yeniçeriliğin son yıllarında, bu asker ocağı bir haşarat haline gelmiş ve kayıkçı, mavnacı, hammal gibi bekar uşakları yeniçeri yazılıp, Bahçekapı iskelesi ve civarını türlü fuhuş ve rezaletin sokaklara taşdığı bir semt haline getirmişlerdi. Kayıkhaneler ve kahvehanelerin üzerinde bekar odaları bulunurdu. Buraya ‘Melek Girmez Sokağı’ denmişti. Veba salgını çıkınca buralara baskın yapıldı ve kapatıldı. Yıkım sırasında bazı odalarda vebaya yakalanmış ya da yeni ölmüş birkaç kadına da rastlandı”.
Müslüman ulemanın müslüman halk üzerindeki etkisi müslümanların salgınlar karşısındaki gündelik davranışlarını etkilemektedir. • Özellikle Avrupa’lı konsolosların halk sağlığını korumak adına önerdikleri pratikleri müslüman ileri gelenler ve ulema şiddetle reddeder. • Panzac’ın 1814’de Epir’in (Batı Yunanistanda) müslüman kasabası Filad’daki veba salgını bu açıdan değerlendirilebilir.
Fransız konsolosu Pouqueville’nin yazdıkları şöyledir: Ben sadece az masraflı bir karantinanın kurulmasını istemekteyken, insanların çektiği acıları her zaman Allah’a dayandıran bu sağduyusuz insanlardan biri, konuşmamın ortasında şöyle haykırdı: “Kardeşlerim! Bu hristiyanı dinlemeyiniz! Bize yeni adetler gerekli değildir, bırakın Frenkleri ne isterlerse yapsınlar.
Biz, atalarımızın geleneklerini ve dinimizin prensiplerini koruyalım! Taun ezelden beri dünyada olup bitene karar veren Allah’tandır ve bunu engellemek insanın kısmetine karşı gelmektir. Kardeşlerim taun nedir? Cennetin yıkılan üç yüz altmış kapısından biridir ve herbirimiz onu kaldırmak, onarmak için acele etmeliyiz. İşte yapılması gereken; zor zamanda kendini göstermektir, yoksa Frenkler gibi karantinanın demirleri arkasına sığınmak değil. Zaten veba gelecekse gelir, kaderdir. Fakat bana öyle geliyor ki hiç birşey olmayacak!”
Müslümanların güven duygusunu iki kat arttıran bu konuşmadan sonra, salgın Filad’a girdi. Hastaların yardımına koşarak, ölüleri yıkayarak alel acele cennetin kapılarını onarmaya giriştiler ve bir hafta bile dolmadan salgın şehrin bütün mahallelerine yayıldı. İstanbul sakinleri, özellikle 1811 ve 1812 yılları süresince şehirde etkili olan veba salgınından korunma yolları içerisinde sıklıkla şehrin çevre mahallelerine kaçarak yerleşmeyi tercih ettiler. Şehir halkının veba ile mücadele konusunda sergilediği başarısızlığın nedeni, yaygın kanaatten farklı olarak Müslümanların dünya görüşlerini biçimlendiren yanlış dinsel anlayışlar değil, devlet kurumlarının söz konusu hastalığa karşı gerekli önlemleri alma konusunda yetersiz kalmasıydı.
Devlet kurumlarının zamanla gerekli tedbirleri almak üzere bilinçli bir tavır sergilediği, örneğin modern bulaşıcı hastalıkların toplumsal ağ içindeki dolaşımına engel olmak için karantina uygulamasına gidildiği görülmektedir. • İstanbul’da veba genel olarak bahar aylarının gelmesiyle birlikte görülmeye başlamaktaydı. • Bahar aylarıyla beraber, sıcak ve nemli ortamlarda çoğalma imkânı bulan mikroplardan ve bu mikropların başka canlılara bulaşmasında rol oynayan pirelerin çoğalmasından dolayı veba, özellikle Ağustos- Eylül aylarında pik yapmakta, kış aylarının başlamasıyla birlikte ise sona ermekteydi.
Geniş alanlara yayılan (en az 10 bölge) ve en az bir yıl etkili etkili olan veba salgınlarının tarihsel döngülerini Panzac aşağıdaki tarihlerde olduğunu belirlemiştir. 1. 1713, 2. 1719, 3. 1728-29, 4. 1739-41, 5. 1743, 6. 1759-60, 7. 1762-63, 8. 1765, 9. 1781, 10. 1784-86, 11. 1791-92, 12. 1813-17, 13. 1819, 14. 1835 ve 15. 1837-38 ,Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa 1838 yılında resmi olarak karantina kararı alındı ve bu durumu kurumsallaştırmak üzere 1839 yılında Karantina Nazırlığı kuruldu.
Osmanlı’da iki nedenle salgın hastalıklar büyük yıkımlara yol açmış olmalı. 1. Osmanlı’nın coğrafi konumu: Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan İmparatorluk yollarında ticaret için mal taşındığı kadar muhtemelen mikroplar da sınırları aşıp geliyordu. 2. Osmanlı yönetimi salgın hastalıklarla nasıl baş edileceğini bilmemesi: Tıp bilimine ve eğitimine de gereken önem verilmiyordu. Doktorların büyük kısmı yabancılardan veya gayrimüslimlerden oluşuyordu. Osmanlıda vebanın yayılışını kolaylaştıran başlıca nedenler • Kötü sağlık koşulları, • Kentlerdeki aşırı kalabalık, • Ölen hayvanların gömülmemesi ve • Ticaret vebanın yayılmasını kolaylaştıran faktörler arasındaydı. • Hacıların Mekke’den hastalığı getirmesiyle, • Mal ve yolcu taşıyan gemilerin liman kentlerine de hastalığın taşınmasıyla hastalık hızla yayılmıştır.
Osmanlıda Vebanın Ekonomik Zararları • Cizye(*) ödeyen vergi mükelleflerinin gerek yaşanan ölümler ve gerekse vebadan korunmak üzere taşraya yerleşmeleri sebebiyle, İstanbul’dan elde edilen cizye gelirlerinde ciddi bir azalmanın meydana gelmesi ve bu duruma çözüm bulma konusunda sergilenen devlet müdahalesidir. Vebanın yol açtığı ölümler yalnızca tüketiciler arasında değil, aynı zamanda esnaf kimseler arasında da yoğun olarak yaşandığından şehir esnafı, meslektaşlarının cenazesini kaldırmaktan dükkânlarını açmaya fırsat bulamayarak ya zarar ettiler ya da fazla kar elde edemediler.
Devlet, cizyedarların muhtemel zararlarını karşılamak konusunda birtakım güvenceler sağlamak yoluyla bu olumsuz durumu aşmaya çalışmıştır. (*)Müslüman devletlerde Müslüman olmayan yurttaşlardan alınan bir tür vergi. Şehirde söz konusu hastalıktan dolayı ortaya çıkan kargaşa ortamından faydalanarak yağmacılık eden kimseleri de yine veba ekonomisinin kazananları olarak tespit etmek mümkündür. Özellikle mezarcılar, kefen satıcıları ve kayıkçılar gibi meslek erbabı dışında yer alan esnaf açısından ekonomik koşulların genel olarak olumsuz olduğu söylenebilir. Özetle; Veba salgınlarının yaklaşık olarak 17. yüzyılın sonlarından itibaren, Avrupa’da etkisini kaybettiği söylenebilir. Avrupa topraklarını terk ettikten sonra veba, özellikle Osmanlı coğrafyasında yani Balkanlar’da, Anadolu’da ve Arap yarımadasında görülmeye başlandı.
Daha sonra Avrupa’da olduğu gibi alınan etkili önlemler sonucunda Osmanlı topraklarında da etkisini kaybetmeye başladı. 1820’lere doğru veba salgınlarının durgunlaştığı 19. yüzyılın ilk çeyreği kolera salgınlarının başladığı yıllardır. 1700-1850 yılları arasında nerdeyse aralıksız hafif, orta ve şiddetli salgınlara sebep olan veba 19. yüzyılın ikinci yarısında yerini şiddetli kolera salgınlarına bırakmıştır. Dünyada 2010 – 2015 yıllarında 3248 vaka olup 584 ölüm olmuştur. 1 Ağustos 2017 tarihinde büyük bir veba salgını başlamıştır. 10 Kasım 2017’ye kadar 2.119 vaka bildirilmiş, 171 ölüm olmuştur.
Uzun zamandan beri vebanın doğal odağı olarak Madagaskar’ın orta bölgede bulunan plato gösterilmektedir. Ormanlık alanların yok edilmesi, salgın için tetikleyici olmuştur. Ayrıca yaşayan halkın temiz suya, elektrik, temel sağlık hizmetleri ve beslenme gereksinimlerine erişememesi de önemli faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır. Halen 9 ülke risk altındadır. (Komor adaları, Etiyopya, , Kenya, Mauritius, Mozambik, La Réunion (France), Seyşeller, Güney Afrika Cum. ve Tanzanya).
Vebadan kurtulduktan sonra bu kez salgın yapan hastalık bitlerin taşıdığı tifüs olmuştur. Avrupanın koyun stokları arttıkça, vebadan kurtulanlar daha fazla yün giymeye başladılar ve bit kolonilerine uygun ortam hazırladılar. Yün kullanımı sonucu tifüs, 15.yüzyılda tüm Avrupa’ya yayıldı. Hastane ve kirli yerlerde çoğaldığı için, “hastane ya da hapishane ateşi” olarak da adlandırıldı. Tarihte Görülen Tifüs Salgınları Veba – Tifüs, Kalabalık ve yetersiz sanitasyonu olan kentler, Savaşlar, Göçler,Ticaret, insan hareketleri, Bit, pire ya da benzeri artopodlarla temasın artması, Yerleşim yerlerinin hayvanların doğal yaşam alanlarına kayması, Yetersiz bilgi, hurafe, Toplumun bilgi okur yazarlığının yetersizliği.
İlk kolera epidemisi hakkında detaylı bilgi Portekiz kayıtlarında yer almakta ve 1543 yılında Ganj deltasında görüldüğü yazılmaktadır. Kolera dünyada 7 kez pandemi yapmıştır: 1.Pandemi 1817 yılında Hindistan, Myanmar, SriLanka yoluyla Avrupa da görüldü. Bir kol Endonezya, Filipinlere yayılırken diğer kol körfez ülkeleri, Türkiye, Suriye ve Güney Rusyaya yayıldı. 2.Pandemi 1829 yılında oldu. Hindistan Orta ve Doğu Asya, Finlandiya, Polonya, Macaristan ve Almanyaya yayıldı. 1831’de İngilterede görüldü. 1832 yılında Amerika kıtasına yayıldı. Kanada’da salgın yaptı.
3.Pandemi1852-1859 yıllarında Avrupa , Kuzey Amerika ve Afrikada oldu. 4. (1861-1875) ve 5. pandemi (1881-1896) yıllarında oldu. 4.Pandemide İngilteredeki vakalar John snow tarafında incelendi. 5. pandemide ise Robert Koch Mısır ve Kalkütada mikrobiyolojik inceleme yapmıştır. 1854’de kolera vibriyonu Filippo Pacini tarafından saptanmıştır. 6. Pandemi (1899–1923) halk sağlığı ve sanitasyon uygulamaları nedeniyle Avrupa ve K. Amerikada etkili olmamıştır. Rusya, Orta doğu ve kuzey Afrika etkilenmiştir. 1918 ve 1919 yıllarında yarım milyon insanın ölümüne yol açmıştır.
Koleranın Coğrafik Dağılımı , 1842-1923 Haritanın yayın tarihi 1952. 1842-1862 1842-1862 1912-1923 • 19. YÜZYILIN en korkulan hastalığıydı ve nedeni bir sır olarak kalmıştı. Bazı kimseler koleranın nedeninin, çürüyen organik maddelerden yayılan iğrenç kokuları solumak olduğuna inanıyordu. Onların kuşkuları mantıklı görünebilirdi. Londra’dan geçen Thames Irmağı çok pis bir koku yayıyordu. “Acaba hastalığı bu pis kokulu hava mı bulaştırıyordu?” sorusu sorulmaktaydı.
1854’e doğru sifonlu tuvaletler yapılmış olsa da, çağdışı bir kanalizasyon sistemi insan dışkısını oluklar ve kanalizasyon borularıyla doğrudan Thames Irmağı’na, yani halkın başlıca içme suyu kaynağına akıtıyordu. Korunma 1. Karın bölgesini korumak için sıcak tutan giysiler kullanılmalı, 2. Kötü hava yaratan mezarlık, mazgallar, toprak çukurlar, kümesler, ahırlar evlerden uzak yerlere yapılmalı 3. Yerleri, ev içlerini kuru tutmalı 4. Evler aydınlık, kuru ve havadar olmalı 5. Tuvalet çukurları ile kuyular arasında bağlantı olmamalı, çünkü sular kirlenir. 6. 1970’lerde birçok Yehova’nın Şahidleri Malavi’den kaçmak zorunda kaldı. Güvenlikleri için komşu ülke Mozambik’e gittiler. Orada 30.000’den fazla kişi 10 sığınmacı kampına yerleşti. Genelde sığınmacı kampları suyla bulaşan hastalıklar için elverişli bir ortamdır.
Acaba bu koşullarda Şahitlerin durumu nasıldı? Lemon Kabwazi 17.000 kişiyle birlikte Mlangeni’deki en büyük kampta yaşadı. Kamp her zaman temiz tutuldu. Tuvalet çukurları kampın dışına kazıldı ve hiç kimsenin kamp içinde kendi tuvalet çukurunu kazmasına izin verilmedi. Çöp çukurları da kamptan uzağa kazıldı. • Gönüllüler kampın dışındaki başka bir bölgede kazılmış kuyulardan çekilen suyun temizliğini sağlamak da dahil, temizlikle ilgili her şeyle ilgilendiler. Kısıtlı durumda olmamıza rağmen, hijyen konusunda standartlara sıkıca bağlı kaldık; bu nedenle, ciddi bir hastalıkla ilgili hiç salgın yaşamadık ve hiç kimse kolera olmadı.” 7. Pandemi Endonezyadan başlamış, Asya ve Afrika ülkeleri etkilenmiştir. 1991 yılında Peru’dan Güney Afrikaya atlamış, ayrıca Ekvador, Kolombiya, Brazilya ,Şili daha sonra Orta Amerika ve Meksikada salgın görülmüştür.
Kolera ise Osmanlı topraklarına 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ulaşır. Ayar’ın tespitlerine göre İstanbul’da ilk kolera salgını 1831’de baş göstermiştir. Sonrasında dünyadaki pandemilerden de etkilenen büyük salgınların tarihleri şöyledir: 1847-48, 1852- 54, 18656, 1870, 1876, 1881-83, 1889-90, 1892-95, 1902-03, 1910, 1912-13.
7 Salgının oluşmasında etkili faktörler; Dini bayramlar, törenler, Ölülerin yıkanması, Kışla, hastane ve ibadethaneler gibi insanların toplu olarak kullandıkları mekânlar, Aile üyelerinin hastalara bakmaları, Aynı kaptan yemeleri veya su içmeleri, Hastalıktan ölen kişinin eşyalarının kullanılması, Hasta ve komşu ziyaretleri, çöpler, lağım ve açıkta olan kirli sular gibi durumlar etkili olmuştur. Salgın hastalıklar karşısında uygulanan diğer idari pratikler şehir yaşamını doğrudan ilgilendiren ve şehirdeki gündelik yaşamı kontrol altına alarak dönüştüren belediyecilik uygulamalarıdır.
Şehrin temizliği ve bunun teftişi ile yetkili ilk kurumsal yapı 1854 yılında İstanbul’da kurulan Şehremaneti’dir. Bu kurumsal yapı ve yetkileri giderek genişlemiş ve 1890’lara gelindiğinde İstanbul’da çeşitli bölgelerde yetkili Şehremaneti’ne bağlı 10 belediye dairesine ayrılmıştır. Özellikle İstanbul’da hastalığın nesnel koşulları sebebiyle daha kolay yayıldığı alt-orta sınıf mahalleler tecrit gibi kontrol ve gözetim pratikleri ile denetlemeye tabi tutulmuştur.
Şehirde kol gezen koleraya karşı alınan tedbirler; Cami, han, hamamların umuma açık tuvaletlerinin badana ettirilip özel kimyasallarla temizlenmesi, Şehir içindeki çeşmelerin artık su ayaklarının kapatılması, Çöplerin kaldırılması, Salhane, boyahane ve kasap gibi dükkânların şehrin dışına çıkarılması, Kaldırım yapılması, çukur ve hendeklerin kapatılması, Çarşı, pazar, sokak, hanelerin temizliği gibi koleraya kaynaklık edebilecek veya yayılmasını hızlandıracak olan noktalarrı kontrol altına alınmaya çalışılması Halkı hastalığa karşı bilinçlendirmek için Türkçe, Ermenice ve Rumca risaleler hazırlanıp, hastalığa karşı hijyen kurallarına nasıl uyulacağına dair bilgilendirme yapılmıştır Bütün tedbirlerin teftişi, askeri zabitan tarafından yapılmış ve ihmali görülenler cezalandırılmıştır.
Salgınlar süresince Osmanlı Devleti’nin almış olduğu önlemler; Kordon Usulü: : Bu uygulamada asıl maksat, hastalığın ortaya çıkış yerinden dışarı yayılmasını engellemek ve aynı yerde imha edilmesini sağlamaktı. Yani bu, karantina usulünün dar kapsamlı başka bir versiyonudur. Hastalığın çıktığı ev, hastane veya kışlalarda bu uygulama yapılmaktadır. Şehirde şüphe duyulan bütün vakaların ortaya çıktığı yerler, benzer şekilde ablukaya alınmaktaydı. Bu kordon süresi genellikle on gündü.
Salgınlar süresince Osmanlı Devleti’nin almış olduğu önlemler II. Karantina Uygulaması ve Karantina,Mahalleri olan Tahaffuzhaneler: Karantina Mahalleri – Tuzla ve Kavak Tahaffuzhanesi olan ‟nin günümüzdeki durumu. Dezenfeksiyon Uygulaması: Tebhirhaneler -Üsküdar Tebhirhanesi (Dezenfeksiyon Merkezi).
Modern koruyucu sağlık uygulamaları: Bakteriyolojihane -i Şahane‟nin açılması ve işlevi.
İSTANBUL’DA İLLET- KOLERA SALGINLARI (1831-1914)
OSMANLI DEVLETi’NiN ALDIĞI ÖNLEMLER VE GÜNÜMÜZDEKİ İZLERİ
2016, Samsun 1910 yılında büyük bir Kolera salgınıyla karşı karşıya kalmıştır. (Kente kolerayı 1910 yılında Arnavutluk’tan dönen askerler getirmişti.) 3 Kasım 1910 tarihinden itibaren Samsun’dan yolcu alan vapurların Sinop’ta, yalnız eşya alanların ise Manastır Ağzı denilen yerde beş gün karantinaya tabi tutulacakları bildirilmiştir. İstanbul’dan Samsun’a gelen yolcularda yine aynı şekilde karantinaya tabi tutulmuşlardır. Samsun’dan karayoluyla Amasya ve Tokat’a gidecek yolcular Samsun’un çıkışında her gün bir doktor tarafından muayene edilerek içlerinde koleraya yakalananlara rastlanılırsa, bunların yolculuklarına izin verilmeyerek ayrı bir yerde tedavi altına alınmışlardır.
Samsun 1910 yılındaki Kolera salgınında halka verilen bilgiler ;
1.Hastalık çıkan eve uğramayınız; hastaya yaklaşmayınız. 2.Hastanın eşyasını temizleyip odasını on beş gün boş tutun. 3.Çömlekte kaynatılmış sirke, yahut nişadır ruhu hiç olmazsa sarımsak bulundurun. 4. Evlere günlük, yahut servi kozalağı gibi maddelerle günde birkaç defa tütsü veriniz. 5. Vücudunuzu üşütmeyiniz, ayağınızı sıcak tutunuz. 6. Safrayı arttırıcı, tahrik edici şeyler yiyip içmeyiniz. Hafif yiyiniz. Yalnız soğan, sarımsak yiyenlerin bu illete tutulmadıkları görülüyor. 7. İçilecek suya sirke akıtınız. 8. Akşam yemeklerinden önce bir fincan mukattar nane suyu içiniz.
Kırk yedi yıl sonra yeniden bir salgının hikâyesi: 1970 Sağmalcılar kolera salgınından günümüze dersler
Coşkun Bakar Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı AD., Çanakkale, TURKISH JOURNAL OF PUBLIC HEALTHVol 15, No 3 (2017)
Birleşmiş Milletler (BM) tarihteki en büyük ve en hızlı yayılan kolera salgınının Yemen’i etkisi altına aldığını ve salgının ülkenin yüzde 92’sine yayıldığını bildirdi. BM Genel Sekreter Sözcüsü Stephane Dujarric, günlük basın birifinginde, kolera salgının baş gösterdiği 27 Nisan’dan bu yana ülkede 820 bin vakanın görüldüğü ve salgın nedeniyle 2 bin 150 kişinin hayatını kaybettiğini söyledi. Yemen’deki iç savaş nedeniyle ülke içinde yerinden edilmiş yaklaşık 3 milyon kişi, temiz içme suyu bulunamaması ve atıkların toplanamaması gibi nedenler yüzünden her gün koleraya yakalanma riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Çevre sağlığı hizmetinde çalışan personelin ve hekimlerin ücretleri ödenmiyor. Genel greve gidiyorlar. Belediye hizmetleri aksıyor. Çöpler sokaklarda birikiyor, sağlıklı ve sürekli su temini yetersiz, hatta yok. Savaş ve göçlere bağlı temel hizmetlerin sunulmaması. Sağlıklı su temini ve lağım sistemlerinin yetersizliği, Kalabalık yaşam ve belediye hizmetlerinin aksaması, Kişisel temizlik uygulamalarının yetersizliği, Coğrafik durum (Ör: Denize açılan deltaların olması). Uluslararası sebze ve deniz-su ürünü ticareti. İklimin etkisi ???
İlk kayıtlı çiçek salgını MÖ 1350 yılında Mısır Hitit savaşı sırasındadır. V.Ramses’in mumyasında yüzünde skarlar görülmektedir. • Çiçek Arapların Avrupaya yayılması, haçlı seferleri, Karayipler bölgesine yerleşim ve Amerika kıtasındaki kolonizasyon ile tüm dünyaya yayıldı.
Çiçek Enfeksiyonunun Tarihi
6. YY. Çin ve Kore ile ticaretin artışına bağlı Japonyada salgın. • 7YY: Arapların Kuzey Afrika ve Avrupaya geçişi sonucu İspanya, Portekiz salgınları. • 11 YY: Century – Haçlı seferleri sonucu Avruya yayılım • 15 YY: Portekizin Batı Afrikayı işgali sonucu bölgede salgın . • 16 YY: Afrikadan köle ticareti sonucu Karayiplerde , orta ve güney Amerikada salgın. • 17 YY: Köle ticareti nedeniyle Kuzey Amerikada salgın. • 18 YY: Avustralyanın İngilizlerce işgali sonucu salgın • Mortalitesi %10-50 arasında değişen hastalığın çok sayıda ölğme neden olduğu bilinmektedir. • Alınan önlemler ve tedaviler başarısız olmuştur. • Osmanlı İmparatorluğunda ağır salgınlar yoktur. (Yaklaşık 3000 yıldır Asya Hint-Çinliler ve Türkler bağışıklama yaptığı için),
Hastalığın çözümü aşı ile gerçekleşmiştir. • Halen eradike edilmiş bu hastalığa karşı özel bir risk tanımlanmamaktadır. Tarih– MÖ 2700 – MS 340 • Çin • Nei Ching – tıbbi kayıtlar • Quinhao (artemisinin) ateş düşürücü olarak kullanılması • Roma – yunan • MÖ 4 YY – Hastalık tanımlanmış • Pericles dönemi(495-429) – böcek sokması ile bulaşıyors MÖ2000 – 500 BC: Nil vadisi • Patolojist Dr Nerlich MÖ 3500-500’e ait 91 kişiye ait kemik numunesi inceliyor. • Plasmodium falciparum saptıyor. • Kral Tutankhamen’da da aynı etmen var. https://www.cdc.gov/malaria/about/history/history_cdc.html • Sıtma hastalığı önceki yıllarla karşılaştırıldığında II. Meşrutiyet dönemi’nde belgelere, kitaplara ve dergilere daha fazla yansımıştır.
Zabıt cerideleri ile Düsturda sıtma hakkında tartışmaların 1909-1914 arasında daha fazladır ve kinin ile ilgili ilk yasal düzenleme 1913’te yapılmıştır. • 1914-1918 yılları arasının ise topyekûn bir savaş dönemine denk geldiğini, hastalıktan ölümlerin arttığını, Meclis’in belirli aralıklarla toplanabildiğini • Suda yaşayan yavruların yok edilmesinin pek kolay olmadığını hatırlatan Osman Hamid, yavruları öldürmenin en kesin yönteminin havasız bırakmak olduğunu söylemektedir.
Su birikintileri, petrol veya şist yağı ile kaplanırsa hava almak için yüzeye çıkan yavrular, bu maddeleri çekeceklerinden öleceklerdir. • Ancak bu işlem gerçekleştirilirken hem su birikintisinin hayvanlar tarafından kullanıp kullanmadığına dikkat edilmeli hem de haftada iki kere petrol ya da şist yağı dökülmelidir (Doktor Hamid Osman, 1330: 74). • Milaslı İsmail Hakkı 15 günde bir gaz yağı dökülerek çamurların örtülmesini ve yusufçuk ile kız böceği gibi sivrisinek yavrularıyla beslenen böceklerin sayısının arttırılmasını önermektedir (Milaslı İsmail Hakkı, 1326: 9). • Kafes ve tel örgünün yararlarını Milaslı İsmail Hakkı İtalya’dan verdiği örnekle somutlaştırmaktadır.
İtalyan bir işverenin kendi kendisine kapanan kapı, tel örgü ve cibinlikten oluşan korunaklı alanlarda tuttuğu 194 işçisinin sadece 3 tanesi sıtmaya yakalanmıştır • (Milaslı İsmail Hakkı, 1326:10).
Sivrisinek Habitatları Sıtma Önlenebilir mi? 1. Etkili bir tedavi var ama koruyucu bir aşı yok (Sadece falsifarum türü için bu yıl denemeye konulacak bir aşı var) 2. Küresel ticaret, turizm (egzotik yerlere), insan ve mal hareketleri 3. İklim değişiklikleri 4. Savaşlar ve göçler, 5. Altyapı eksikliği 6. Kentsel alanda sivrisinek üreme alanlarındaki artış 7. Hastalığın gelişmiş ülkelerde unutulması Demografik ve davranışsal Demografik değişim, yaşlanma, immün bozukluklar, davranış kalıplarında değişimler, damar içi madde kullanımı Seyahat, göç ve küreselleşme
Kırdan kente göçlerin hızlanması Ulaşım sistemlerinin gelişmesi Uluslararası göçler ve göçmenler, sığınmacılar Uluslararası seyahat ve turizm Vahşi yaşamla olan temaslarda artış Modern tıbbi uygulamalar Yaygın antibiyotik kullanımı ve antibiyotiklere direnç gelişmesi Mikroorganizmalardaki adaptasyon ve direnç gelişmesi Hastane enfeksiyonları Yoğun bakım uygulamaları Modern gıda teknolojileri Endüstrileşmiş gıda üretimi Gıda işleme ve koruma teknolojileri Gıda üretiminde antibiyotik ve kimyasalların kullanımı
Küresel ticaret ve gıda dağıtımı Talep, tüketim ve davranış kalıplarında değişme Politik, ekolojik ve çevresel Savaşlar ve iç karışıklıklar Ülke içindeki bazı toplumlara baskı uygulayan yönetimler Sosyal eşitsizlikler (İncinebilir grupların artması) Küresel ısınma ve iklim değişiklikleri Çevresel afetler (ör: seller, fırtınalar..) Kentleşme ve mega kentlerin ortaya çıkışı Kentsel alanlarında hızlanarak genişlemesi ve sayısındaki artışalar Accelerating urbanization and megacities Çevresel kirlilik (hava, su, toprak, yer altı kaynakları…)
Kalabalık, yoksulluk, kaynak yetersizliği Yetersiz altyapı ve yetersiz yerel yönetimler Cinsel davranışlarda değişimler Kentsel alanların genişlemesine bağlı ekolojik değişimler Yeni görülen enfeksiyonlar İnsanda hastalık yapan Mikroorganizmalar da salgınların yayılmasında çok önemli faktörleri oluşturuyorlar.
SALGINLARIN TARİHİ:
TOPLUMSAL VE SİYASAL AÇIDAN KISA BİR BAKIŞ Dr. Fatih Artvinli Doçent, Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı
Özet Bulaşıcı hastalıklar, salgın (epidemi) ve küresel salgın (pandemi) halini aldıkları dönemlerde insanlık ve uygarlık tarihinde derin izler bırakmış ve bizzat tarihi şekillendirmiştir. Salgınlar, sadece bir tür olarak insanı değil aynı zamanda içinde yaşadığı toplumu, doğayı, diğer canlı türlerini ve toplumsal yapıları da etkilemiştir. Şüphesiz salgınlar insanları yalnızca bedensel açıdan değil ruhsal açıdan da tahribata uğratmış, toplum hafızasında ve psikolojisinde derin izler bırakmıştır. Bu yazıda, salgınların uzun tarihine, toplumsal ve siyasal açıdan kısa bir bakış sunmaya çalışacağım. Giriş Tarih deyince genelde aklımıza siyasi tarih, daha doğrusu savaşlar, hükümdarlar, antlaşmalar vb. Etrafında örülen bir anlatı gelir.
Oysa tarih, siyasi olaylar silsilesinden ibaret bir alan, yalnızca “büyük olaylar” etrafında “büyük kişiler”in şekillendirdiği “büyük anlatılar”a yer veren bir disiplin değildir; günümüzde tarihçilik ve tarihyazımı sosyal ve ekonomik yapılara, insanların gündelik hayatlarına, kültürlerine, toplumsal gruplara, çevreye, doğaya vb. Çok farklı alanlara odaklanmaktadır. Yani tarihçilik artık “çok önemli adamları”ı değil sıradan insanları, ihmal edilmiş, görmezden gelinmiş, seslerine kulak tıkanmış insanları, özellikle kadınlar, yoksullar, işçiler, köylüler, hastalar gibi grupları anlatının merkezine dahil etmektedir.
Genel tarihçilik için geçerli olan bu durum, tıp tarihçiliği için de geçerlidir; günümüzde yeni tür tıp tarihi yazımı üzerine sayısız tartışma ve örnekler vardır. Salgınlar üzerine çalışan, yalnızca bir salgının belli bir coğrafyadaki etkileri ve nasıl yaşandığını yıllar boyunca araştıran tarihçiler, yani salgın tarihçileri vardır. Şüphesiz tarih, salgınlar üzerinden de anlatılabilir. Örneğin William mcneill, Salgınlar ve Halklar kitabında, tarih disiplini açısından salgın hastalıkların önemini ortaya koyarak, dünya tarihini insanlarla mikroplar arasındaki karşılıklı ilişki üzerinden incelemiştir (mcneill, 1976). Yani tarih, aslında insanlar ve mikroplar arasında süregiden mücadelenin bir tarihi Tarih, aslında insanlar ve mikroplar arasında süregiden mücadelenin bir tarihi olarak da okunabilir. 44 olarak da okunabilir.
Mikropların “bu mücadelede insanlardan bir adım önde” olduğunu iddia eden Crawford’a göre, gözle görülemeyen mikroorganizmalar vücutlarımızı sömürgeleştirerek, evrim sürecimizi derinden etkilemiş ve çok sayıda ölüme neden olan salgın hastalıklara yol açarak tarihimizi şekillendirmiştir (Crawford, 2019). Vebalar ve İnsanlar Tarih boyunca sayısız salgınla mücadele eden insanlığın kolektif hafızasında yer edinen ve salgın denildiğinde ilk akla gelen şüphesiz vebadır. Bunun nedeni, vebanın özellikle Avrupa kıtasında hüküm sürdüğü dönemde, nüfusun üçte birini yok etmiş olmasıyla açıklanabilir (Çıpa, 1995). Farklı dönemlerde ve farklı coğrafyalarda meydana gelen irili ufaklı sayısız veba salgınından özellikle üçü, geniş çaplı ya da kıtalararası kitlesel bir salgın yani pandemi olması nedeniyle, tarih yazımında daha geniş biçimde yer almıştır.
Bu üç pandemiden birincisi, 6. Yüzyılda İstanbul’da yaşanan Jüstinyen Vebası, ikincisi 14. Yüzyılda ortaya çıkan ve Kara Ölüm (Black Death) olarak adlandırılan veba salgını, sonuncusu ise 19. Yüzyıl sonlarında şiddetlenen ÜçüncüVeba Salgını’dır (Varlık, 2017). İmparator Büyük Jüstinyen döneminde Bizans başkenti Konstantinopolis’de 542 yılı baharında ortaya çıkan veba salgını hızla yayılarak ciddi bir yıkıma neden olmuştur. Her ne kadar ölü sayısı kesin olarak bilinmese de o dönemde yaklaşık 400.000 nüfuslu başkentin en azından yüzde yirmisinin bu salgında öldüğünü söylemek mümkündür (Varlık, 2018).
Salgın bu tarihten itibaren döngüsel olarak yaklaşık iki yüzyıl boyunca devam etmiş ve imparatorluğun sonunu hazırlamıştır. Başkentte bir yıla yakın devam eden salgının en şiddetli döneminde günde beş bin insanın öldüğü tahmin edilmektedir (Little, 2007). The Triumph of Death (Ölümün Zaferi), Pieter Brueghel, 1562 45 Kara Ölüm, 1346-1353 yılları arasında şiddetlenen, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’nın tamamına yayılan ve hemen her şehri ve köyü etkilemiş en yıkıcı veba pandemisidir (Crawford, 2019). Üç yıl gibi kısa bir sürede tüm Avrupa kıtasına yayılan hastalık, genç yaşlı demeden herkese bulaşmış ve milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur.
Veba, Avrupa’da 1353 yılında yatışmaya başlamış ise de sonraki 300 yıl boyunca beklenmedik zamanlarda tekrar tekrar ortaya çıkarak yine çok sayıda insanın ölümüne yol açmıştır. Kara Ölüm sonrasında yaklaşık 50-60 milyonluk nüfusun azaldığı Avrupa kıtası, 13. Yüzyıldaki nüfusuna, tekrar 16. Yüzyılda ulaşabilmiştir (Nikiforuk, 2018). Bu dönemde Afrika’da ve Asya’da ölenlerin sayısı da Avrupa’da ölenlerden daha az değildi. Vebanın yıkıcılığının arttığı dönemlerde, pek çok şehirde, halk sadece salgından ölenlerin cenaze işleriyle uğraşır olmuştu. Nüfusun üçte birini yok eden Kara Ölüm, Avrupa tarihinin en önemli ve sonuçları itibariyle öncü olaylarından biridir.
Nikiforuk’a göre, veba feodalizmin sonunu getiren, kapitalizmin tohumlarını atan bir salgındır (Nikiforuk, 2018). Salgın nedeniyle insanların ve malların dolaşımı kısıtlandığı ve bazen tamamen yasaklandığı için ticaret ve ekonomi neredeyse durma noktasına gelmiştir. Bu durum ise özellikle Avrupalı tüccarları, dünyanın başka yerlerinde yeni kaynaklar, yeni pazarlar aramaya yöneltmiştir. Kara Ölüm her ne kadar başlangıçta sınıfsal bir ayrım gözetmeyen ve insanları ölüm karşısında eşitleyen bir salgın olarak düşünülse de, sonuçları itibariyle yoksul halkı, zenginlerden daha çok etkilemiştir.
Kötü ve yetersiz beslenmeleri, farelerle iç içe toprak evlerde yaşamaları, salgından kaçacak imkânlarının bulunmaması gibi nedenlerle yoksullar hem hastalığa daha çok maruz kalmış hem de yeterli bedensel dirençlere sahip olamadıkları için zenginlere kıyasla daha çok sayıda ölmüştür. Zenginler, aynı dönemde, farelerin barınmalarının daha zor olduğu taş evlerde yaşamaktadır (Kohn, 2008). Zenginler ellerindeki imkânlarla salgından ve ölümden kaçmak için şehirlerin dışında konutlar satın almıştır. Eski evlerine dönüp dönmeme kararlarını ise temizlettirdikleri evlerine bir süreliğine yoksul bir kadını yerleştirip, onun ölüp ölmeyeceği sonucuna göre vermişlerdir (Nikiforuk, 2018).
Mcneill, vebanın toplumsal yaşama en önemli etkilerinden birinin din ve inanç alanında olduğunu belirtmektedir. Salgının neden olduğu şiddetli sarsıntı nedeniyle Tanrı’nın gazabı ve insanların günahına karşılık bir bela olarak algılanması, bazı insanları hedonizme yöneltirken, bazılarını da diğer uca, münzeviliğe itmiştir (Çıpa, 1995). Kara Ölüm toplumsal ve kişisel yaşamda insanların tanrı ve din ile kurdukları ilişkiyi derinden etkilemiştir. Salgının şiddeti arttıkça insanlar artık rahiplere ve kiliseye güvenmemeye başlamıştır. Salgın öncesinde bilgiyi üretip denetleyen yegâne iktidar olan Katolik Kilisesi, Kara Ölüm karşısında çaresiz kalmıştır. Papazlar, salgın sürecinde kendi çıkarlarının peşine düşmüş, ölüleri gömmeyi ve günah çıkartmayı reddetmiş, dinsel görevlerini ve kiliselerini terk etmiştir. Kiliselerin açık ama çoğunlukla işlevsiz kaldığı bu dönemde, halk hastalık karşısında kilisenin, rahiplerin, papazların aciz kaldığını görmüş, bir çok Hıristiyan kiliseye olan güvenini kaybetmiştir. Ölen ya da kaçan din adamlarının yerini alanların çoğu halk tarafından yetersiz ve güvenilmez bulunmuş, kilisenin Kötü ve yetersiz beslenmeleri, farelerle iç içe toprak evlerde yaşamaları, salgından kaçacak imkânlarının bulunmaması gibi nedenlerle yoksullar hem hastalığa daha çok maruz kalmış hem de yeterli bedensel dirençlere sahip olamadıkları için zenginlere kıyasla daha çok sayıda ölmüştür.
Veba ile birlikte otoritesi sarsılan kilise, Avrupa’daki itibarını kaybetmeye başlamıştır. Bu süreçte insanların hoşnutsuzluğu ve eleştirileri dinde reform düşüncesine zemin hazırlamıştır (Nikiforuk, 2018). Salgın başlangıcında Avrupa’da insanlar kiliselere akın ederken diğer bölgelerde de insanlar yine ibadethanelere koşuyorlardı. Afrika’da Müslümanlar ellerinde Kur’an-ı Kerim, Yahudiler Tevrat, Hıristiyanlar ise İncil ile dua ediyor, kadın, erkek, çoluk, çocuk Tanrı’ya yakarıyordu. Salgınlar, insanların doğa ile kurduğu ilişkinin de sorgulanmasına yol açmıştır. Kara Ölüm, insanların doğayı ciddi biçimde tahrip ettiği bir ortamda patlak vermiştir. Gittikçe daha fazla toprağın tarıma açılması, tarım arazisi açmak için ormanların yok edilmesi, bataklıkların kurutulması uzun vadede iklimsel değişiklikleri artırmış ve ekolojik denge bozulmaya başlamıştır (Nikiforuk, 2018). Küçük Buzul Çağı olarak adlandırılan, dünyanın bu soğuma döneminde hasatlar azalmaya ve kıtlıklar oluşmaya başlamıştır. Kara Ölüm, bu gelişmelerin ardı sıra patlak vermiştir.
Salgınlarla mücadele için toplumsal tedbirler alınması ve politikalar uygulanması bir yandan sağlık ve tıp alanının öne çıkmasına, diğer yandan canlılarla ve doğayla ilgili diğer yaşam bilimlerinin gelişmesine dolaylı olarak katkıda bulunmuştur. İlerleyen yüzyıllarda bilim insanları, doğadan kaynaklı felaketleri, hastalıkları ve tehditleri yok etmek ya da en az hasarla engellemeye çalışmak konusunda daha çok çalışmaya başlamıştır. Veba salgınları hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu’nu da derinden etkiledi. Birbiri ardına meydana gelen veba salgınları, 16. Yüzyıl boyunca İstanbul’u adeta esir almıştır (Varlık, 2018). Bu şiddetli salgın zamanlarında şehir halkının vebaya karşı korunmayı umarak ve dua etmek amacıyla kutsal mekânları ziyaret etmek üzere şehri terk ettiği bilinmektedir. Padişah dahi kendisini salgından korumak üzere Sarayını terk etmek zorunda kalmış, şehirdeki çoğu dükkân kapatılmış, ayrıca mahkûmlar salıverilmiştir (Yıldırım, 2014). Veba, Osmanlı topraklarında etkisini 19. Yüzyıl başlarına kadar sürdürdü ve vebanın yerini, pandemilere yol açma kapasitesiyle yeni bir bulaşıcı hastalık olan kolera aldı.
Damgalama, Suçlama ve Şiddet Salgınların etkilediği farklı coğrafyalarda, farklı dönemlerde ve toplumlarda bazı ortak ya da benzer toplumsal ve ruhsal davranış biçimlerinden, tepkilerden ve düşüncelerden bahsedilebilir. Bunlardan biri, egemen olan toplumsal grubun dışında kalanların, azınlık ya da farklı olanların, savunmasız veya kırılgan olanların suçlanması, damgalanması ve hedef gösterilmesidir. Salgınların, yabancı düşmanlığının (zenofobinin) yayılmasında önemli rol oynadığı görülmektedir. Toplumlarda ölümcül ve kitlesel salgın hastalığın ortaya çıkması olağanüstü ve ciddi bir kriz ortamı yaratabilir ve bu durum toplumsal grupların birbirine duyduğu önyargıyı, düşmanlığı ve şiddeti açığa çıkarabilir. Geçmişteki salgınların sadece bedensel olarak insanları etkileyerek büyük çapta ölümlere yol açmakla kalmadığını, aynı zamanda, hüküm sürdüğü dönemlerde insanlar arası ilişkileri, toplumsal gruplar arasındaki ilişkiyi, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiyi derinden etkilediğini görüyoruz.
Veba Avrupa’da yayılmaya başladığında çeşitli ülkelerdeki Yahudiler kentteki su kuyularını zehirlemekle suçlanmış̧, günah keçisi ilan edilmiş, bir kısmı sürgüne gönderilmiş, bazı şehirlerde ise yakılarak ya da işkence ile öldürülmüştür (Kohn, 2008). Yahudilerin toplu olarak katledilmesi, günah keçisi arayışının veya vebayı yaydıkları gerekçesiyle bazı insanların suçlanmasının ortak dışa vurumlarından sadece biridir. Yalnızca Yahudiler değil Avrupa kıtasının çeşitli yerlerinde, veba salgınları döneminde Romanlar da baskı altına alınmıştır. Salgınların nedeni olarak günah keçisi arama, belli bir grubu suçlama ya da damgalama her salgının tarihsel ve kültürel bağlamı içerisinde ortaya çıkmış ve günümüze dek bazı benzer davranış örüntüleri sergilemiştir.
Kara Ölüm’ün ardından 1630 yılında patlak veren veba dalgasında, İspanya’daki Fransızlar zehir saçan insanlar olarak damgalanmış (Price-Smith, 2008), veba ve kolera salgınları sırasında özellikle Avrupa’da insanlar, bunun bir “şark belası” olduğuna inanmıştır. ABD’de 1832 yılındaki kolera salgını sırasında İrlandalı Katolik göçmenler günah keçisi ilan edilmiş, 19. Yüzyıl boyunca San Fransisco’da yaşanan çiçek ve veba salgınlarında, Çinliler defalarca günah keçisi ilan edilmiş ve yaşadığı bölge (Chinatown) hedef alınmıştır (Trauner, 1978; Craddock, 1999). 19. Ve 20. Yüzyılda ABD’de ortaya çıkan veba, kolera ve tifüs gibi salgınlarda, “kirli” ya da “mikrop yuvası” olduğuna inanılan ve günah keçisi ilan edilen diğer gruplar ise İtalyanlar ve Meksikalılar gibi göçmen işçilerdir.
AIDS salgının başlangıç dönemi olan 1980’lerde Haitililer benzer şekilde damgalanmıştır. SARS salgını sırasında çeşitli basın organlarında ve karikatürlerde ise Çinliler damgalanmıştır. Osmanlı Devleti’nde de 1810’ların başında ortaya çıkan ve birkaç yıl süren veba salgını sırasında, bekâr odaları günah keçisi seçilmiştir. Fuhuş ve zina mekânı olarak yaftalanan yerler, özellikle Galata civarındaki bekâr odaları yıktırılmış, eşyalar yağmalanmış ve bekârların bir kısmı da ibret olsun diye cezalandırılmıştır (Turna, 2011). COVID-19 pandemisi sırasında farklı ülkelerde insanların ırk, etnik köken, cinsiyet, din, sosyo-ekonomik sınıf ya da yaş üzerinden ayrımcılıklara maruz kaldıklarını gördük.
Salgının kökeni, sebebi ya da yayıcıları olarak damgalan, günah keçisi ilan edilen bazı gruplara yönelik şiddet eylemlerinin yaşandığına da tanık olduk. ABD, Kanada, Avustralya ve çoğu Avrupa ülkesinde Çinliler ve Asyalıların, Hindistan, Çin ve Sri Lanka’da Müslümanların, Tayland gibi uzakdoğu ve Asya ülkelerinde ise Avrupalıların benzer şekilde hedef gruplar haline getirildiği gözlemlendi (Chung ve ark. 2020; Roberto ve ark., 2020). Salgınlar sırasında açığa çıkan damgalama, suçlama, yabancı düşmanlığı, günah keçisi arama gibi düşünce ve eylemlerin yanı sıra, yine bunlarla benzer şekilde yaygınlaşabilen diğer bir düşünce şekli de komplo teorileridir.
Örneğin 19. Yüzyılda birdenbire ortaya çıkan ve kıtaları saran kolera salgınları sırasında farklı ülkelerde, farklı sosyal gruplar tarafından birbirinden farklı inançlar paylaşılmıştır. Kentlerde yaşayan yoksullar, işçiler ya da alt sınıfların ortak düşüncesi, varoşlarda artan nufusun kolera vasıtasıyla yok ̈ edilmek istendiğiydi. A.B.D. ve Avrupa’da hekimlerin kolera tedavisi bahanesiyle insanları katlettiği düşuncesi hakimdi. ̈ Almanya’da ise halk, hekimlerin koleradan ölen her hasta için devletten para aldığını düşünüyordu. Birinci Dünya Savaşının bitmesine yakın günlerde ortaya çıkan İspanyol gribi salgını sırasında, itilaf devletleri bunu “Alman vebası” olarak adlandırıyordu.
Bugün nasıl korona virüsü bir “Çin silahı” ya da bir “Amerikan biyolojik silahı” olarak adlandıranlar varsa, o dönemde de virüsün Almanya tarafından icat edilmiş bir biyolojik silah olduğuna inananlar vardı (Taylor, 2019). İnsanların salgınlar sırasında birbirinden farklı ve karmaşık tepkiler, davranışlar sergileyebilir. Salgınların tarihine bakıldığında, bugün olduğu gibi bir yandan komplo teorileri, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, damgalama, günah keçisi arama gibi düşünce ve davranışlar, diğer yandan ise özgecilik, fedâkarlık ve dayanışma gibi davranışların bir arada olduğu görülmektedir.
Kolera Salgınları, Karantinalar ve Toplumsal Tepkiler
Kolera, 19. Yüzyıl dünyasının en önemli bulaşıcı hastalığı olarak dünyanın pek çok yerinde ve farklı yıllarda toplumları etkileyip ciddi oranda insan kaybına yol açmış, aynı zamanda pek çok ülkede modern anlamda halk sağlığı uygulamalarının oluşumunda rol oynamıştır. İlk defa 1817 yılında Hindistan’da patlak veren kolera salgını, diğer kıtalara yayılarak defalarca pandemilere yol açmıştır. 1830 yılında Avrupa’ya ulaşan kolera, ölümlere, paniğe, toplumsal tepkilere ve isyanlara neden olmuştur. Osmanlı topraklarında da kolera demografik, siyasi, sosyal, psikolojik ve ekonomik alanlarda büyük çaplı zararlara sebep oldu. Aynı zamanda kolera ile birlikte Osmanlı Devleti’nde modern karantina uygulamaları ve halk sağlığı tedbirleri oluşmaya, şekillenmeye başladı. Salgın hastalıklara karşı karantina uygulamasının ilk örnekleri çok daha eski yüzyıllara dayanmakla birlikte, vebaya karşı ilk karantinanın 14-15. Yüzyıllarda, özellikle doğudan gelen gemilere karşı Akdeniz limanlarında uygulandığı bilinmektedir.
Gündelik hayatı oldukça zorlaştıran karantina uygulamalarına karşı farklı ülkelerde ve farklı ölçeklerde tepkiler ortaya çıkmıştır. Osmanlı toplumunda da vebaya karşı karantina gibi ticaret ve gündelik hayata sekte vuracak önlemler zaman zaman kuşkuyla ve itirazla karşılanmıştır (Panzac, 1997). Modern karantina uygulamasına geçiş ise hiç kolay olmamış, bürokrasiden ve halktan çeşitli tepkilere neden olmuştur (Yıldırım, 2009). Karantina esnasında tecrit işlemlerinin yanı sıra ölülerin Salgınların tarihine bakıldığında, bugün olduğu gibi bir yandan komplo teorileri, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, damgalama, günah keçisi arama gibi düşünce ve davranışlar, diğer yandan ise özgecilik, fedâkarlık ve dayanışma gibi davranışların bir arada olduğu görülmektedir.
muayenesi, ölenlerin kireçle defnedilmesi gibi kurallar özellikle karantina hekimlerinin gayrimüslim olmaları ve Müslüman kadınların ölülerini muayene edecek olması nedeniyle başlangıçta şeriata uygun görülmemiş ve karantina düzeninin yerleşmesi gecikmiştir (Yıldırım, 2009). Nihayet karantinanın şeriata aykırı olmadığının kabul edilmesi üzerine 1838 yılında karantina usulü resmen kabul edildi ve karantina teşkilatı kurularak başta liman şehirler olmak karantinahaneler örgütlenmeye başlandı (Yıldırım, 2009; Sarıyıldız, 2015). Neredeyse bütün 19. Yüzyıl boyunca devam eden, koleranın etiyolojisi konusundaki tartışma sadece bilimsel ya da tıbbi açıdan değil toplumsal ve siyasal açıdan da önemli sonuçlar doğuran bir tartışmaydı.
Temel olarak, tartışmanın iki tarafı vardı: bulaşıcılık teorisini savunanlar ve buna karşı çıkanlar. Bulaşıcılık karşıtları (anticontagionist) görüşlerini daha geniş anlamıyla miasma teorisine dayandırıyordu; yani hastalığın kötü ya da kirli havadan kaynaklandığını, havanın teneffüs edilmesiyle insanlara bulaştığını iddia ediyor ve mikropların insandan insana bulaşma fikrini reddediyordu. Bulaşıcılık teorisini savunanlar ise hastalığın insandan insana, eşyadan insana bulaştığını iddia ediyordu. Daha sonra, mikroorganizmaların keşfi ile mikrop (germ) teorisi adını alan bulaşıcılık görüşü çeşitli nedenlerle daha zayıf konumdaydı.
Kolera pandemileri sırasında, temel olarak bu iki karşıt görüş arasında süren tartışma sadece teorik bir tıp tartışması değildi, uygulama ve siyasetteki yansıması daha gözle görülür bir hal alıyordu. Bulaşıcılık düşüncesini savunanlar, doğal olarak daha sıkı tedbirler uygulanmasını ve karantinaların bir zorunluluk olduğunu ileri sürüyordu. Karantina uygulaması ise, hızla gelişmekte ve büyümekte olan tüccarlar ve sanayicilerin çıkarlarına ters düşüyor, kârları azaltan, ekonomik genişlemeyi sınırlayan, maddi kayıpları artıran karantinalara karşı çıkmak için bu sınıf, arkasına aldığı siyasi destek ve elindeki basın gücünü kullanarak koleranın bulaşıcılığı fikrine karşı çıkıyor, karantinaların hiçbir işe yaramadığını iddia ediyordu.
Siyasi açıdan ise görüşlerini, devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiği düşüncesine yani liberal görüşe göre meşrulaştırıyorlardı (Ackerknecht, 2009). Elbette her ülkede ve içinde bulunulan tarihsel koşullarda insanlar ve toplumsal sınıflar, salgınlar esnasında uygulanan politikalara farklı gerekçe ve düşüncelerle karşı çıkmış, tepki göstermiş veya desteklemiştir. Tıbbi açıdan yukarıda bahsettiğimiz tartışma yani bulaşıcı hastalıkların etiyolojisi konusundaki tartışma, 1850’lerin sonunda Louis Pasteur’ün çalışmaları ile başlayıp 1880’lerde Robert Koch’un araştırmalarıyla genişleyen mikrop teorisinin kabulü ile sonuçlanmıştır. Cesaret, Fedakârlık, Uyuşukluk ve Cehalet Salgınlar esnasında sergilenen karmaşık tepkileri anlamaya çalışmak, salgınların yönetiminde karşılaşılan zorlukları incelemek ve bütün bunların nedenlerini analiz edebilmek hiç kuşkusuz tek başına bir disiplinin, bir bilim alanının ya da yalnızca tıbbın alanına hapsedilemeyecek kadar geniş bir meseledir.
Salgınlar, esasında toplumun içine yerleşik bir kurum olarak tıbbın, toplum ile daha etkin ve karşılıklı diyaloga girebildiği, tıbbın toplumsal Karantina esnasında tecrit işlemlerinin yanı sıra ölülerin muayenesi, ölenlerin kireçle defnedilmesi gibi kurallar özellikle karantina hekimlerinin gayrimüslim olmaları ve Müslüman kadınların ölülerini muayene edecek olması nedeniyle başlangıçta şeriata uygun görülmemiş ve karantina düzeninin yerleşmesi gecikmiştir. 50 ve siyasal bağlamının açığa çıktığı, sorgulandığı ve bütün bunların zeminini hazırlayan özel tarihsel dönemlerdir. Her şey bir yana, modern halk sağlığı düşüncesinin doğuşu, uygulamaları ve kurumsallaşmaları, büyük ölçüde 19. Yüzyıl boyunca süregiden salgınların bir sonucudur. Salgınlar aynı zamanda halk sağlığı müdahalelerinin niçin, kimin için ve nasıl olacağı sorularını da beraberinde getirmiş, bu ise toplumsal/toplumcu tıp anlayışının doğuşunu hazırlamıştır.
Toplumcu tıbbın kurucularından Rudolf Virchow, 1847–1848 yıllarında Yukarı Silezya’da ortaya çıkan tifüs salgınını araştırırken, hastalığın biyolojik ve fiziksel kökenleri olduğu kadar, sosyal, ekonomik ve siyasi nedenleri olduğu sonucuna vararak, o meşhur sözünü söylemiştir: “Tıp, bir sosyal bilimdir ve politika geniş ölçekte uygulanan tıptan başka bir şey değildir”. COVID-19 pandemisinin yarattığı korku ya da tehlike ile birlikte, geçmişteki salgınlara ve salgın hastalıkların tarihine duyulan merak da giderek yayıldı. Bu dönemde tarihçilere en çok sorulan sorular, geçmiş pandemilerde neler yaşandığı, ne tür tepkiler verildiği, pandemiden nasıl dersler çıkarılabileceği gibi birbirine benzer ve bir tür “tarihsel reçete” talep eden sorulardı.
COVID-19’u geçmiş pandemilerle karşılaştırıp çeşitli dersler çıkarmaya çalışılsa da, bu konuda işin uzmanları dikkatli olmamız (Curtis ve Besouw, 2020) ve tarihsel analojilerin sınırlılığı konusunda uyarılar da bulundu. 19. Yüzyıl ortasında meydana gelen bir kolera salgını ile günümüzdeki pandemi arasında ortaya çıkış, etkenler, yayılma vb, gibi tıbbi açıdan bir benzerlik, farklılık ilişkisine değil ama toplumsal, siyasal ve psikolojik açıdan bazı davranış kalıplarına dikkat çekebilir ve esas bu konuda yeniden düşünmemizi, salgın yönetimine ilişkin politikaları gözden geçirmeyi ve sorgulamayı sağlayabiliriz.
Örneğin, 19. Yüzyıl ortalarında defalarca salgınlara tanıklık etmiş, sonradan İstanbul’un en ünlü ruh hekimi olan eski karantina hekimi Luigi Mongeri’nin, kolera ile ilgili gözlemlerinden, tecrübelerinden ve tespitlerinden kısa bir kaç alıntıyı okumanın bile içinde bulunduğumuz pandemiyi yeniden düşünmemize katkısı olabilir (Artvinli, 2020). Tıp fakültesinden mezun olduktan sonra 1839 yılında İstanbul’a gelen ve vefat ettiği 1882 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde hekim olarak çalışan Mongeri, görev yaptığı yıllarda defalarca kolera salgınlarına tanıklık etmiş. 1848-49 kolera salgınında Girit’te karantina hekimi olarak çalışan Mongeri’nin uygulamak istediği karantina tedbirlerini sert bulan idari makamlar, 1849 yılında kendisini bu görevden uzaklaştırır.
Mongeri ise başka bir yere tayin edilmeyi reddeder; daha sonra eski görevine dönmesi istense de iş işten geçer. Girit adasında hekim olarak Salgınlar aynı zamanda halk sağlığı müdahalelerinin niçin, kimin için ve nasıl olacağı sorularını da beraberinde getirmiş, bu ise toplumsal/toplumcu tıp anlayışının doğuşunu hazırlamıştır. 51 çalıştığı yaklaşık sekiz yıl boyunca mesaisinin neredeyse tamamını adaya bir salgının girmemesine, girişi engellenemediği durumda ise yayılmamasına ve bir an evvel sonlandırılmasına adar. Bu dönemde yaşadıklarını, tecrübelerini, salgınlar hakkındaki görüşlerini ise İstanbul’a döndükten sonra yayımladığı bir dizi yazıyla tıp çevreleriyle paylaşır.
1857 yılında yayımladığı “Koleranın Bulaşıcı Tabiatı ve Sıhhiye Hekimlerinin Vazifeleri” başlıklı yazısında Mongeri, salgınlar sırasında hekimlerin zorluklarla, engellerle dolu bir alanda çalışmak zorunda kaldıkları tespitiyle başlıyor ve karşılaştığı güçlükleri ve tanık olduğu bazı ortak davranış kalıplarını anlatıyor (Mongeri, 1857): “Hekimin yalnızca ferdin sıhhati mevzubahisken ciddiyet arz eden rolü, o, amme sıhhatine memur bir muhafıza dönüştüğünde daha da büyür ve mukaddes bir vazife mahiyeti kazanır. İmdi önünde geniş ama zorluklarla, her türlü engelle dolu dikenli bir saha açılır. Bir salgının istilacı ilerleyişini durdurmak mı lazım? Felaketi müessir bir şekilde önleyebilecek bütün tedbirlere direnen cehalet ve uyuşukluk bir tarafta, anlamsız bir korkudan mülhem faydasız pratikler telkin edebilecek peşin hüküm ve alışkanlıklar diğer tarafta, hemen mücadeleye girişir. Yüreklilik ve kararlılıkla, düşmana karşı bir bent dikmeye muvaffak olmaya, onu dar hudutlar içine hapsetmeye görsün, menfaatçi toplulukların düşüncesizliği ya da idarenin hicap verici cehaleti çoğu kere, güçlükle elde edilen neticeyi bir anda yıkar.” “…
Sıhhiye hekimleri ulvi vazifelerinin her zaman farkında olabildiler mi? Elbette, fedakârlık ve cesaret onlarda hiç eksik olmadı ve bu da mesleğimizin iftiharlarından biridir. Ama teslim etmeliyiz ki kimi zaman zekâ ve malumattan mahrumdular. Avrupa’yı ve bütün dünyayı üzen veba salgınlarının tarihi, bu felaketlerin nüfuz ve gelişmelerini onlara karşı kullanılan tedbirlerin eksik icrasından çok yetersizliğinin kolaylaştırdığını teyit için önümüzde duruyor.” “Ekoller arasındaki çekişmeler, sistem zihniyeti, suiniyet ve belki de, söylemesi bize ıstırap veriyor, menfaatperest hükümetlere karşı korkak bir hatırsayarlık vebanın bulaşıcı tabiatını teslim etmemize mani ve birbiri ardından onun yayılıp gelişmesine neden oldular.” “Bir hastalığın sâri (bulaşıcı) tabiatının ispatı için evvela onun menşeine inmeli, daha sonra da sebepten neticelere kadar filyasyonu takip etmelidir. Avrupa’da her şey bu nevi araştırmalara muhaliftir.
Evvela, muhaberat (haberleşme) imkânları o kadar süratli ve çok, içtimai (sosyal) birleşmeler o kadar sıkışık ve girift ki yapılan araştırma, hastalığın izini kolayca kaybediyor ve nihayet, bulaşıcı olmadığı neticesine varıyorlar.” “Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul ve denize nazır diğer şehirleri, haberleşmedeki sürat bakımından Batı Avrupa şehirleriyle aynı şartlarda bulunmaktadırlar. Hastalığın menşeine inmek ve emarelerini takip etmek zordur. Dâhildeki (iç bölgelerdeki) veya Osmanlı takımadalarındaki şehirlerde bu zorluğa rastlanmaz. Ve eğer imparator- 52 luğun Sıhhiye Meclisi bir vakitler vebaya karşı kullandığı vasıtaları koleraya karşı da kullanabilse veya kullanmayı isteseydi aynı muvaffakiyeti gösterebilecekti.” “Araştırmalardaki bu tabii zorluğa, umumun faydası için de olsa muamelelerini baltalayabilecek hiçbir tedbire tahammülü olmayan ticari açgözlülüğün yarattığı engeller de ilave edilmeli.
Modern cemiyet her şeyden evvel, kazanıp sahiplenmeyi kolaylaştırmakla meşgul; düsturu, İngiliz düsturudur: time is money, yani vakit nakittir. Mesafeleri silen harikulade icatlar, mahsullerin ve servetlerin şimşek hızıyla el değiştirip tedavülünü mümkün kılmakta ama hastalık da aynı yolu takip etmektedir. Bu gidişatı durdurmaya teşebbüs etmek, en zorlu menfaatlere saldırmak, devrin en kökleşmiş ihtirasına cepheden toslamak demektir.” “Karantina mahallerindeki sıhhi kaidelerin sıkı takibi çoğu defa ihlal ediliyor. Kaidelerin takibi, esas unsur, yani vatandaşların iştiraki eksik kaldığında, her taraftan irtibata açık bir memlekette ne kadar zor olurdu! Bu iştirak ne cebren ne de şiddetle elde edilebilir. O, otoriteye olan itimadın, sıhhi kaidelerin faydasına olan inancın ve onları tatbikle mesul zevata karşı hürmetin bir neticesidir.” “..Mesela veba. Başlangıçta onu karşılayan gülünç inanmazlık, her nevi önleyici tedbirden nefret etme ve daha sonra felaket ortaya çıktığında hissedilen korku, zihni toparlayamama hali, çaresizlik içinde ilme ve akla mugayir tedbirlere müracaat edilmesi.
Bunlar, tecrübeyle sabit vakalar değil mi? Tecrübenin derslerine sağır kalma; korkunun hükümranlığı altında sonradan tahrif ve mübalağa edilen şeyi başta cehaletle inkâr etme itiyadı, bu zararlı itiyat, insan cinsine o kadar has bir şey ki…” “Hakikati reddetmedeki bu aynı inat, bu hicaba gark eden, onu gizlemek için müphem laflar etme oyununu, felaketin şiddetlenmesiyle verilen bu gecikmiş tavizleri kolerada da görmedik mi?” Mongeri’nin bu temel tespitleri, içinde bulunduğumuz pandemi sürecinde, aslında farklı biçimlerde sıkça dile getirildi.
Bu elbette tarihin tekrar ettiği anlamına gelmez. Tarih tekerrür etmez ama bir tür olarak insanların, toplulukların ve toplumların davranış kalıpları tekrar edebilir. Türkiye’de görülen son ciddi kolera salgını, 1970 yılında Sağmalcılar’da meydana gelen ve özellikle İstanbul’da yaşayanların hafızalarında ciddi izler bırakan salgındır. 1978 yılında koleranın hafızalardaki etkisini silmek amacıyla Sağmalcılar ismi Bayrampasa ile degiştirilmiştir (Bakar, 2017). Sağmalcılar Kolerası’nın tartışıldığı 1971 yılı TBMM tutanaklarında hükümet ve bakanlığa yönelik eleştiriler, “öncesinde gereken tedbirlerin alınmamış olması, karantinanın ilan edilmemesi, müdahale konusunda geç davranılması” şeklinde özetlenebilir (TBMM, 1971).
Koleranın birer bakteriden (Yersinia pestis ve Vibrio cholerae) kaynaklandığının keşfi 19. Yüzyıl sonunda, etkili tedavisi ise 20. Yüzyılda mümkün hale gelebildi. Mikrop teorisi ile birlikte bulaşıcı hastalıklara neden olan mikro organizmaların tespit edilmesi, aşıların üretimi, yaygınlaşmaya başlaması ve bağışıklık kazanan kuşaklarla birlikte dünya nüfusunun önemli bir kısmında yaşam ömrünü uzattı. 20. Yüzyılın ilk büyük pandemisi, virüs kökenli bir grip hastalığıydı ve ilerleyen yıllarda dünya farklı virüs ailelerinden yeni grip salgınları ve pandemilerine tanık oldu.
Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesine yakın bir dönemde, 1918 yılı baharında ortaya çıkan ve kısa sürede pandemi halini alan İspanyol Gribi geçen yüzyılın en büyük küresel salgınıydı. Tüm dünyada yaklaşık 40-50 milyon insanın ölümüne yol açan H1N1 pandemisi, ilk olarak 1918 yılı Mart’ında ABD’nin Kansas Eyaleti’nde bulunan askeri üslerde rastlanmıştı. “İspanyol Gribi” olarak adlandırılmasının nedeni, diğer ülkelerde iktidarlar salgını halktan gizlemek için haberlere sansür uygularken, Birinci Dunya Savaşı’nda tarafsız kalan İspanya’da, hastalığa dair haberlerin gazetelerde geniş yer bulabilmiş olmasıydı (Snowden, 2019).
Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İspanyol Gribi, Osmanlı Devleti’nde de öncelikle cephedeki askerleri etkilemiş, hastalığın İstanbul’a ulaşması ise ciddi korku yaratmıştır. Birinci Dünya Savaşı yılarında tifüs, verem (tüberküloz), frengi, uyuz vb. Bulaşıcı hastalıklar ile başa çıkmaya çalışan toplum, 1918 yılında bu defa yıkıcı bir grip salgını ile karşılaşmıştır. Başkent İstanbul’un fiilen işgal altında olduğu bu dönemde halk işsizliğin, yoksulluğun yanı sıra salgın hastalıklarla da mücadele etmektedir. Üç dalga halinde yayılan İspanyol Gribi, ilk başladığında Osmanlı basınında fazla yer bulamaz, daha etkili bir şekilde gribin patlak verdiği ikinci dalga esnasında yani 1918 yılı Eylül ayından itibaren daha fazla gündemde yer alır (Yolun ve Kopar, 2015; Arda ve Acıduman, 2010).
Basında “İspanyol Nezlesi” olarak adlandırılan grip, savaş nedeniyle zaten alt üst olan sosyal hayatı iyiden iyiye zorlaştırmış, özellikle İstanbul halkı büyük bir korku ve panik yaşamıştır. (Temel, 2015; Yolun, 2012). Sadece İstanbul’da 16.000 kişinin yaşamını kaybettiği İspanyol Gribi sırasında bugünkü salgına benzer biçimde tedbirler alınmaya çalışılır. 1918 yılı sonunda, Aralık ayında okullar ve eğlence yerleri kapatılmış, ölüm vakaları azalmaya başlayınca, Ocak 1919’da okullar ile sinema, tiyatro, gazino gibi eğlence yerleri hijyen koşullarına uymak koşuluyla kademeli olarak yeniden açılmıştır. 1920 yılının kış aylarında salgın yeniden alevlenmiş ve hastalığın uğramadığı ev neredeyse kalmamıştır.
İstanbullular çaresizlik ve korku içinde salgının bitmesini beklemiştir. (Temel, 2015; Yolun ve Kopar, 2015; Kürkçüoğlu, 2020). Sıhhiye Müdürlüğü’nün salgın döneminde, halkı bilgilendirmek için yayınladığı metinlerden birinde yer alan, alınması gereken önlemlerden bazıları şöyledir: “Öksürürken peçete kullanmak, hastaları ziyaret etmemek, kapalı mekânları havalandırmak, mümkün olduğunca toplu taşıma araçlarını kullanmamak, kalabalıktan uzak durmak, hastalık süresince yataktan çıkmamak, ıhlamur içmek ve Aspirin almaktır” (Çoruk, 2016). 54 İster yüzyıllar boyu süren veba salgınları, isterse iki yıl süren İspanyol Gribi pandemisi ya da bizzat şimdi yaşamakta olduğumuz COVİD-19 pandemisi olsun tüm salgınların etkiledikleri toplumlar içinde her bir birey için ayrı bir önemi ve anlamı olduğunu hatırlamak gerekir.
Salgınlar, etkilediği insanların ve toplumların hafızasında yer edinir, bu hafızanın bir sonraki kuşağa aktarılması ise çeşitli nedenlerle mümkün olmayabilir. Salgın yönetiminde toplumsal hafıza kadar önemli ve ondan daha işlevsel bir değer ise kurumsal hafızadır. Salgın Hafızası ve Kurumlar Sosyolog Kathleen Tierney’in deyişiyle “büyük felaketler”in artık “yeni normal” olduğu 21. Yüzyılda, ulus devletler ve ulus üstü yapılar yeni tehditler karşısında, kurumların erozyona uğraması, kritik önemdeki altyapıların eksik olması, siyasi ayrışmaların artması, olası felaketlerle başa çıkma kapasitesinin eksikliği gibi pek çok nedenle daha savunmasız durumdadır (Tierney, 2014). 20. Yüzyılın salgınlar tarihi açısından tam anlamıyla bir “unutma” ya da “hatırlamama” yüzyılı olduğunu söylemek mümkündür.
Tıp tarihçisi Frank M. Snowden bu durumu “tarihsel bellek yitimi” ve “toplumsal bellek yitimi” olarak adlandırmaktadır (Snowden, 2019). 21. Yüzyılda ise sadece toplumsal hafıza değil aynı zamanda kurumsal hafızanın yokluğu da gündeme gelmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nde karantina teşkilatının kurulmasıyla başlayan süreç, salgınların yönetimi konusunda modernleşme ve kurumsallaşma sancıları içinde süreklilik ve kopuşların yaşandığı, inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Kamu sağlığı uygulamaları ve kurumsallaşma çabaları 19. Yüzyılın son çeyreğinde hızlanmış, özellikle kolera salgınlarının bu kurumsallaşmalarda etkili olduğu görülmüştür. 19. Yüzyıl sonuna doğru, bulaşıcı hastalıklar konusunda paradigma değişimine neden olacak mikrop teorisinin genel kabul görmesi ve hastalıkların bulaşma yolları ve etiyolojisinin daha anlaşılır hale gelmesiyle birlikte diğer ülkelerde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de salgınlara karşı koruyucu önlemler ve bununla birlikte halk sağlığı uygulamaları yaygınlık kazanmaya başlamıştır.
Bu durum ise karantina teşkilatı merkezli kurumsallaşmanın yerini yeni sağlık kurumlarına, birimlerine ve örgütlenmelerine geçişi gerektirmiştir. Louis Pasteur (1822-1895), 1885 yılında kuduz aşısını bilim dünyasına tanıtınca Osmanlı hekimleri Paris’e gönderilerek Pasteur’un laboratuvarında kuduz aşısı üretimi ve aşılama yöntemleri üzerine eğitim görerek İstanbul’a dönmüş ve koruyucu aşı üretimi çalışmalarına başlamıştır. 1893 yılında büyük kolera salgını esnasında, özellikle tıbbi çalışmalar ve aşılar için yeni bir kuruma duyulan ihtiyaç açığa çıkmıştır. Ertesi yıl, Pasteur Enstitüsü örnek alınarak, Bakteriyolojihane-i Şahane kurulmuştur (Yıldırım, 2010).
İkinci Meşrutiyet’in ilanının (1908) ardından girilen dönemde sağlık işleri yeniden organize edilmeye başlanmış, eski rejimin kurumları yeni isimlerle ve farklı bürokratik örgütlenme çabaları ile sürdürülmüştür. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen dönemde, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında başta kolera ve tifüs olmak üzere salgın hastalıklar daha geniş bir nüfusu etkilemeye devam etmiş fakat savaşların dayattığı askeri ön- 55 celikler ve yeni sağlık örgütlenmeleri nedeniyle halk sağlığının yeniden geri plana düştüğü uzun bir dönem yaşanmıştır. Bulaşıcı hastalıklar ve salgınların yönetimine odaklanan daha kalıcı kurumsallaşma ise Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından Dr. Refik Saydam (1881-1942)’ın Sağlık Bakanı olduğu yıllarda gerçekleşmiştir.
Saydam’ın, 1925-1937 yılları arasında sürdürdüğü bakanlık dönemi, aynı zamanda erken Cumhuriyet döneminin halk sağlığı politika ve uygulamalarının şekillendirildiği ve sağlık bürokrasinin bu defa daha kalıcı bir biçimde ulusal çapta örgütlendiği dönemdir. Sıtma, frengi, trahom, verem, lepra başta olmak üzere kolera, difteri, tifo, tifüs ve çiçek gibi halk sağlığını doğrudan ilgilendiren bulaşıcı hastalıklar konusunda insan gücü yetiştirme, sağlık örgütlenmesini geliştirme ve hukuksal altyapısını hazırlama süreçleri, erken Cumhuriyet dönemini, daha önceki dönemlerin kesintili modernleşme hamlelerinden ayırt eden unsurlardır.
Modern halk sağlığı yöntemlerini uygulamaya geçirme, aşı, serum ve ilaç üretme, gerekli laboratuvar tetkikleri yapma ve altyapı merkezlerini koordine etme gibi görevlerle Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi’nin 1928 yılında açılması bulaşıcı hastalıklar ve salgın yönetiminin kurumsallaşması açısından atılan en ciddi adımdır. Dr. Refik Saydam’ın ölümünden sonra, isminin anısına 1942 yılından itibaren Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü olarak anılan kurum bünyesinde 1931-1950 yılları arasında BCG başta olmak üzere, tifüs, çiçek, boğmaca, enflüanza aşıları, kuduz aşısı, serumu ve akrep serumu üretimi gerçekleştirilmiştir (Metintaş, 2008; S.S.Y.B., 1973).
Bu aşıların bir kısmı, talep halinde ihtiyaç duyulan ülkelere gönderilmiştir. 1938 yılında ciddi bir kolera salgınıyla başa çıkmaya çalışan Çin’e 1 milyon doz kolera aşısı hibe edilmiştir (Fidan, 2020), Yunanistan, Suriye, Irak gibi komşu ülkelere ise tetanos ve difteri serumları gönderilmiştir (Çelebioğlu, 1982). Hıfzıssıhha Enstitüsü ilerleyen yıllarda yönetim ve nitelik açısından değer kaybetmeye, liyakate dayalı olmayan ve siyasi atamalarla kabaran kadrolar ile işlevselliğinin azaldığı görülmektedir (Kalemoğlu, 2007). Türkiye’de salgınlarda ortaya çıkan olası sorunlara odaklı, tüm yönleriyle bu meseleye adanmış güçlü ve özerk kamu kurumlarının, enstitülerin varlığına ihtiyaç duyulduğu açıktır.
Robert Koch Enstitüsü ve Pasteur Enstitüsü gibi kamu desteğiyle teşvik edilen, özerk ve bilimsel açıdan özgür, uzun vadeli araştırmaların gerçekleştirilebildiği bir kurum ve kurum ortamı Türkiye’de maalesef sağlanamamıştır. 56 Türkiye’de salgınlarda ortaya çıkan olası sorunlara odaklı, tüm yönleriyle bu meseleye adanmış güçlü ve özerk kamu kurumlarının, enstitülerin varlığına ihtiyaç duyulduğu açıktır. Robert Koch Enstitüsü ve Pasteur Enstitüsü gibi kamu desteğiyle teşvik edilen, özerk ve bilimsel açıdan özgür, uzun vadeli araştırmaların gerçekleştirilebildiği bir kurum ve kurum ortamı Türkiye’de maalesef sağlanamamıştır. Bu enstitü örneklerine en yakın deneyim ve tarihi bir kurum olarak Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün yıllar geçtikçe başlangıçtaki temel amaçlarından, işlevlerinden uzaklaş(tırıl)dığı, kısa vadeli ve yıkıcı etkileri olan dar siyasi hesaplarla heba edildiği görülmektedir.
Yeni bir kurumsallaşma çabasıyla, zor dönemde ciddi özveri ve emekle oluşturulan Hıfzıssıhha Enstitüsü, 83 yıl ayakta kalmıştır. Ciddi bir reform ile işlevselliğini artırmak, kapasitesi ve etkinliğini geliştirmek için kapsamlı, uzun vadeli, stratejik politikalar üretmek yerine kurumun görevleri parçalar halinde diğer birimlere dağıtılarak, ismi dahil olmak üzere Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü 2011 yılında kapatılmıştır.
Bu sadece kamu yönetimi açısından değil, kurumsal bir salgın hafızası imkânını da ortadan kaldırdığı için yaşamsal önemde bir politika yanlışıdır. COVID-19 pandemisi sırasında 25 Avrupa ülkesini içeren bir araştırmada, daha yüksek kurumsallaşmış güvenin ya da güven duyulan kurumların varlığı ile ölümlerin azlığı arasında bir korelasyon saptanmıştır (Oksanen ve ark., 2020). Daha önceki yıllarda, Ebola pandemisi sırasında yapılan benzer çalışmalarda da kurumsal güvenin yüksek olduğu ülkelerde, sağlık otoriteleri tarafından verilen tavsiye ve uygulanması istenen kurallara daha fazla uyulduğu gözlemlenmiştir (Blair ve ark., 2017; Vinck ve ark. 2019). Resmi/devlet kurumlarına ve siyasetçilere güven, insanların salgın zamanında önleyici tedbirler konusunda sergiledikleri uyum ve kuralları kabullenme ile şekillenen güvenin yalnızca bir boyutudur.
Daha karmaşık durumlarda, örneğin pandemilerde, insanlar aynı zamanda bilimsel uzmanlara dayanmak ve güvenmek ihtiyacı duyar (Hendriks ve ark., 2016). Bilime güven pandemi sürecinde hayati bir rol oynayabilir. COVID-19 pandemisi sürecinde Almanya’da yapılan bir anket çalışmasında, insanların çoğu bilim insanlarına politikacılardan daha çok güven duyduğunu ortaya koymuştur ve katılımcıların yüzde 80’i pandemiyle ilgili siyasi kararların kanıta dayalı olması gerektiğini belirtmiştir (Wissenschaft im Dialog, 2020).
Sonuç Salgınların tarihine toplumsal ve siyasal açıdan kısa bir bakış ve genel hatlarıyla bir çerçeve sunma amacıyla kaleme alınan bu yazı, geçmişteki pandemiler ile içinde bulunduğumuz COVID-19 pandemisi arasında ortaya çıkış, etkenler, yayılma vb. Gibi tıbbi açıdan bir benzerlik, farklılık ilişkisine değil ama toplumsal, siyasal ve psikolojik açıdan bazı davranış kalıplarına dikkat çekebildiği ve bu konuda yeniden düşünmemizi, salgın yönetimine ilişkin politikaları gözden geçirmemizi ve sorgulamamıza katkı sağlayabildiği ölçüde değerlidir.
Genel olarak tarih, özel olarak tıp tarihi ve salgınların tarihi, değişenlerle değişmeyenlerin iç içe geçtiği karmaşık bir akıştır. Tarih disiplininin bizzat kendisi de, bize her an içinde yaşadığımız bu akışı hissettirebildiği, geçmiş ile diyalog kurabilmemizi sağlayabildiği, bugüne ve yarıCOVID-19 pandemisi sırasında 25 Avrupa ülkesini içeren bir araştırmada, daha yüksek kurumsallaşmış güvenin ya da güven duyulan kurumların varlığı ile ölümlerin azlığı arasında bir korelasyon saptanmıştır. 57 na dair sorular ve sonuçlar üretebildiği, geçmişteki olaylardan ve acılardan edinilecek bir bilgeliği günümüz insanına aktarabildiği ve bugünü dönüştürebildiği ölçüde anlamlıdır.
Cumhuriyet Dönemi’nde Veba Salgınları ve Alınan Önlemler (1923-1947) Abdulaziz Kardaş*
Öz Veba, tarih boyunca insan varlığını ve toplumları tehdit eden salgın hastalıklar arasında yer almıştır. Tarihsel süreçte ve farklı medeniyetlerde kara ölüm, taun veya veba olarak adlandırılan hastalık, bütün dünyada insanların kitleler halinde ölmelerine yol açmıştı. Veba, çok eski devirlerden beri Uzakdoğu ülkelerinde varlığını devam ettirmiş ve zamanla deniz ve kara ticaret yollarıyla Anadolu, Mezopotamya, Akdeniz Havzası ve Avrupa’ya bulaşmıştı. Osmanlı Devleti de bu salgından etkilenmiş ve dönemin koşullarına göre hastalığa karşı karantina uygulamıştı.
Cumhuriyet döneminde nüfus mübadelesi ile Yunanistan, ticaret, ulaşım ve taşımacılık faaliyetleri ile Rusya, İtalya, Mısır, Filistin gibi ülkelerden yayılan veba salgınlarına karşı önlemler alınmıştı. Bunların dışında Suriye ve İran’da etkili olan daha sonra göç yoluyla 1937’de Suriye’nin Türkiye sınırına yakın Resülâyn kentinde başlayan veba salgınına karşı Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti tarafından sınır boylarında ve içerde gerekli önlemler alınmıştır.
Bu salgın Türkiye’de etkili olmamıştı ama bölgede salgınların aralıklarla görülmesi devam etmiş ve Mart 1947’de Urfa’nın Akçakale Kazası’na bağlı Suriye sınırına yakın olan Harbetülgazel, Telseyf ve Telhalib köylerinde veba vakaları görülmüştür. Anahtar Kelimeler: Sağlık, Türkiye, Veba Salgını, Akçakale. Gönderme Tarihi: 25/11/2020 Kabul Tarihi:28/12/2020 * Doç. Dr. , Yüzüncüyıl Üniversitesi Tarih Bölümü, Van , Türkiye, abdulazizkardas434@gmail.com Bu makaleyi şu şekilde kaynak gösterebilirsiniz: KARDAŞ, A., , ‘’ Cumhuriyet Dönemi’nde Veba Salgınları ve Alınan Önlemler (1923-1947)’’,Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, C. 7, S. 4., 2020, s. 2054-2079. Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi Cilt:7 / Sayı:4 Kardaş / ss 2054-2079 Aralık 2020 2055
Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi Cilt:7 / Sayı:4 Kardaş / ss 2054-2079 Aralık 2020 2057 Giriş Veba, basil cinsinden bir mikrobun sebep olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Veba basillerinin naklinde en büyük rolü fareler oynuyor ve hastalık fare ve pireler aracılığıyla insanlara bulaşmaktadır. İnsan vebasının iki şekli vardır. Bubonlu veba ve akciğer vebası. Bubonlu veba (hıyarcık vebası) farelerin bir salgın hastalığı olup bu hayvanların paraziti olan bulaşık pirelerin sokmasıyla insana geçer. Akciğer vebasında (veba zatürresi) ise hastalık, hastanın öksürme sırasında fırlattığı mikroplu damlacıklar vasıtasıyla insandan insana bulaşır. Bu suretle veba basilinin insanlarda giriş kapsısı cilt ve solunum yollarıdır. Hastalık ya doğrudan doğruya vebalı insan veya hayvanın balgam, kan, irin, ter vs ile temasıyla veya pireler vasıtasıyla insana geçmektedir.
Hastalık her iki şekilde de dalgınlık, şiddetli susuzluk hissi, düzensiz konuşma, ciltte kanamalar, dalak büyümesi ve yüksek ateş gibi belirtiler gösterir ve koma ile ölüm gerçekleşebilir. Hava, elbise, ticaret eşyası, mektup ile de hastalık taşınabilir, sefalet, fakirlik ve pislik hastalığın bulaşma ve meydana çıkmasında önemli rol oynar. 2 Veba hastalığı Ortaçağ Avrupa’sında “kara ölüm”, İslâm Dünyası’nda ise “taun” veya “veba” olarak adlandırılmıştı.
3 XX. yüzyıl başlarına kadar bütün dünyada büyük salgınlara sebep olan veba, insanların kitle halinde ölmelerine yol açmış, korkunç bir hastalıktı.4 Veba, çok eski devirlerden beri Hindistan, Çin gibi Uzakdoğu ülkelerinde varlığını devam ettirmiş ve zamanla deniz ve kara ticaret yollarıyla Uzakdoğu’dan Orta Asya’ya, Mezopotamya ve Yakındoğu’ya taşınmış ve ticaret merkezlerine yerleşmiştir. Buralardan da İskenderiye, İstanbul, Rusya, Anadolu üzerinden Afrika ve Avrupa’ya bulaşmıştır. Osmanlı Devleti, kolera salgınının yanında veba ile de mücadele etmek zorunda kalmıştı. II. Mahmud Dönemi’nde 1831’de Karadeniz’den gelen gemilere İstinye’de ve Büyük Liman’da veba, kolera ve diğer bulaşıcı hastalıklardan dolayı “karantina bekletilmesi” usulü getirilmiş ve bir “Karantina Nezareti” kurulmuştu.
Osmanlı hükümeti vebanın yayılmasını engellemek amacıyla karantinalar ve sağlık kordonları kurmuştu. Ancak bütün çabalara rağmen veba yayılmaya devam etmişti.1839’da Trabzon, 1840’da Urmiye Gölü ve Van Gölü Havzası’na ulaştı. Bitlis, Van, Muş, Trabzon ve Erzurum vilâyetlerinde iki ay içinde 30 bin kişi vebadan hayatını kaybetmişti. 6 1895’e kadar vebanın mahiyetini ve sebebini bilmeyen insanlık bu korkunç ve öldürücü hastalığa karşı aklına gelen her çareye başvurmuştur ki bunların en etkilisi karantinadır. 1895’de Calmette ve Borrel ölü kültürle bir aşı hazırlamışlardır. Sonraları değişik çeşitleri yapılan bu aşı Türkiye’de ilk kez 1920’de Müderris Dr. Refik (Bakter) ile Mustafa Hilmi beyler tarafından hazırlanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı başlamadan bir süre önce salgın hastalıklarla mücadele için, Dr. Reşat Rıza (Kor) Bey’in Hıfzıssıhha Müdürlüğü döneminde 65 maddelik “Emrâz-i Sâriye ve İstilâiye Nizamnâmesi” hazırlanmıştır. Bu çerçevede, “İstanbul Emrâz-ı Sâriye Mücadele Komisyonu” oluşturulmuştur. Bu komisyon ilk zamanlar tifüs, humma-i racia, kolera gibi hastalıklarla uğraşmışsa da daha sonra, çiçek ve vebayı da çalışma kapsamına almıştır. 13 Nisan 1914 tarihli “Emrâz-ı Sâriye ve İstilâiye Nizamnâmesi” ile salgın hastalıklarla mücadele görevi düzenlenmiştir.8 Ancak yapılan çalışma ve düzenlemelerden istenilen sonuçlar alınamamıştı. Kısa bir süre sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı yıllarında Anadolu’yu saran salgın hastalıklar, ordunun sağlığını tehdit edecek boyutlara ulaşmıştı. Bu nedenle bazı hazırlıklar yapılmış ve askerlere kolera, tifo, çiçek ve dizanteri aşıları uygulanmıştı.
Ancak yaygın ve büyük bir savaş içinde bu çabalar yetersiz kalmıştı. Millî Mücadele yıllarında Türkiye’de veba, sıtma, frengi, çiçek ve trahom gibi hastalıklar bulaşıcı ve salgın halinde idi. Sıtmaya karşı hastalara tedavi edici, sağlamlara koruyucu ilaç dağıtılmış ve sivrisineklerin ürediği bataklıklar kurutulmaya başlanmıştı. Çiçek hastalığından halkı korumak için Sivas’taki kurumda çiçek aşısı yanında kolera, tifo ve kuduz aşıları da üretilmişti.12 Milli Mücadele sırasında işgale uğrayan yerlerde nüfusun azalması, halkın bir bölümünün yoksul, perişan bir hale düşerek göç etmesi, bulaşıcı hastalıkların yayılmasının yanında büyük ekonomik ve sosyal sorunların yaşanmasına yol açmıştı.
Bu dönemde etkili olan bulaşıcı hastalıklardan biri de veba idi. Kasım 1919’da İskenderiye’den gelen bir vapurla İstanbul’a bulaşan vebanın yayılmasını önlemek amacıyla büyük mücadeleler verildikten sonra, hastalığın etkisi kırılmış ve münferit vakalar halinde seyretmişti.14 TBMM’de 21 Ağustos 1922’de Sıhhiye Vekâleti Bütçesi’nin Emrâz-ı Sâriye Tahsisatı’na 100 bin lira konulması hususunda yapılan görüşmeleri sırasında söz alan Menteşe Mebusu Dr. Tevfik Rüşdü Bey, veba ile ilgili olarak; “veba bizim memleketimizde İzmir’de, Antalya’da, ahiren İstanbul’da çıktı. İzmir’dekini pekiyi tanırım… İstanbul’daki son büyük veba istilâsında bulundum ve müftehiren söyleyebilirim ki, Beynelmilel Heyeti Sıhhiye vebanın men’inden âciz kaldığı vakit Türk tababeti buna muvaffak oldu. Bir ay zarfında İngilizlerin ve Fransızların vaz’ettikleri ve bir takım fevkalâde masraflarla ittihaz ettikleri tedbirleri kaldırarak; hastalığı men’e; tedabirimizle muvaffak olduk”açıklamasında bulundu.
Bu dönemde İstanbul’da bir salgınla varlığını gösteren veba, alınan tedbirlerle söndürülmesine rağmen, tüm Akdeniz havzasının bu hastalıkla bulaşmış olması, ara sıra Türkiye’nin limanlarında bazı vakaların görülmesine sebep olmuştur. 1. Cumhuriyet Dönemi’nde Veba Salgınları ve Alınan Önlemler Cumhuriyet idaresi kurulduktan sonra salgın hastalıklarla mücadeleye önem verilmiş ve koruyucu hekimliğin etkili tedbirleri sayesinde bu yolda büyük başarılar elde edilmişti. Bu bağlamda veba, kolera, çiçek gibi salgın hastalıkların dışarıdan ülkeye girmesini engellemek amacıyla hudut ve sahillerde gerekli tedbirler alınmıştı.
Hudutlarda ve dâhilde alınan sıkı tedbirler sayesinde Cumhuriyetin ilk yıllarında komşu ülkelerde zaman zaman çıkan veba, humma-i racia, tifüs, gibi hastalıkların etkileri ya tamamen ortadan kaldırılmış veya asgari bir seviyeye indirilmişti. 18 Bu dönemde salgın hastalıklarla verilen mücadelenin önemli bir kısmı vebaya ayrılmıştı. Aralık 1923’te İstanbul’da başgösteren veba, Tahtakale’de bulunan Hilâl-i Ahmer ambarında görülmüştü. Burada görülen veba vakası üzerine ambar ilaçlanmış ve gerekli tedbirler alınmıştı.Veba aynı günlerde Galata’da bulunan Emine Hatun İnas Mektebi ve civarında da etkili olmuştu. Bunun üzerine İstanbul Sıhhiye Müdüriyeti’nin görevlendirdiği iki tabip tarafından öğrencilere veba aşısı tatbik edilmiş ve eğitime ara verilmişti.
Ancak gittikçe artan veba vakaları karşısında İstanbul Valiliği, şehirdeki bütün okullarda veba aşısının uygulanmasını kararlaştırmış ve çalışmalara başlanmıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında vebanın Türkiye’ye bulaşma yollarından birisi de ara sıra veba salgınlarının görüldüğü Yunanistan’dan gelen muhacirler vasıtasıyla olmaktaydı. Bu nedenle Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti, 23 Şubat 1924’te Seyrisefain Müdiriyeti Umûmîyesi’ne gönderdiği yazıyla muhacir nakleden vapurların her 40 günde bir ilaçlanarak, fare temizliği yapılmasının kararlaştırıldığını bildirmişti. Bu bağlamda 5 ve 16 Mart 1924 tarihlerinde Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye Vekâleti ve Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti arasında yapılan yazışmalarda, vapurların ilaçlanarak farelerden temizlenmesi İstanbul’un vebaya bulaşık olması yüzünden olmadığı, Yunanistan’ın daima şüpheli ve bulaşık bulunmasından kaynaklandığı vurgulanmıştı.
Bu nedenle muhacir naklinde kullanılan vapurların İstanbul’da farelerden temizlenmeye tabi bulundurularak bu hususta karantina merkezlerinden alınacak belgelerin tekrar fare temizliğine tabi bulundurulmak üzere Yunanistan’da ibraz etmeleri gerektiği Seyrisefain Müdiriyeti Umûmîyesi’ne bildirmişti.23 Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaîye Vekâleti’nden 23 Ağustos 1924’te Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti’ne gönderilen yazıda; Pire ve Atina civarında 8 veba vakası görüldüğünü, bu nedenle Pire ve çevresinde vebaya neden olan farelerin yok edilmesi, veba aşısının uygulanması ve gerekli tıbbî önlemler alındıktan sonra seyahat edenlerin 61 gün süre ile tıbbî gözetim altında tutulacağı bildirilmiştir. 24 Aynı şekilde 23 Eylül 1924’te Selanik’te veba ve lekeli humma vakaları görülmüş ve gerekli tedbirlerin alınması istenmişti. Bütün önlemlere rağmen Yunanistan’da veba başta olmak üzere salgın hastalıklar etkili olmaya devam etmişti. Bu bağlamda Eylül 1929 başında Pire’de tekrar veba vakaları görülmesi üzerine Yunan hükümeti vebanın çıktığı bölgede geniş bir sağlık kontrolü uygulamıştı.
İcra Vekilleri Heyeti, 6 Kasım 1929’da, veba, kolera, çiçek ve lekeli humma gibi hızla yayılan hastalıkların bildirilmesi için sahil ve sınırlarda görevlendirilen memurların her ayın sonunda verdikleri bilgilendirme raporlarının, söz konusu salgın hastalıklarının oluşturdukları olağanüstü koşullar nedeniyle hastalık çıktığı anda telgrafla bildirilmesini kararlaştırmıştır. 27 Alınan sıkı önlemler Yunanistan’da olduğu gibi, Mısır ve Ortadoğu ile ticari ilişkilerin gerçekleştirildiği Türk limanlarında 1929 yılına kadar görülen veba ve diğer salgın hastalıklar, programlı çalışmalarla tamamen ortadan kaldırılmış ve ticari ilişkilerde bulunan devletlerde veba vakaları görüldüğü halde Türkiye, aldığı sıkı önlemler sayesinde bu salgınlardan etkilenmemişti. Bu başarının devamlı olmasında Umûmî Hıfzıssıhha Kanunu’nun büyük bir yeri vardır.
1930 yılında kabul edilen 1593 Sayılı Umûmî Hıfzıssıhha Kanunu’yla, Türkiye’de görülen bulaşıcı hastalıklarla yapılacak mücadele yolları saptanmış, bulaşıcı hastalıklara karşı kullanılan her çeşit aşı ve serumların hükümet tarafından hazırlanması, dışarıdan alınan aşı ve serumların, Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti’nce saptanan vasıf ve koşullara uygun olması belirlenmiştir. Aynı kanunda bildiri (ihbar) sistemi ele alınarak, hangi hastalıkların kimler tarafından ne şekilde ve nereye bildireceği de belirlenmiştir. Veba, çiçek, kolera, sarıhumma, humma-î racia ve tifüs hastalıkları uluslararası bildirimi zorunlu hastalıklardan olduğu vurgulanmış ve bu hastalıkların telefon, telgraf gibi en seri haberleşme araçları ile bildirilmesi zorunlu hale getirilmiştir.
1931’de Rusya’dan Yayılan Vebaya Karşı Alınan Önlemler
Doğal veba odaklarından biri olarak kabul edilen Rusya’da,29 tarihsel süreç içinde çok sayıda veba salgını meydana gelmişti. Bu salgınlardan biri de Mart 1931’de ülkenin Karabağ, Nahcivan ve Türkiye sınırına çok yakın olan Culfa çevresinde etkili olmuştu. Hükümet, veba hastalığının Türkiye’ye bulaşması ihtimaline karşı harekete geçti. Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti Hıfzıssıhha İşleri Umûm Müdürlüğü bölgede bulunan vilâyetleri, salgın konusunda gerekli hassasiyetin gösterilmesi konusunda uyarmıştı. Bu amaçla Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, Bayazit, Kars, Van, Rize ve Artvin valiliklerine gerekli tebligatı yapmıştı. Vekâlet, zaman kaybetmeden İstanbul’dan sağlık memuru gözetiminde Kars’a bir seyyar veba laboratuvarı, veba aşısı, veba serumu ve yeterli miktarda sağlık malzemesi göndermiştir. Vekâlet, ayrıca veba mücadelesi için bir uzman görevlendirmeye karar vermiş ve bu amaçla Bakteriyolog Dr. Ziya Osman Bey, veba mücadelesi için görevlendirilerek, Kars’a gönderilmiştir.
8 Mart 1931’de toplanan İcra Vekilleri Heyeti, Dâhiliye Vekâlet’inin de görüşünü alarak çıkardığı kararnâme ile Artvin, Rize, Bayazit ve Kars vilayetleri mıntıkalarındaki kapılar dışında bulunan bütün Rus sınır kapıları kapatılarak, ulaşım ve taşımacılığın sadece adı geçen kapılar vasıtası ile yürütülmesini kararlaştırmıştır.31 Aynı kararnâme ile Iğdır Köprüsü’nden geçen yol ve civarında bulunan köyler ile Kars tren hattının ilk istasyonu olan Kızılçakçak’ta birer muayene istasyonu açılması kararlaştırılmıştı. Bunun üzerine Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, gerekli çalışmaların yapılması konusunda Bayazit ve Kars valiliklerinin harekete geçmesini istemişti. Kurulması kararlaştırılan istasyonlarda Rusya’dan gelecek yolcuların tıbbi muayeneye tabi tutulmaları, veba aşısının uygulanması ve beş gün süre ile tıbbî gözetim altında tutulmaları, bu sürenin sonunda hastalık belirtileri göstermeyenlerin serbest bırakılması kararlaştırılmıştı.
Buradaki tıbbî çalışmaların yürütülmesi amacıyla Kars tren hattının ilk istasyonu olan Kızılçakçak İstasyonu’na Çıldır Hükümet tabibi ve Iğdır Köprüsü civarındaki muayene istasyonuna da Iğdır Hükümet Tabibi görevlendirilmişti. Ayrıca her iki istasyona ikişer sıhhat memuru da Kemal Özsan, Ahmet Fazlı, Mesude Aktan, Kâmil Beyoğlu, gönderilmiş ve böylece istasyonlar kurularak çalışmalara başlamıştı. Bu çalışmaların yanında askeri birliklerin de hastalığa karşı dikkatli olmalarının sağlanması amacıyla hastalık ve alınan tedbirler hakkında Millî Müdafaa Vekâleti’ne detaylı bilgi verilmiştir. Ayrıca Kars ve Bayazit vilâyetlerinin sınıra yakın köylerinde bulunan bütün halka veba aşısının uygulanması kararlaştırılmıştı. Bunlardan Bayazit mıntıkasındaki sınır köylerindeki halkın aşılarının askeri tabipler vasıtasıyla yapılması hususu Millî Müdafaa Vekaleti’ne yazılan bir tezkere ile bildirilmişti.
Kars mıntıkasındaki sınır köyleri aşılarının da Kars Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Müdürlüğü tarafından yaptırılması hususu müdürlüğe telgrafla bildirilmiştir. Rusya’nın Karabağ ve Türkiye sınırında bulunan Nahcivan ve Culfa bölgelerinde etkili olan veba salgını karşısında alınan sıkı önlemler sonuç vermiş ve salgın Türkiye’ye bulaşmamıştı. Bunun üzerine daha önce Rusya’dan gelecek yolcular ve taşımacılık konularında konulan kısıtlamalar Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti’nin teklifi üzerine 21 Mart 1931’de İcra Vekilleri Heyeti’nce kaldırılmıştır.35 Böylece Türkiye ile Rusya arasındaki ulaşım ve taşımacılık faaliyetleri salgın öncesinde olduğu gibi normale dönmüştü. 3. Ortadoğu ve Diğer Ülkelerden Yayılan Veba Salgınları ve Alınan Önlemler XX. yüzyılda veba özellikle şehirleri ve limanları birbirine bağlayan ticari ilişkiler vasıtasıyla yayılma fırsatı bulduğundan korkulması gereken bir hastalık olarak varlığını devam ettirmiştir.
Bu korkunun temelinde Hindistan, Mısır ve Güney Amerika limanlarında vebanın daimi odaklarının bulunmasıdır. Bu nedenle hemen hemen bütün limanlarda her zaman bir sağlık servisi hazır tutulmuştu. Bu durum komşularında sürekli veba vakaları görülen Türkiye için de geçerliydi. Türkiye, Ocak 1931’de Cezayir’de veba vakalarının görülmesi ile teyakkuza geçmişti. Özellikle Türkiye’nin ticari ilişkiler gerçekleştirdiği limanlardan olan Berut (Beyrut) Limanı’nda Temmuz 1931’de yeniden veba vakalarının görülmesi üzerine Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, bir tebliğ yayımlayarak, söz konusu liman ve çevresinden gelecek gemiler için gerekli tıbbî muayeneye ek olarak farelerin yok edilmesi çalışmalarının başlatılacağını duyurmuştu. Türkiye, Kasım 1931’de veba ve diğer salgın hastalıkların bulaşmasını engellemek amacıyla gemilerin kaptan veya reislerinin Sahil Sıhhiye İdareleri tarafından gerekli görülen tedbirlere riayet etmekle mükellef olduklarını bildirmişti.
Buna uymayanlar hakkında Umûmî Hıfzıssıha Kanunu’nun 282. maddesi hükümlerinin uygulanacağı, yapılan tebligata rağmen veba aşılarını yaptırmayanların kanunun ilgili maddesine göre mahkemeye verileceği, çeşitli mazeretlerle veba aşısını yaptırmak istemeyen kaptan, reis ve mürettebat hakkında Sahil Sıhhiye İdareleri tarafından düzenlenecek bir tutanakla mahkemeye verilmesi40 hususunu kendisine bir mücadele yöntemi olarak seçmişti. Türkiye daha sonra deniz işleri ile alakalı olan bütün şahısların veba aşına tabi tutulması uygulamasını kaldırarak, sadece Mersin-İskenderiye hattında çalışan Türk gemileri mürettebatının veba aşısına tabi tutulmasını kararlaştırmıştır.41 Mayıs 1932’de Kanarya Adaları’nda veba salgınları başlamış ve Türkiye söz konusu adalar ve çevrelerinden gelen gemilere tıbbî muayene tedbirleri koydurmuştu.42 Türkiye, aynı uygulamayı Haziran 1932’de İskenderiye’de43 ve Kasım 1932’de Berut (Beyrut)’ta çıkan veba salgınlarına44 karşı da uygulamıştı.
1932 yılında Hindistan’ın Allahabat mıntıkasında çıkan ve sadece bir hafta içinde 7.500 kişinin hayatını kaybettiği veba salgını bütün dünyada endişe ile takip edilmişti. Daha sonra Hindistan’ın Bombay, Sind ve Kalküta civarında veba ve kolera salgınları etkili olmuştu. Bunun üzerine Türkiye Hindistan limanlarından gelecek vapurların karantinaya tabi tutulacağını bildirmişti. Türkiye, Hong Kong, Bombay, Kalküta ve Hindistan’ın diğer bütün limanları ile Seylân Adası’na karşı konulmuş olan veba ve kolera hastalıklarına mahsus sıhhî tedbirler birleştirilerek Süveyş Kanalı yolu ile Uzakdoğu’dan gelen bütün gemilerin veba ve kolera bakımından umûmî bir muayeneye tabi tutulmalarını kararlaştırmıştır.
Türkiye, veba vakalarının artış gösterdiği ülkelere Yarın, 16 Temmuz 1931. 39 Umûmî Hıfzıssıha Kanun’unun 282. maddesi şu şekildedir: İşbu Kanunda yazılı olan memnuiyetlere muhalif hareket edenler veya mecburiyetlere riayet etmeyenler hakkında kanunda ayrıca bir ceza hükmü gösterilmediği ve fiilleri Türk Ceza Kanunu itibarile daha ağır cezayı istilzam eylemediği halde beş liradan elli liraya kadar hafif para cezası ve üç günden bir aya kadar hafif hapis cezası verilir”. “Umûmî Hıfzıssıha Kanunu”, Resmî Gazete, 6 Mayıs 1930, Kanun Numarası: 1593,
“Kaptanlara Veba Aşısı”, karşı gerekli önlemler alırken,veba vakalarının tekrarlanmadığı Filistin’in Yafa, Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nu birleştiren Tanca,49 Tunus ve Malta limanlarına karşı konulan tıbbi kontrol,50 karantina ve fare mücadelesi gibi kısıtlama ile önlemleri kaldırmıştır. 4. Suriye’de 1937’de Çıkan Veba Salgınına Karşı Alınan Önlemler Güneydoğu Asya ülkeleri ile Filistin’in Yafa Limanı başta olmak üzere51 Ortadoğu’da görülen veba vakaları zamanla kuzeye çıkarak Suriye ve Irak’ta etkili olmaya başlamıştı. Aynı dönemde Şubat 1936’dan itibaren Irak istikâmetinden, iskân edilecekleri Suriye’ye göç eden Nasturiler, geldikleri bölgede bulunan veba hastalığını geçtikleri Habur Çayı civarına bulaştırmış ve hastalık burada tek tük vakalar halinde görülmeye başlamıştı.
Burada görülen vebanın zamanla Türkiye sınırına yaklaştığı tahmin edilmektedir. Suriye’nin Resülâyn Kenti’nin güneyinde ilk veba vakasının görülmesi üzerine Türkiye bir Mücadele Heyeti görevlendirmişti. Türkiye’nin görevlendirdiği Mücadele Heyeti, Fransız Heyeti Sıhhiyesi ile kurduğu temas sonunda buradaki ilk veba vakasının 7 Mayıs 1937’de çıktığı, Türkiye’nin Halep Konsolosluğu’nun Suriye’nin resmî makamlarından aldığı bilgiye göre de vebanın 27 Mayıs’ta Suriye Hükümeti’nce öğrenildiği ve salgının 23 Mayıs 1937’de başlamış olabileceği yönündeydi.
Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekili Dr. Refik Saydam, Türkiye’nin güney sınırında Suriye topraklarında görülen veba vakaları hakkında mecliste yaptığı konuşmada; “30 Mayıs 1937’de Urfa Valiliği’nden gelen bir telgrafta Resülâyn güneyinde bulunan bir aşiretin fertleri arasında salgın bir hastalığın zuhur ettiği ve tetkikata devam ettikleri bildirilmişti. Aynı gün öğleden sonra aldığımız bir telgrafta bu hastalığın zatürreli veba olduğu, bu yüzden şimdiye kadar 15 kişinin öldüğü, Viranşehir ve Harran kaymakamlıklarına da bu hususta malumat verildiğini”açıklamıştı.
Salgın haberinin alınması üzerine Türkiye derhal harekete geçerek, gerekli tüm önlemleri almaya başlamıştı. Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti’nin teklifi üzerine 3 Haziran 1937’de toplanan İcra Vekilleri Heyeti, veba hastalığının Türkiye’ye bulaşmasını engellemek amacıyla alınan tedbirlerin yeterli olmadığını görmüştü. Bunun üzerine heyet, salgının bulaşma tehlikesine karşı Umûmî Hıfzıssıha Kanunu’nun 55. maddesine uygun olarak, sınırın Fırat ve Dicle nehirleri arasında bulunan ve Mardin ile Urfa vilâyetlerine yakın olan kısmının geçici olarak kapatılması ve her türlü ulaşım ve taşımacılığın durdurulmasını kararlaştırmıştır.
Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, aynı zamanda sınır üzerinde genel kontrollerin yapılmasını ve sağlık müdürlerinin sınır civarında bulunan köyleri dolaşarak taramalar yapmasını istemişti. Vekâlet, ayrıca mevcut sağlık memurlarının ve görevlendirilen doktorların da bu iş için derhal harekete geçmesi emrini vermişti. Paris’ta bulunan Pastör Enstitüsü’yle irtibata geçen Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, nakliye ücreti ile birlikte 5.360 Fransız Frank’ı değerinde veba serumu satın almış ve zaman kaybetmeden Suriye sınırındaki köylerde uygulanmak üzere göndermiştir.
Ankara’da bulunan resmî makamları da durumdan haberdar eden Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, söz konusu makamların bünyelerinde bulunan memurların hazır halde bulundurmalarını istemişti. Vekâlet, Paris’te bulunan Milletlerarası Hıfzısıhha Ofisini de haberdar ederek kendilerinin bu salgınla ilgili bilgilerinin olup olmadığını sormuştu. Vekâlet, aynı şekilde Suriye Hükümeti’nden de salgın hakkında bilgi istemiştir.57 Alınan tedbirler çerçevesinde Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi ikinci direktörünün yanına seyyar doktor ve bakteriyolog verilerek mevcut veba serumlarını ve veba aşıcıları derhal Toros Ekspresi ile Resülâyn’a gönderilmiştir. Aynı zamanda sınır üzerinde bulunan köyler, sınırda görevli jandarma ve sınır karakolları ile demiryolu çalışanlarının tümü aşılanmaya başlanmıştır. Vebanın yayılabileceği ihtimaline karşı sınır üzerinde bulunan diğer vilâyetler de salgından haberdar edilmişti.
Bu bağlamda Millî Müdafaa Vekâleti’ne haber verilerek sınır civarında bulunan askerlerin vebaya karşı aşılanması istenmişti. 2 Haziran 1937’de dört sağlık ekibi köylerde tarama yapmıştı. Bu kapsamda tren yolcularının muayeneye tabi tutulması kararı alınmış ve sınır kapılarının yapılmasına başlanmıştı. Sınırın çok geniş olması nedeniyle kontrollerin hızla yapılmasının mümkün olmadığından iki sepetli motosiklet alınarak derhal bölgeye gönderilmiştir. Aynı tarihte Derbesiye’den itibaren Resülâyn’a kadar ve Nusaybin’den de Derbesiye’ye kadar olan kısımlarda sağlık tedbirleri alınmıştır. Böylece, Suriye sınırında ve içerde alınan tedbirlerle veba salgınının Türkiye’ye bulaşması engellenmişti. Bunun üzerine İcra Vekilleri Heyeti, geçici olarak kapatılan ve Mardin-Urfa vilâyetlerine denk gelen sınır kapılarının, hastalığın tamamen bertaraf edilmiş olması üzerine 23 Haziran 1937’de yeniden açılmasını kararlaştırmıştır.
Türkiye, Suriye’de etkili olan vebanın kontrol altına alınmasından sonra bu ülkeye karşı aldığı sıkı önlemleri gevşetmişti. Ancak ticari ilişkiler kurduğu ülkelerin limanlarında zaman zaman veba salgınları görülmeye devam etmiş ve Türkiye, buna karşı gerekli önlemleri almıştı. Bu bağlamda Mısır’ın Portsait Limanı’nda Temmuz 1940’ta görülen veba vakaları üzerinde bu ülkeye karşı gerekli tedbirleri almıştı. Aynı şekilde Eylül 1945’te İtalya’nın Taranto Limanı’nda ve Palermo Kenti’nde veba vakaları görülmesi üzerine Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, bütün sahil vilâyetlerini hastalığın ülkeye sıçramaması için gerekli tedbirlerin alınması için emir vermiştir. Aynı zamanda ilgili bakanlıklarla diğer makamlara da bilgi verilmişti. Türkiye, işlek limanlarda denizcilik işleri ile alakalı bütün vatandaşlara veba aşısının uygulanması için gerekli hazırlıkları yaparak tatbikata başlamıştır.
Ocak 1946’da Filistin’in Hayfa ve Yafa limanlarında görülen veba salgını gün geçtikçe şiddetini artırmış ve Türkiye için de daha ciddi tedbirler alınmasını gerektiren bir duruma gelmişti. Hudut ve sahil vilâyetlerinde Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti’nin teşkilatına şüpheli ilk vaka karşısında yapacakları hareket ve mücadele hakkında detaylı direktifler verilerek gerekli tedbirler alınmaya başlanmıştı. Alınmaya başlanan tedbirleri yerinde kontrol ve denetlemek üzere Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü ikinci Direktörü Dr. Vefik Vassaf Akan, görevlendirilmiştir. Bundan başka enstitüde veba aşısı üretimine daha geniş bir yer verilmiş ve herhangi bir salgın karşısında derhal harekete geçecek olan mütehassıs, asistan, laborant, mücadele personeli ve seyyar laboratuvardan müteşekkil bir de ekip hazırlanmıştır.
alınan sıkı önlemler ve kurumlar arası işbirliği vasıtasıyla söz konusu salgınların Türkiye’ye bulaşması önlenmiştir. 5. Türkiye’de Son Veba Salgını: 1947 Urfa Akçakale Vebası Türkiye daha önce belirttiğimiz gibi 1945-1946 yılları arasında Filistin’in Hayfa, Yafa ve Mısır’ın İskenderiye limanları ile İtalya ve Malta’da görülen veba vakalarına karşı gerekli önlemleri alarak, teyakkuza geçmişti. Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti’nin komşu ülkelerde görülen veba vakalarına karşı hudut ve sahillerde aldığı sıkı ve devamlı tedbirler sayesinde Türkiye’de veba vakaları görülmemişti. Ancak Suriye sınırına 5 km mesafede ve Akçakale-Urfa yolu üzerinde bulunan Harbetülgazel Köyü’nde ve bu köye 11 km mesafedeki Telseyf Köyü’nde ve onun yakındaki Telhalib Köyü’nde görülen veba vakaları dolayısıyla hastalık çıkan köyler karantina altına alınmış ve civar köylerin bütün halkının vebaya karşı aşılanmasına başlandığı gibi hasta aranması, fare ve pire itlafı ve sair gerekli bütün mücadele tedbirleri de alınmıştı.
Hastalık çıkan bölgeye mücadele personeli, laboratuvar, mücadele malzemesi ve bir sağlık müfettişi gönderilmiştir.65 Burada çıkan vebanın duyurulması şu şekilde olmuştu; 9 Mart 1947’de Akçakale Hükümet Tabibi Vekili Gümrük Muhafaza Alay Hekimi Teğmen Dr. Ferit Paçacı, Harbetülgazel Köyü’nde haber aldığı ve mahallinde muayene ettiği üç hastada veba bulgularına rastlamıştır.66 Bu üç hastadan ikisinin koltuk altlarında hıyarcık, yüksek ateş, umûmî hallerinde düşkünlük ve vücutlarında kanamalar dikkatini çektiğinden ertesi gün tekrarladığı muayene ile hastalığın veba olduğuna kanaat getirerek üçüncü gün Urfa Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Müdürlüğü’ne telgrafla haber vermiş ve aşı talep etmişti. Bunun üzerine Urfa Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Müdürü Dr. Kâzım Umur, Dâhiliye Mütehassısı Dr. Müfit Hekimoğlu ile birlikte hastaları tekrar muayene etmiş ve onlardan alınan numuneler görevlendirilen bir memurla Ankara’ya Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü’ne gönderilmiştir.
Bir kısım numuneler de Urfa Hastanesi’ndeki laboratuvarda tahlil edilmişti. Ankara’ya gönderilen numuneler tetkik olunarak 13 Mart 1947’de veba tespit edilmiş ve Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti’ne haber verilmiştir. Urfa’dan 13 Mart 1947’de veba ihbarı yapılması üzerine Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, Urfa’ya mücadele tedbirleri alınması, civardaki vilâyetlere de uyanık bulunmaları bildirilmiş, Refik Saydam Enstitüsü’nden aşı ve serum gibi malzemeler de en seri vasıta olan uçakla bölgeye gönderilmişti. Vekâlet, Adana Hastanesi’nden Bakteriyolog Dr. Osman Sonat’a hastalık mahalline hareket emri vermişti. 18 Mart 1947’de Ankara’dan Dr. Ziya Erdoğru ve sağlık memurlarından oluşan bir ekiple, seyyar laboratuvar ve seyyar hastane gönderilmiştir. Bu mücadele ekibi ile Urfa Sıhhat Müdürlüğü’nce hazırlanan ekipler işbirliği yaparak hastalık çıkan köyler derhal karantina altına alınarak, aşı ve DDT (Dichlorodâphenyl-Trichloroethane) uygulanmasına başlanmıştır.
DDT uygulamasının yetersizliği ve elde yeterince fare zehiri bulunmaması nedeniyle kesin sonuç alınamamıştır. Bu sırada Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, bulaşıcı hastalıklarla mücadele kurulunun bütün tabip ve sağlık memurları da bölgeye gönderilmek suretiyle mücadele takviye edildiği gibi Urfa’ya yakın olan Mardin, Diyarbakır, Gaziantep, Maraş ve Hatay vilâyetleri de yakınlarındaki merkezlerden gönderilen sağlık memurlarıyla takviye edilmiştir.68 Akçakale’de görülen veba nedeniyle İstanbul’da da gerekli tedbirler alınmaya başlanmış ve bu bağlamda vapur iskeleleri ve vapurlar için temizlik ekipleri oluşturulmuştur. Oluşturulan ekipler Haliç, Boğaziçi, Anadolu sahillerinde kontrol ve temizlik işlerine başlamışlardı.69 Aradan geçen iki haftalık süreden sonra Telseyf Köyü’nde ikinci bir grup hastaların baş göstermesi üzerine Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, hastalığın tehlikeli bir hal almasını önlemek ve uzman kişiler tarafından mücadelenin yerinden idaresini sağlamak için çalışılmıştır.
Burada yapılan incelemelere göre ilk vaka 9 Mart 1947’de hastalanıp 14 Mart’ta ve çobanlıkla geçinen Telhalip’li bir çocuktur. Bu çocuğu müteakip çobanlıkla geçinen arkadaşı ve bunu takiben de bu çocuğun anne ve kız kardeşi hastalanarak ölmüşlerdir. Hastalığın Telhalip’ten Harbetülgazel’e geçişi Fişenge’li olup da Harbetülgazel’de çadır kurmuş olan ve misafir olarak Telhalip’te bulunan bir kız ve annesi vasıtasıyla olmuştur ki kız ölmüş, annesi iyi olmuş fakat sonra diğer bütün aile fertleri ölmüşlerdir. Telseyf Köyü’ne intikal ise karısı ile Telhalip ve Harbetülgazel köylerine uğrayarak tekrar köyüne avdet eden Telseyf Köyü muhtarının kardeşi ve karısı vasıtasıyla olmuştur. İlk hastalanan çocukların çobanlıkla geçinmelerine ve tarlalarda yattıklarına göre hastalığı muhtemelen hasta kemiricilerin pireleri vasıtasıyla almışlardır.
amacıyla Karadeniz Bölgesi’nde nekator ve frengi mücadelesini incelemede bulunan Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti Sağlık İşleri Genel Müdürü Dr. Niyazi Erzin’i Ankara’ya çağırmış ve Refik Saydam Enstitüsü’nden Bakteriyolog Dr. Sabahattin Payzın ile bir laborant ve mücadele malzemesi ile birlikte mücadeleyi idare etmek üzere Akçakale’ye göndermiştir. 3 Nisan 1947’de Akçakale’ye ulaşan ekip veba ile mücadele yönetimini ele almış ve aynı gün yapılan inceleme sonucunda bir mücadele programı hazırlanarak uygulamaya konulmuştur. Buna göre; Akçakale ve köylerinde sinek, pire ve haşereleri yok etmek amacıyla DDT uygulanmış, veba çıkan üç köy ile bunların çevrelerindeki 12 köyde evler, ahırlar ve köylülerin çamaşırları da DDT ile ilaçlanmıştır. Vebanın bulaştığı köyler için konulan karantinanın yetersiz olduğu görülmüş ve sağlam köylüler köyün bir tarafına, hastalar ve onlarla temasta bulunanlar ayrı ayrı olmak üzere köylerin dışında çok geniş bir alanda Kızılay, Birinci Umûmî Müfettişlik ve Millî Savunma Bakanlığı’ndan sağlanan 720 adet çadıra yerleştirilmiştir.
Evler DDT’lenmiş, yeterli miktarda fare zehiri ve fare kapanı bırakılarak kapıları mühürlenmiştir. Her köy 50 asker ile sıhhî kordon altına alınmıştır. Halkın gıda ihtiyacı ilk etapta mücadele ekiplerince ve daha sonra Kızılay tarafından temin edilmiştir.71 Veba mücadele teşkilâtının motorize edilmesi çok zaman kazandırmış ve işleri kolaylaştırmıştır. Güney demiryollarınca temin edilen kolaylıklar sayesinde katarlara takılan bir temizleme vagonu, uğradığı her istasyonda ambar temizliği yapmıştı. Ayrıca Çobanbeyli, Karkamış, Mürşitpınar, Akçakale, Ceylanpınar, Derbesiye ve Nusaybin istasyonlarında bulundurulan ekipler trenlerde aşı kontrolü yapmış ve DDT uygulamışlardı. Tren giriş kapıları olan Nusaybin ve Çobanbeyli istasyonlarında ayrıca birer doktor bulundurulmuştur.
Köyler bir plan dâhilinde motorlu ekiplerle sıra ile ve veba bulaşan köylerin civarından başlanarak DDT’lenmiş ve aşılanmıştır. Akçakale’de bu tedbirler alınırken Urfa’nın sınırda bulunan Suruç ve Viranşehir kazalarında da aynı tedbirler alınmıştır. Urfa’ya yakın olan Hatay, Mardin, Gaziantep, Maraş, Diyarbakır vilâyetlerinde ise Urfa’ya sınır veya yakın köylerinden başlanarak içeri doğru gitmek üzere aynı esaslar dâhilinde mücadele tedbirleri alınmıştır. Urfa’nın Viranşehir, Akçakale, Suruç ve Birecik kazalarında üç ay diğer vilâyetlerde altı ay sonra yeniden aşılama ve DDT yapılması kararlaştırılmıştır.
Akçakale merkez köyleri önem arz ettiğinden her 10 günde bir petrollü ve toz DDT ile ilaçlanmış ve aralıksız fare mücadelesi başlatılmıştır. Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti, mücadele heyetine, mevcut imkânlardan azami şekilde istifade ettirmiştir. Veba ile mücadele teşkilâtı motorize hale sokmak için Sıtma ve Trahom Savaş Teşkilâtı emrindeki motorlu vasıtalardan bir kısmını bu işe tahsis ettiği gibi istenildiği kadar vasıta kiralamak emir ve müsaadesini de vermiştir. Ayrıca Millî Savunma Bakanlığı da istenilen miktarda motorlu araç temin etmiştir. Ticaret Bakanlığı lüzumlu benzin ve petrol kontejanını süratle tahsis etmiş ve petroller mahalline sevk edilmiştir.72 Bu meyanda güney sınırı bölgesinde çıkan veba hastalığı alınan tedbirlerle derhal bastırılmıştır.
Mücadelede Urfa bölgesinde 18 doktor, 49 sağlık memuru ve yeterli sayıda işçi çalıştırılmıştır. Gaziantep’te 10 doktor, 23 sağlık memuru ve 13 diğer personel, Mardin’de 8 doktor, 15 sağlık memuru, 16 diğer personel. Diyarbakır, Maraş, Hatay’da bütün mahallî sağlık teşkilâtı seferber edilmiştir. Bu mücadelede 12 ton DDT, 400 ton petrol sarf edilmiştir. Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü’nden 2,5 tona yakın aşı sevk edilmiş ve Paris’te Pastör Enstitüsü’nden mevcut 52,5 kilo serumdan başka uçakla Paris’ten 120 kilo serum daha getirilmiştir. Mücadele emrine 800 çadır, iki seyyar hastane, bir seyyar laboratuvar, 2.000 fare kapanı, 5.000 kutu ve şişe fare zehiri, 1000 takım elbise ve gerekli tüm diğer malzeme verilmiştir.
Buradaki veba salgını, bu şekilde alınan önlemeler ve verilen mücadeleler sayesinde çok kısa bir zaman zarfında söndürülmüştür. Bütün araştırmalara rağmen Akçakale’de çıkan veba salgının nereden bulaştığı tespit edilememiş, ancak şu ihtimaller üzerinde durulmuştur. Dünyanın belli başlı 6 veba mihrakından birisi Mezopotamya’dır ve dünya veba haritalarında fareler arasında veba salgını olan yerler Akçakale’ye çok yakındır. Buna göre gizli bir fare salgınından hastalığın insanlara geçmiş olması muhtemeldi. 1945-1946’da ara sıra İskenderiye, Hayfa, Yafa’da görülen vebanın Akçakale’ye fare veya insanlar ile bulaşmış olması ihtimali de göz önünde tutulmuştu.
Türkiye’de salgınla ilgili hazırlanan raporda vebanın Suriye’den kaynaklanmış olabileceğine yer verilmişti. Nitekim Türkiye’de salgının sona ermesinden sonra Suriye’nin Varta Köyü’nde 6 veba vakası görülmüştü. Suriye Hükümeti, 11 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Teşkilâtı’na ihbar ettiği bu veba vakalarından Suriye’nin de veba ile bulaşık olduğu anlaşılmıştır. Bunun üzerine yurt içinde veba ile mücadelede alınan tedbirlere ek olarak İçişleri, Gümrük ve Tekel, Sağlık ve Sosyal Yardım bakanlıkları tarafından bir rapor hazırlanmış ve Bakanlar Kurulu’nun 17 Nisan 1947 tarihli toplantısında raporda yazılı tedbirlerin derhal tatbikine geçilmesi kararlaştırılmıştır.77 Bu rapor doğrultusunda sıkı tedbirler almak gayesiyle Sağlık ve Sosyal Bakanlığı’nın isteği üzerine Suriye sınırı tamamen kapatılmış ve bu suretle sınır üzerinde de vebaya karşı şiddetli bir mücadele başlatılmıştır.
Buna göre mücadele ve sağlık ekipleri hariç olmak üzere Suriye sınırı her türlü ulaşıma tamamen kapatılmıştı. 79 Buradaki güvenliğin Gümrük Muhafaza Birlikleri tarafından sağlanması ve ordu birlikleriyle hududun takviyesi, kararlaştırılmıştır.80 Aynı şekilde Hayfa’da görülen vakalar üzerine buradan gelen gemilere Çanakkale Boğazı’nda karantina uygulanmıştı.81 Akçakale’de 9 Nisan 1947’den sonra veba vakası görülmediğinden Telhalib ve Harbetülgazel köylerindeki sıhhî kordon kaldırılmıştır. Güney sınırı boyunca genel aşı tatbiki, pire ve fare mücadelesine devam edilmişti. Birleşmiş Milletler Sağlık Teşkilatı’nın bildirdiğine göre 28 Nisan 1947’de İskenderiye’de yeni veba vakaları görülmüştü. Bu duruma göre lüzum görülen yerlerde vebaya karşı bakanlıkça yayınlanan esaslara uygun olarak pire ve fare mücadelesine ara vermeden devam edilmişti.82 Bölgede alınan sıkı tedbirler arasında aşı mücadelesi önemli yer tutmaktaydı. Akçakale’de aşı yaptırmayan kimselere tren bileti verilmemiş,
Mardin’de de yoğun bir şekilde görülen haşereler DDT kullanılarak etkileri kırılmıştı. Vebanın çıktığı Telseyf, Telhalip ve Harbetülgazel köylerinde her hafta düzenli bir şekilde DDT yapılmış ve bütün köy halkı doktorlar tarafından muayene edilmişti. Bu şekilde alınan ve kararlılıkla genişletilerek sürdürülen çalışmalar sayesinde Türkiye’de 1947’den sonra hiçbir veba vakası görülmemiştir. 26 Mayıs 1947’de Ankara’da toplanan Yüksek Sıhhat Şurası’nda, Akçakale’de veba mücadelesinde vazife gören bütün doktor ve memurların çalışmalarını takdirle anarak, mücadele sırasında vebaya yakalanan Dr. Kemal Özsan ile ağır bir serum hastalığı geçiren Dr. Sabahattin Payzın’ın bu feragatli çalışmalarından dolayı teşekkür edilmişti. Akçakale’nin üç köyünde çıkan veba hastalığı ile mücadelede 17 Nisan 1947’de kapatılan Fırat ile Dicle arasındaki Suriye ile olan sınırın 1926 Milletlerarası Paris Mukavelenâmesi çerçevesi dâhilinde sıhhî tedbirlere devam etmek şartıyla, söz konusu sınırın açılması Bakanlar Kurulu’nun 7 Haziran 1947 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.
Türkiye, Suriye ile sınır kapılarını açmış ancak bölgedeki veba salgınları aralıklarla devam etmişti. Türkiye her zaman olduğu gibi bu salgınları dikkatle takip etmişti. Özellikle Yemen’in Suudi Arabistan sınırı yakınlarında çıktığı anlaşılan veba hastalığının, Türkiye’ye herhangi bir şekilde bulaşmasını önlemek üzere, hastalığın kolera veya veba olmadığı anlaşılıncaya kadar Hac seferlerinin yasaklanması, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın ve Dışişleri Bakanlığı’nın yazıları üzerine Bakanlar Kurulu’nca 30 Temmuz 1951’de kararlaştırılmıştır.88 Buradaki veba salgınının etkisi kırıldıktan sonra 7 Mart 1952’de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Hac seferlerini serbest bırakmıştı.
Sonuç Salgın hastalıklar, tarih boyunca insan varlığını ve toplumları tehdit eden en önemli bir unsur olmuştur. Tarihte farklı medeniyetlerde kara ölüm, taun veya veba olarak adlandırılan hastalık, bütün dünyada insanların kitleler halinde ölmelerine yol açmıştır. Eski devirlerden beri Uzakdoğu ülkelerinde varlığını devam ettiren veba, insan hareketleri ve ticaret yollarıyla Anadolu, Mezopotamya, Akdeniz Havzası ve Avrupa’ya bulaşmıştır. Osmanlı Devleti de vebadan etkilenmiş ve Birinci Dünya Savaşı ile Millî Mücadele yıllarında İstanbul, İzmir ve Antalya gibi sahil merkezlerinde etkili olmuştur. Cumhuriyet döneminde nüfus mübadelesi ile Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen muhacirlerin taşındığı vapurlarla vebanın bulaşma ihtimaline karşı sıkı önlemler alınmıştır. Aynı şekilde, ticaret, ulaşım ve taşımacılık faaliyetleri ile Rusya, İtalya, Mısır, Filistin gibi ülkelerden yayılan veba salgınlarına karşı önlemler alınmıştır.
İran’da etkili olan daha sonra Nasturiler’in göç yoluyla 1937’de Suriye’nin Türkiye sınırına yakın Resülâyn kentinde başlayan veba salgınına karşı Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti tarafından sınır boylarında ve içerde gerekli önlemler alınmıştır. Bu salgın Türkiye’de etkili olmamıştı ama bölgede salgınların aralıklarla görülmesi devam etmiş ve Mart 1947’de Urfa’nın Akçakale Kazası’na bağlı Suriye sınırına yakın olan Harbetülgazel, Telseyf ve Telhalib köylerinde veba vakaları görülmüştür. 20 ölümle sonuçlanan salgın personel ve malzeme yönünden geniş bir ekibin çalışmaları sonucu önlenmiştir ve bundan sonra Türkiye’de hiçbir veba vakası görülmemiştir.
Cevap bırakın