
Bu yazı, Türkiye’den IPS İletişim Vakfı/bianet’in de paydaşlarından olduğu uluslararası Direnç Projesi kapsamında medyada nefret söylemi ve dezenformasyon konularını örneklendiren eleştiri yazılarının yer aldığı “Gazetecilikte Direnç Yazıları” dizisi kapsamında yayımlanıyor. |
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar üç kıtayla bağlantısı olan bir ülkede türlü olaylar yaşanıyormuş, ülkenin başına gelen her şeyden dış güçler sorumluymuş, iktidara karşı olan haber mutlak yalanmış, tez erişimi engellenmeliymiş.
Reuters ve Oxford’un Digital News’in 2018 raporlarına göre Türkiye’de dolaşan haberlerin yüzde 49’unun sahte olduğu belirlendi.
Kamuoyunda iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) göndermeyle “Aktroll” denilen, “yanlı” dezenformasyon hesapları yaklaşık son beş-on yıldır gündemde.
Özellikle bu hesaplar tarafından saldırıya uğradığı belirten muhalif veya alternatif medya kuruluşu, muhalif politikacılar ve alternatif medya mensupları var. Alternatif medya söylemi Türkiye gibi kitlelere ulaşan televizyon ve gazete mecralarının esas olarak hükümet güdümünde olduğu ülkelerde kullanılan/kullanılmak zorunda kalınan bir kavram.
Görev: Muhalefete saldırmak
Oxford Üniversitesi İnternet Enstitüsü’nün yürüttüğü Computational Propaganda Research Project tarafından hazırlanan raporda, dezenformasyon faaliyeti tespit edilen ülkeler arasında bulanan Türkiye’de 500 kişilik bir sanal birlik bulunduğu ve bu birliğin “muhalefete saldırmak, sosyal medyayı baskı altına almak ve hükümeti desteklemek” için kullanıldığı şeklinde bir not yer aldı.
Aynı araştırmaya göre Türkiye aynı zamanda yüzde 65 ile internette siyasi görüş açıklamaktan en çok endişe duyan topluma sahip ülke oldu.
Sebep ise “yetkililerle sorun yaşama” ihtimali. Türkiye’yi bu alanda yüzde 63 ile Vietnam, yüzde 57 ile Malezya ve yüzde 56 ile de Brezilya takip ediyor. Bu konuda en rahat hissedenler ise Norveç, ABD, İsveç ve Danimarka.
Sanal haber platformları ve sosyal medya mecraları nedeniyle artan sahte ve yanıltıcı haberler ile nefret söyleminin Türkiye’de etkileri son yıllarda çokça hissedilmeye başladı.
Toksiklekmiş bu türlü bir ortamda çeşitli amaçlarla çeşitli hedeflere yöneltilmiş yurttaşlar, siyasal ve ulusal duyguları ile dezenformasyona farkında olmadan katılıyorlar.
Doğrulama platformu teyit.org’un paylaştığı verilere göre aşılar hakkında dezenformasyon yayanların tweetlerine etkileşim önlenemiyor.
“2020 ve 2021 yıllarının aynı dönemleri (Ocak – Eylül) arasında verileri kıyasladığımızda bu artış kolayca görülebiliyor. Dezenformasyon yayan hesapların toplam retweet ve beğeni sayıları ciddi olarak artmış gözüküyor.
Etkileşimleri 2020’de atılan tweet sayısına oranla incelediğimizde tweet başına yaklaşık 40 retweet ve 115 beğeni alınmış görünüyor.
2021’de ise hesapların görünürlüklerinin artmasıyla bu istatistikler endişe verici şekilde tweet başına 120 retweet ve 390 beğeniye çıkmış.
Doğrulama kuruluşlarının ve halk sağlığı üzerine çalışan kurumların, bu aktörlerin popülerleşmesinin önüne geçemediği çıkarımında bulunmak mümkün.”
“Feministler ezanı ıslıkladı”
İstanbul’da 2003’ten bu yana her yıl 8 Mart’ta Feminist Gece Yürüyüşü düzenleniyor. Yürüyüş, İstiklal Caddesi’nde gerçekleştiriliyor.
2019’daki yürüyüşte polis, İstiklal Caddesi’ne çıkan birçok yolu kapattı ve yoğun güvenlik önlemi aldı. Yürüyüşü gerçekleştirmek isteyen kadınlar saat 19.00’a doğru İstanbul Fransız Kültür Merkezi önünde toplanmaya başladı.
Bu sırada Kültür Merkezi önünde ve çevredeki sokaklarda binlerce kadın toplandı.
Yürüyüşün katılımcıları, eylemin en başından itibaren sloganlar, ıslıklar ve düdüklerle protestolarını gerçekleştirirken sık sık “Aç, aç, aç” ve “Yürüyüş Hakkımız Engellenemez” sloganlarıyla polisten barikatları kaldırmasını istedi. Polis, saat 20.40 civarında gruplara biber gazı ve plastik mermiyle müdahale etmeye başladı.
İktidara yakın Yeni Şafak gazetesi bu sırada kadınların ezanı yuhaladığı iddiasını ortaya attı.
Gazetenin internet sitesi videoyu, “Dün akşam Taksim’de ‘ezan’ okunduğu sırada akıllarınca protesto etmeye kalkan alçaklar” açıklamasıyla paylaştı.
Birçok internet sitesi, bu video üzerinden gösteride ezanın protesto edildiği yönünde haberler yayımladı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da 10 Mart 2019’da Adana’da yaptığı konuşmada “Taksim’de CHP ve HDP’nin öncülüğünde güya Kadınlar Günü için bir araya gelen bir grup, ezana ıslıklarla, sloganlarla terbiyesizlik ettiler” dedi.
Yayılan dezenformasyon üzerine Taksim’de kadınlara yönelik saldırılar oldu. Kadın örgütlerinin ezan sesinin polis müdahalesi ve yürüyüş sloganlarına eş zamanlı gerçekleştiğine ancak asla ezana yönelik hakarette bulunmadığı açıklamaları ise dezenformasyonu yayan medyada yer bulmadı.
17. Feminist Gece Yürüyüşü imzasıyla yayımlanan açıklamada şu ifadeler yer aldı:
“Polis kadınların yolunu keserken, bir araya getirmezken, gaz sıkarken, arama yaparken ezan dinlemedi.
“16 yıldır yürüdüğümüz güzergahta, yürümemizi engelleyip bizi caminin yanında tutanlar şimdi de kalkmış ezana karşısınız diyor. Kimse çarpıtmasın, bizim isyanımız polis barikatına, kadınların yürüyüşünü, 8 Mart’ı engellemek isteyenlere.”
Başlık ve fotoğrafla algı
Doç. Dr. Fatma Çakmak, dezenformasyonla ilgili “Medyada Dezenformasyon Sorunsalı ve Manipülasyonun Gücü: İdeoloji ve Söylem Açısından Seçim Haberlerinin Siyasal İletişimdeki Rolü” makalesinde 2019 seçimlerini gazeteler açısından ele alıyor.
Star Gazetesi’nin 27.02.2019 tarihli sayısının ilk sayfasında kırmızı renkle yazılmış; ‘İşte Saadet-HDP ittifakının perde arkası’ üst başlıklı ve ‘Çekilme değil kucaklaşma’ başlıklı haberi örnekleyen Dr. Çakmak, şu tespitleri yapıyor:
“Makro açıdan tematik yapı incelendiğinde; bu başlıklarla Saadet Partisi’nin HDP ile gizli bir anlaşma içerisinde olduğu yönünde bir algı yaratılmıştır.
“Haberin spotunda yer alan; ‘Saadet Partisi’nin, terör örgütü uzantısı HDP ile ortaklığının PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın talimatıyla oluşturulan Demokratik İslam Kongresi’nin 22 Şubat’ta Şanlıurfa’daki toplantısında kurulduğu ortaya çıktı’ şeklindeki ifadelerle Saadet Partisi’ne yönelik bir iddiaya yer verildiği görülmektedir.
“Mikro açıdan sentaktik çözümleme yapıldığında; cümle yapılarının edilgen olduğu ve bölgesel uyum açısından referans göstermeye gerek duyulmadığı görülmektedir.
“Retorik açıdan aralarında Saadet Partisi üyesinin de yer aldığı bir fotoğraf paylaşılarak kanıt olarak sunulduğu görülmektedir.
“Şematik yapıda bakıldığında ise bağlam bilgisi olarak; HDP’li vekil Kaya ve SP’li Bilgiç’in sunum yaptığı panelden üç gün sonra HDP’nin Şanlıurfa’da adaylarını SP lehine geri çektiği ifade edilerek ana olayın sunulduğu görülmektedir.
“Bu durum ise gazete tarafından; ‘kirli tezgâh’ olarak nitelendirilmiştir. Gazete HDP’ye karşı duruşunu net bir şekilde ortaya koymuş, SP’yi de onlarla birlikte olduğu iddiasıyla açıkça eleştirmiştir.”
“İl binasında PKK sığınağı”
A Haber 8 Mart 2021’de saat 21.00’de yayımlanan “Memleket Meselesi” programında “HDP İl Binasında ‘PKK’ Sığınağı” başlığı ve alt yazısıyla sunulan içerikte, sunucunun “HDP’nin İstanbul il binasının altında PKK’nın bir sığınağının olduğu ile ilgili Gizli Tanık ifadelerinin bulunduğunu biliyorduk. Arkadaşlar onları görsel olarak hazırladılar. HDP İstanbul il binasında PKK Sığınağı. Bir gizli tanığın ifadesinden söz ediyoruz” şeklindeki sözlerinden sonra gizli tanığın bu yöndeki ifadelerine yer verilmişti.
Halkların Demokratik Partisi programın bilgi ve belgeden yoksun iftira ve isnatlarda bulunduğunu belirterek RTÜK’e suç duyurusunda bulundu. Ancak sonuç alınamadı.
Gare’ye giden milletvekili?
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Kuzey Irak’ta Gare’ye giden HDP’li vekil olduğunu dile getirmişti.
Süleyman Soylu’nun HDP milletvekili Dilan Dirayet Taşdemir ile ilgili nerede ve ne zaman çekildiği belli olan fotoğrafları göstermesinin “algı yaratma çabası” olduğunu söyleyen HDP Eş Genel Başkanı Pervin Bulvan, “İki gün önce bir TV kanalında gösterdiğin fotoğraflar Sayın Öcalan’ın Kandil’e PKK’ye silahları bırakma çağrısının yapılacağı, bizim o mektupları götürdüğümüz görüntülerdir, onların fotoğraflarıdır. Senin genel başkanın o mektubun Türkiye’ye neler getireceğini heyecanla, umutla bizlerden bekliyordu” diye konuştu.
Ancak A Haber, TRT gibi pek çok yaygın medya organı Buldan’ın sözlerine yer vermedi, olay kamuoyundan çoğu kişinin hafızasında Soylu’nun iddiasıyla kaldı. Türkiye’deki LGBTİ+ birey ve bireylerin haklarını savunan örgütler de sık sık dezenformasyon ağına takılıyor.
Yeni Akit, gazetesi 2018’deki ‘Türkiye’nin demir yumruğunu yediler, hormonları bozuldu’ başlıklı haberinde Mustafa Kemal Atatürk’ü, Abdullah Öcalan ve Fetullah Gülen fotoğraflarını yan yana koyarken üçü ve destekçileri için ‘eşcinsel sapkınlığı’ ifadesini kullandı.
Haberde ayrıca şunlar denildi: “Her taraftan kuşatma altına alınmak istenen Türkiye’nin dik duruşu ve hainlerin başına demirden bir yumruk gibi inerek bütün oyunları bozması, azılı Kemalistlerle birlikte FETÖ’cü ve PKK’lı teröristlerin de hormonlarını bozdu. Milli ve manevi değerlere savaş açan Türkiye düşmanı bu kesimler içinde ‘eşcinsel’ sapkın ilişki rezaleti ayyuka çıktı.”
Yeni Akit gazetesi Nisan 2020’de Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eşcinselleri hedef gösteren Cuma hutbesini yazdı.
“İslam’ın eşcinselliği lanetlediğini söyleyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş hakkında suç duyurusu” başlıklı haberinde, Ankara Hacı Bayram Camii’nde, temsili Cuma namazını kıldıran Diyanet İşleri Başkanı’nın hutbesinde sarf ettiği eşcinselleri hedef gösteren ayrımcı ve homofobik nefret söylemlerini sıralayarak tekrar etti.
İnsan Hakları Derneği’ni (İHD) “sapkınların avukatlığına soyunmak”la itham etti, “sapkın LGBT’liler” ifadesiyle homofobik nefret söylemini artırdı.
Harun Sekmen imzalı “Lût kavminin çocuklarına lânet, İslam dininin kutsal kitabı Kuran’dan bir ayete göndermeyle söylem sürdürüldü.
“Ölümcül mikrop taşıyıcıları”
Dezenformasyonu koronavirüs haberleri üzerinden bakan İletişim akademisyeni Yasemin İnceoğlu, bianet’e yazdığı “Covid-19 krizi ve medya” başlıklı yazısında “Yanlış bilgilendirme, kafa karıştırıcı veriler ve sahte haberler şüphesiz kamu güvenliği ve sağlığı için açık ve mevcut bir tehlike oluşturmakta” derken ekliyor:
“Dengesiz ve sansasyonel sağlık haberciliğine bir de önyargılarımızı ve empati yokluğunu eklediğimizde, savunmasız insanlar adeta potansiyel ‘ölümcül mikrop taşıyıcıları’ olarak gösterilerek, yalnız ırkçılık ve nefret değil, aynı zamanda korku kültürü de tetiklenmiş olur.”
“Küresel medya şirketleri, korku, panik ve öfkeye neden olabilecek yanlış, çarpıtılmış bilgilerin yaygın bir şekilde yayılmasını önleme, krizin acil olarak kontrol altına alınması ve hafifletilmesi amacına yönelik olarak Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) ile Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi önde gelen sağlık kurumlarıyla yakından çalışmalılar.
“Etkileşimli platformlar, hasta hakları gözetilerek virüs salgını ve vakalar ile ilgili olarak ana akım medya tarafından göz ardı edilen, haber görüntülerine ve videolarına yer vermeye devam etmeliler.
“Bizler de iyi birer medya ve dijital okuryazarı olarak sorgulamadan, resmi kaynak dışındaki, birincil kaynaklara ulaşmadan, çapraz okuma yapmadan önümüze gelen her habere inanmamalıyız.”
Türkiye’de pandeminin başlangıcından 27 Kasım 2020’ye kadar günlük vaka sayısı yerine, sadece Covid-19 hastalık bulgusu olup tedavi altına alınan hastaların (hastalığa dair ateş, öksürük, nefes darlığı gibi belirtileri olanların) sayısı veriliyordu.
Özetle asemptomatik denilen kişiler günlük tabloya eklenmiyordu.
Sağlık Bakanlığı 27 Kasım’dan itibaren günlük Covid-19 tablosunda, vaka sayısını da açıklamaya başladı. Türkiye kamuoyunda uzun süre hasta sayısı vaka sayısı olarak bilindi.
Çamaşır makineli su kesintisi
A Haber’in bu yıl yaptığı İstanbul’da suların kesik olduğunu iddia ettiği bir haber sosyal medyada gündem oldu.
Haberde İstanbul’da 90 yıllardaki gibi su sorunu yaşadığı iddia edildi.
İstanbul’da su kesintisine dikkat çekilmesinin nedeni ise son yerel seçimde uzun süre sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını ilk kez muhalefetten birinin (CHP’li Ekrem İmamoğlu) kazanmış olması.
Su kesintisinin haberleştirildiği görüntülerde muhabirin arkasında çalıştığı görülen çamaşır makinesi iktidarın desteklediği A Haber’in çoğu uzman tarafından “kurgu” olarak nitelendirilen haberlerine son örneklerden oldu.
Sınırı yok
14 yaşındaki Berkin Elvan, 2013’teki Gezi direnişi sırasında Okmeydanı’nda başından gaz fişeğiyle vurdu. 269 gün yoğun bakımda kaldı. 15 yaşında 16 kiloya düştü ve 11 Mart 2014’te hayatını kaybetti.
Erdoğan’ın Berkin’i ve annesini hedef alan dezenformasyon içerikli söylemlerde bulundu. Erdoğan, aynı konuşmada muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu da dürüst olmamakla suçladı:
“Geçenlerde İstanbul’da bir cenaze yaşandı. Maalesef terör örgütlerinin içine aldığı, terör örgütlerinin içinde ne yazık ki yüzü poşulu, eline sapan verilmiş, cebinde demir bilyelerle olan bir çocuk orada maalesef bir biber gazına muhatap oluyor. Polis, orada yüzü poşulu, elinde sapanla, demir bilyeleri savuran o kişinin kaç yaşında olduğunu nereden ayıracak? Ama bu Kılıçdaroğlu her zamanki gibi yalanını söylüyor, ‘ekmek almaya giden çocuk’ diyor. Dürüst ol, dürüst. Ne ekmek alması ne alakası var? Çok enteresan, annesi ‘Evladımın katili başbakan’ diyor. Ben evlada sevgiyi, muhabbeti bilirim ama sizin evladınızın mezarına karanfil ve demir bilyeler atışınızı pek anlamadım. O demir bilyeleri niçin atıyordu mezarına? Neyin mesajını veriyorsun” dedi. Aynı mitingde Erdoğan, Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan’ı yuhalattı.”
Dezenformasyon ve nefret söylemi ilişkisi burada çok iyi görülebiliyor.
Dezenformasyon için yasal düzenleme
Şu haftalarda ise Türkiye’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ekim’de Meclis’in açılmasıyla birlikte gündeme geleceğini söylediği sosyal medya yasasıyla ilgili düzenlemede sona gelindi.
Düzenleme ile sosyal medyada “yalan haber yapan, yayan ve hakaret edene” Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) ceza tanımlanması yapılacak.
Düzenlemeyle yalan haber üreten ve yayanları denetleyecek bir mekanizmanın kurulması da planlanıyor. Buna göre, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ya da Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) içerisinde sosyal medyayı denetleme görevini yürütecek ‘Sosyal Medya Başkanlığının kurulabileceği ifade ediliyor.
AKP kurmayları, BTK bünyesinde zaten İnternet Daire Başkanlığının bulunduğunu, söz konusu başkanlık içerisinde bir ‘sosyal medya’ biriminin oluşturulabileceğini aktarıyor.
Birçok muhalif siyasiye ve gazeteciye göre Türkiye’de iktidar aslında çoğu zaman kendisinin yönettiği enformasyon ve kimi zaman dezenformasyonu, muhalefetin enformasyonunu dezenformasyon adı altında susturma yoluna gitmeye hazırlanıyor.
Dezenformasyonu tanımlamanın zorluğuna dikkat çeken ana muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Bilgi ve İletişim Teknolojilerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel, basına verdiği örnekte iktidarın “kendinden olmayanı terörist ilan etme” pratiği sürdürdüğünü savunuyor:
“Sulh ceza hâkimlerinin iktidara gelen eleştirileri ‘hakaret,’ muhalefete gelen hakaretleri de ‘eleştiri’ olarak görmek gibi tarafgir bir tutumları var, hatta bazen bir partinin yöneticisi gibi davranıyorlar.”
Özne, bizzat iktidar olunca
Erdoğan, Haziran ayında yaptığı bir konuşmada, “Bakın sevgili kardeşlerim, dünyanın farklı yerlerinde aşı var, Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinde bu aşının ücretli olduğunu biliyor musunuz? Bizde yok. Böyle bir şey var.”
Erdoğan, Avrupa liderlerinin kendisine de vatandaşlardan aşıyı ücret karşılığında yapması tavsiyesi aldığını da söyledi.
Ancak Erdoğan’ın açıklamasına rağmen Birleşik Krallık’ta ve diğer birçok ülkede Covid-19 aşı programı ücretsiz olarak yürütülüyor.
Bu örneklerde de gördüğümüz gibi bazen hükümet temsilcileri dezenformasyonun direkt olarak öznesi olabiliyor.
Ve sadece son zamanlarda hükümet tarafından çokça hedef alınan alternatif medya “hayır, aşı diğer ülkelerde de bedava…” şeklinde “işin aslını” yazabiliyor.
Mesele sadece etik değil
Muhalefetten isimler dezenformasyonla ilgili yalan düzenlemenin, iktidarın aleyhinde yapılan -giderek az sayıda- haberi de yayından kaldırmak ve kamuoyu algısını net şekilde kendi lehine çekmek için kullanacağını düşünüyor.
Kavramların karşıt taraflar tarafından bu kadar kolaylıkla kullanıldığı yeni dünyada dezenformasyonu, gerçek bilgiyi, gazeteciliğin temel amacını hatırlamak daha da önem kazanıyor.
Sosyal medya ve hedef gösterme, bu yolla nefret suçlarının önünü açma çağında dezenformasyonun önlenmesi sadece gazeteciliği değil nefret söyleminin sonucunda nefret suçlarına sebep olarak insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını da tehdit ediyor.
Farklı zamanlarda, farklı vakalarda, farklı konulardaki örneklere bakıldığında dezenformasyonun toplumsal açıdan ciddi izler bıraktığını ve bazı toplumsal yaraların sadece doğru bilgi akışıyla sarılabileceğini görüyoruz.
“DİRENÇ: Batı Balkanlar ve Türkiye’de nefret propagandası ve bilgi kirliliğinin önlenmesi, medya özgürlüğünün yeniden tesisi için sivil toplum hareketi” isimli üç yıllık proje Güney Doğu Avrupa Medyanın Profesyonelleşmesi Ağı (SEENPM) ve Orta ve Güney Doğu Avrupa’daki medya geliştirme örgütleri Arnavutluk Medya Enstitüsü (Tiran), Mediacentar Vakfı (Sarajevo), Kosovo 2.0 (Priştine), Karadağ Medya Enstitüsü (Podgorica), Makedonya Medya Enstitüsü (Üsküp), Novi Sad Gazetecilik Okulu (Novi Sad), Barış Enstitüsü (Ljubljana) ve IPS İletişim Vakfı/ bianet’in (İstanbul) ortaklığında uygulamaya konuluyor. Proje AB tarafından finanse ediliyor. Proje hakkında buradan bilgi edinebilirsiniz. |

Manşet görsel: Yağmur Karagöz
“DİRENÇ: Batı Balkanlar ve Türkiye’de Nefret Propagandası ve Bilgi Kirliliğinin Önlenmesi, Medya Özgürlüğünün Yeniden Tesisi İçin Sivil Toplum Hareketi/ RESILIENCE: Civil society action to reaffirm media freedom and counter disinformation and hateful propaganda in the Western Balkans and Turkey” projesi kapsamında yayıma hazırlanan “Gazetecilikte Direnç Yazıları” yazı dizisi yarın başlıyor. Yedi makalelik dizide Türkiye’nin çeşitli bağımsız medya kuruluşlarında çalışan editörlerin medyada nefret propagandası ve dezenformasyon hakkında yazdığı medya eleştirisi metinleri yer alıyor.
Yazı dizisi “Direnç” projesi kapsamında gerçekleştirilen çalışmaların sonuncusu.
Bu çalışmadan önce, proje kapsamında “Türkiye’de Nefret ve Propaganda Medyası: İlişkiler, Modeller ve Kalıplar” ve “Türkiye’de Çevrimiçi Medya Ortamında Nefret ve Dezenformasyon Anlatıları” başlıklı iki rapor yayımlandı.
Proje kapsamında son olarak, 25 Kasım’da Türkiye’de nefret söylemi ve dezenformasyon konusunda yasal düzenlemelerin çerçevesini özetleyen, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) gibi “Eşitlik” kurumlarının uygulamalarına dikkat çeken ve yasal düzenlemelerin yeterliliğine dair bir fikir sunan “Nefret Söylemi ve Dezenformasyona Karşı Ulusal Düzenleyici ve Öz Düzenleyici Çerçeveye İlişkin Bilgi Notu – Türkiye” isimli rapor yayımlandı.
TIKLAYIN- Türkiye’de nefret, düşmanlık dili ve dezenformasyon
TIKLAYIN- Türkiye’de nefret medyasının arkasında kimler var?
Editörler forumu
Proje kapsamında medya eleştirisi metinlerini yazan editörler, projenin başka bir etkinliğinde, 13-16 Ekim’de Karadağ’ın Njivice kentinde, “Güven için Editörler” başlıklı forumda biraraya gelmişti. Forum medyaya olan güveni yeniden tesis etme konusunda editörlerin rolüne odaklanıyordu. Batı Balkanlar ve Türkiye’den 30’un üstünde editörün katıldığı bu forumun temel amacı editörlerin medyadaki nefret dili, dezenformasyon ve propagandayı çeşitli vakalarla örneklendirmesi, araştırma ve raporları paylaşması ve bu sorunlara birlikte çözüm aramasıydı.
TIKLAYIN- Editörlerin potansiyel gücü: Medyaya güveni tazelemek
Editörler forumuna bianet genel yayın yönetmeni Nazan Özcan’ın koordinatörlüğünde katılan ekip şöyle:
Pınar Tarcan (bianet); Selay Dalaklı (bianet); Murat Bayram (Botan International); Murat Bay (sendika.org); Gözde Çağrı Özköse (Mezopotamya Ajansı); Eren Topuz (Gazete Duvar)
|
TIKLAYIN- Gazetecilik ve nefret dolu ortamlarda gezinme
Medya eleştirisi makaleleri
Medyada nefret propagandası ve dezenformasyonu konu alan medya eleştirisi metinlerinin amacı medya eleştirisini bir gazetecilik türü olarak yeniden canlandırmak, eleştirel yaklaşımları teşvik etmek, çeşitli sosyal aktörlerin – diğer bir deyişle, akademisyenlerin, aktivistlerin, bağımsız gazetecilerin, medya okuryazarlığı konusuna yönelik ilgilerinden faydalanmak. Bağımsız medya kurumlarında çalışan editörler tarafından yazılan bu metinler aracılığıyla, medyada dezenformasyon ve nefretin yayılması söz konusu olduğunda editöryel titizliğin önemine, editörlük yapmanın hem teknik hem de etik yönlerine dikkat çekmek amaçlanıyor.
Gazetecilikte Direnç Yazıları başlıklı yazı dizisi, metinlerin editörlüğünü de üstlenen Nazan Özcan’ın Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’yla gerçekleştirdiği röportajla başlıyor. Röportaj ifade özgürlüğü ve nefret söylemi arasındaki çizgiye işaret ederken, medyada nefret söylemi ve dezenformasyon konusunda, kalıplar, modeller ve anlatılara dair genel bir çerçeve sunuyor.
Gazete Duvar’dan Eren Topuz ”Dördüncü gücün nefreti” başlıklı yazısında nefret medyasının sahiplik yapısına dair bir derleme sunuyor. Nefret medyasına ve medya-sermaye ilişkisinin geldiği duruma AKP dönemi öncesini de hatırlayarak bakıyoruz.
bianet.org’dan Selay Dalaklı “Boğaziçi Üniversitesi Protestoları: Gökkuşağının renklerine medyanın nefreti” başlıklı yazısında Boğaziçi Üniversitesi protestoları sırasında nefret ve propaganda medyasının LGBTİ+ları hedef aldığını çeşitli haberler üzerinden örneklendirirken, bu haberlerin nasıl verilmesi gerektiğini tartışıyor.
Botan International’dan Murat Bayram “Türkiye’de Kürtçe medya yok olma tehdidi altında” başlıklı yazısında Kürtçe medyanın varlığının tehdit altında oluşunu, Kürtçe medyanın bir nefret nesnesi haline getirilmesini veriler ışığında örneklendiyor.
Sendika.org’dan Murat Bay “Mülteci nefreti” başlıklı yazısında Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilere yönelik medyadaki dezenformasyona ve mülteci karşıtı nefret söyleminde iktidarların rolüne de değiniyor.
bianet.org’dan Pınar Tarcan “Dezenformasyon ve toksikleşen haberler” başlıklı yazısında LGBTİ+’lara yönelik medyadaki nefret söylemini, pandemi döneminde yayılan haberleri iktidara yakın kimi gazetelerin haberlerini örneklendirerek veriyor. Dezenformasyon için yasal düzenlemeler de yazıya dahil ediliyor.
Mezopotamya Ajansı’ndan Gözde Çağrı Özköse, “Türkiye’de devlet dezenformasyonu öldürüyor” başlıklı yazısında Van’ın Çatak ilçesinde 11 Eylül’de gözaltına alındıktan iki gün sonra hastanede ortaya çıkan ve “helikopterden atıldıkları” hastane raporuyla doğrulanan iki Kürt köylünün yaşadıkları süreci ve bu sürecin basına dezenformasyona uğratılarak verilme biçimine odaklanıyor.
“DİRENÇ: Batı Balkanlar ve Türkiye’de nefret propagandası ve bilgi kirliliğinin önlenmesi, medya özgürlüğünün yeniden tesisi için sivil toplum hareketi” isimli üç yıllık proje Güney Doğu Avrupa Medyanın Profesyonelleşmesi Ağı (SEENPM) ve Orta ve Güney Doğu Avrupa’daki medya geliştirme örgütleri Arnavutluk Medya Enstitüsü (Tiran), Mediacentar Vakfı (Sarajevo), Kosovo 2.0 (Priştine), Karadağ Medya Enstitüsü (Podgorica), Makedonya Medya Enstitüsü (Üsküp), Novi Sad Gazetecilik Okulu (Novi Sad), Barış Enstitüsü (Ljubljana) ve IPS İletişim Vakfı/ bianet’in (İstanbul) ortaklığında uygulamaya konuluyor. Proje AB tarafından finanse ediliyor. Proje hakkında buradan bilgi edinebilirsiniz. İlk rapor için tıklayın İkinci rapor için tıklayın Türkiye Bilgi Notu için tıklayın |

*Görsel: The Economist
Bu yazı, Türkiye’den IPS İletişim Vakfı/bianet’in de paydaşlarından olduğu uluslararası Direnç Projesi kapsamında medyada nefret söylemi ve dezenformasyon konularını örneklendiren eleştiri yazılarının yer aldığı “Gazetecilikte Direnç Yazıları” dizisi kapsamında yayımlanıyor. |
Gazeteciler için olmazsa olmaz “ifade özgürlüğü”, iktidarca her zaman kısıtlanmaya, denetim altına alınmaya çalışılır. Hem Türkiye hem de dünya basın tarihinde bunun örnekleri bolca var. İktidarın ve habercilerin “kavga alanı” ifade özgürlüğü, son dönemlerde Türkiye’de iyice otoriterleşen iktidarın çeşitli aygıtlarıyla kısıtlanmaya çalışılıyor. Hukuku kararlar, düzenlemeler, yeni yönetmelikler veya “tehdit”lerle her yurttaşın ve elbette basının en önemli hakkını ellerinden almak için her türlü yöntem kullanılıyor.
Bunlara ek olarak iktidar tarafından yurttaşların (genellikle muhalif) “ifade özgürlüğü” çoğu zaman “nefret söylemi” olarak damgalanırken, yine aynı şekilde iktidarın ve çevresinin kullandığı “nefret söylemi”, ifade özgürlüğü içinde görülüyor veya gösteriliyor. Mahkemeler ve kolluk kuvvetleri de böyle davranıyor. Nefret söylemi ve ifade özgürlüğü her ne kadar birbirinden net şekilde farklı ise de, iktidarın deformasyonu ve maniplasyonuyla kavramlar da artık içiçe geçmiş durumda.
İletişim bilimci Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, ifade özgürlüğü ve nefret söylemenin ayrıldığı ve kesiştiği noktalar olmak başta olmak üzere, gazetecilerin ve elbette yurttaşların nefret söylemi ve ifade özgürlüğü konusundaki yükümlülüklerini anlattı.
TIKLAYIN – “Direnç” makaleleri yazı dizisi başlıyor
Nefret söylemi nedir?
Kavramın ortaya çıkışı 1980’lerin ortalarına rastlıyor. Eleştirel söylem analisti Hollandalı Van Dijk, toplumda zihinsel denetimi sağlamanın yolunun ‘söylemi’ denetlemek ya da bizzat üretmekten geçtiğini söyler. Bir milattan bahsetmek doğru olmaz ama dünyada yabancı düşmanlığının, ırkçılığın artması, azınlıklara karşı uygulanan şiddetin ivme kazanmasıyla daha çok karşılaşıyoruz. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin nefret söylemi hakkında 1997’de almış olduğu tavsiye kararı da bir dönemeç.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de bu tavsiyeye uyuyor. Nefret söylemi orada, “yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve hoşgörüsüzlük temelli nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, haklı gösteren her türlü ifade biçimi” sözüyle tanımlanmış. Nefret söylemi abartma, çarpıtma, küfür, hakaret, aşağılama, şeytanileştirme, simgeleştirme kategorilerinde gerçekleşiyor.
“Rahatsız edici olabilir”
Bu durumda ifade özgürlüğü nedir?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yaklaşımıyla, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü, demokratik toplumun vazgeçilmez unsurları olan çoğulculuk, açık fikirlilik ve hoşgörünün gereği olduğu kadar, aynı zamanda gerek toplumun ilerlemesi, gerek ferdin gelişmesi için vazgeçilmez bir şarttır. Bu konuda, AİHM’nin, toplumda çoğunluk tarafından benimsenmiş görüşler ile çoğunluğa yabancı ve hatta onu rahatsız eden görüşlerin açıklanması bakımından bir ayrım yapılmaması gerektiği yönünde aldığı Handyside kararı çok önemlidir. Bu karara göre, ifade özgürlüğü sadece lehte olduğu kabul edilen, zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devletin ya da nüfusun bir bölümünün aleyhinde olan çarpıcı gelen, şoke eden, rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de uygulanır.
Siyasetçilere daha sert eleştiri
Siyasetçiler zorunlu bir biçimde kendilerini gazetecilerin, halkın ve siyasi rakiplerinin eleştiri ve denetimlerine açmak durumundadır. Bu konuda AİHM’nin Castells kararına bakmakta yarar var: AİHM’e göre “hükümete yönelik eleştirinin sınırı sade bir vatandaşa hatta bir politikacıya yönelik eleştiri sınırından çok daha geniştir. Demokratik sistemlerde hükümetin eylemleri yalnız yasama ve yargı organlarının değil, basının ve kamuoyunun da yakın incelemesine tabi olmalıdır.”
Ayrıca siyasetçinin bizzat kendisi de, eleştiriye yol açabilecek açıklamalarda bulunduğu zaman daha hoşgörülü olmalıdır.
“İfade özgürlüğü, siyasi, sanatsal, ticari vs her türlü ifadeyi kapsamaktadır. İfade özgürlüğü, fikir, karar sahibi olma özgürlüğü ile bilgi ve düşünceyi edinme özgürlüğüne ek olarak bilgi ve düşünceyi yayma özgürlüğünü de kapsamına almaktadır. Tüm özgürlüklerde olduğu gibi ifade özgürlüğünün de sınırları bulunmaktadır. Bir ifadenin, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceğine karar verilmesinin ardından bu kez bu ifadenin herhangi bir sınırlandırmaya tabi tutulup tutulamayacağına bakılmaktadır.”
Nerde biter nerede başlar?
Bu iki kavram sürekli birbirine karşı kullanılıyor ya da taraflar nefret söyleminde bulunurken bunun ifade özgürlüğü olduğunu ifade ediyor veya ifade özgürlüğünü kısıtlamak için söylenen şeyin nefret söylemi olduğunu iddia ediyor. Yani ifade özgürlüğü nerde biter, nefret söylemi nerde başlar ya da tam tersi bir deyişle nefret söylemi nerde biter, ifade özgürlüğü nerde başlar?
Nefret söylemi içeren ifadelerin, ifade özgürlüğünün sınırları dışında değerlendirilmesi ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasına yönelik örneklerden biridir. Yapılan bu ayrım, ifade özgürlüğünün sınırlanmasında devletin yetkili kılındığı şeklinde değerlendirilebilir. Bu sınırlama özellikle nefret söyleminin sürekli ve şiddetli şekilde devam ederek yol açtığı sonuçlar düşünüldüğünde oldukça yerinde bir uygulamadır. (http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/ET000412.pdf)
Tartışmalı bir konunun nefret söylemi kapsamına girdiğini iddia ettiğiniz yerde, ifade özgürlüğü ihlaline ilişkin eleştiriler gündeme geliyor. ABD’yi örnek verelim… Düşünce özgürlüğüne vurgu yapılarak, özgürlüğe ancak ‘şiddeti teşvik etme’ durumlarında kısıtlama getirileceği belirtiliyor. Her özgürlük gibi ifade özgürlüğünün de bir norm alanı mevcuttur.
Örneğin çocuk pornografisinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi imkânsızdır. İfade özgürlüğü yalnızca lehte olduğu kabul edilen veya zararsız, ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devletin ya da nüfusun bir bölümünün aleyhinde olan çarpıcı, şoke edici, rahatsız edici bilgiler için de uygulanır. Bunlar nefret söyleminin kapsamına girmez. Ancak nefret söylemi niteliğindeki ifadeler de sert eleştiri sayılmıyor ve koruma görmüyor. AİHS’in 10. ve 17. maddesi nefret söylemi ve ifade özgürlüğünü düzenler.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Madde 10: İfade özgürlüğü1. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir. 2. Görev ve sorumluluklar da yükleyen bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir. |
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Madde 17: Hakları kötüye kullanma yasağıBu Sözleşme’deki hiçbir hüküm, bir devlete, topluluğa veya kişiye, Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesi veya bunların Sözleşme’de öngörülmüş olandan daha geniş ölçüde sınırlandırılmalarını amaçlayan bir etkinliğe girişme ya da eylemde bulunma hakkı verdiği biçiminde yorumlanamaz. |
Türkiye’de nefret söylemi
Türkiye’de nefret söylemini ve ifade özgürlüğünü düzenleyen kurallar var mıdır?
Elif Çelik’in “Nefret Söylemi İfade Özgürlüğünün Neresinde?” isimli tezinde bu konu detaylarıyla ele alınmış. Ben de oraya referansla anlatayım.
Anayasanın mevcut halinde bir nefret söylemi düzenlemesi yok. Türk hukukunda, nefret söylemi ile ilişkilendirilebilecek belli başlı hükümler ise Ceza Kanunu’nda bulunuyor. Bu düzenlemelerden biri TCK’nın 125. Maddesinde düzenlenen hakaretin suç teşkil ettiği durumlara ilişkin maddedir. Bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil ve olgu isnat etmeyi ve hakareti suç olarak düzenleyen bu madde suçun ağırlaştırıcı unsuru olarak suçun dini, siyasi, felsefi inanca yönelik ya da düşünce ve kanaatlerin açıklanmasından dolayı ya da kişilerin mensup oldukları dine göre kutsal sayılan değerlere yönelik işlenmesi durumlarını sıralamıştır.
TCK 216
Nefret söylemi açısından bu maddenin ne denli etkin bir rol oynadığı belirsizken, burada öncelenen; ‘şeref’ ve ‘onur’ kavramlarının kişisel değer yargılarına bağlı oluşu, söz konusu maddenin ifade özgürlüğü açısından gereksiz sınırlandırılması potansiyelini de taşıyor.
Türk Ceza Kanununda yer alan ve nefret söylemine ilişkin olarak ele alınabilecek maddelerden bir diğeri 216. Madde. Madde, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme ve aşağılama suçuna ilişkindir. Buna göre; (1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (3) Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Geçmişten bu yana bir dizi değişikliğe konu olmuş olan madde, geçmiş dönemlerde ifade özgürlüğünün önünde ciddi bir engel olarak değerlendirilmiş ve sıklıkla eleştiri konusu olmuştur.
Bilhassa birinci fıkrada yer alan “kamu güvenliği” kavramına bir nebze açıklık getirmesi adına iliştirilen “açık ve yakın tehlike” ölçütleri, ifade özgürlüğünün korunması adına olumlu sayılabilecek bir adım olmakla birlikte maddenin nefret söylemini cezalandırmak noktasında etkinliği uygulama bakımından tartışmalı. Burada tam da “halkın belirli bir kesimi” ibaresinin nasıl yorumlanacağı kilit rol oynar. Maddenin, niceliksel üstünlük karşısında geri planda kalan kesim ve grupları mı koruyacağı yoksa zaten egemen değer yargılarının koruyucusu görevini mi gördüğü sorusunun yanıtı, nefret söylemi ile mücadelenin salt hukuki bir çerçevede olmadığı gerçeğine paraleldir.
TCK 301
Türk mevzuatında konuyla ilişkisi belirsiz olan bir madde ise Ceza Kanunu 301. Maddesidir. Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni, devletin yargı organlarını, devletin askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılamak fiillerini suç olarak düzenleyen bu madde, koruma kapsamını “Türk etnik kimliği” ekseninde oluşturduğu gerekçesi ile ulusal ve uluslararası düzeyde defalarca kez eleştiri konusu olmuş bir madde olma özelliği taşıyor. (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/208301)
Bumerang etkisi
Nefret söylemi için yapılacak ya da var olan düzenlemeler, ifade özgürlüğünü kısıtlamaya neden olur mu?
Yaratır, yaratıyor da. Katıldığım birçok uluslararası konferansta nefret söylemini düzenleyen yasaları olan ülkelerden katılan akademisyenler ve gazeteciler zaman zaman bu yasaların bumerang etkisi yarattığını ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığını ifade ediyorlar.
Nefret söylemi ve ifade özgürlüğünün medyada kullanımı ne durumda? Nefret söylemi en çok hangi gruplara karşı yapılıyor?
Devletin ideolojik aygıtı olan medyanın, kendi gündemini yaratırken, toplumsal bağlamdan kopuk şekilde hem örtük hem açık biçimde ırkçılık, etnik önyargı, zenofobi (yabancı korkusu-nefreti), antisemitizm gibi kavramlar üzerinden nefreti yeniden ürettiğini ya da pompaladığını biliyoruz. Medyanın olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama, abartı taktiklerine başvurarak “öteki”leştirdiği ve “hedef” haline getirdiği grupları kamu güvenliğini tehdit edici “potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler” gibi sunarak, toplumdaki “öteki” gruplara karşı beslenen önyargıları pekiştirir ve bu grupların kendilerini korumasız ve savunmasız hissetmelerine yol açar. Bu durum, bir yandan kişinin belirli bir gruba aidiyeti yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması, hedef gösterilmesi, diğer yandan, nefret söylemi üreten gruba güç ve özen atfetmesi açısından oldukça zararlıdır. Söylenenlerden çok söylenmeyenler, normal, rasyonel ve mantıklı görünenler nefret söyleminin teşhisini zorlaştırırlar.
“Kötü” örnekler
Eskiden manşetlerde gördüğümüz, “Pis Çingene”, “Korkak Yahudi”, hatta geçmişte bir Bakanın çekinmeden söylediği “Ermeni Dölü” türünden sözcüklerin artık günümüzde gazetelerde satır aralarına, köşe yazılarına, internette ise Facebook ve okur yorumlarına kaydığına tanık oluyoruz.
Aşağıda yer alan kampanya örnekleri nefret söyleminin varlığını çok net biçimde ortaya koyuyor:
“Lezbiyenlere tecavüz ederek onları topluma kazandırabiliriz”, “ Köpeklere giriş serbesttir. Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez”, “Duy Ulan Soysuz, Ne Mutlu Türküm Diyene…”, “Soy Kırım Yapsak Soyunuz Kalmazdı Köpekler…” TCK 216 (halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik veya aşağılama) amacına uygun olarak; Erzurum’daki sağlık ocağındaki hastalara, bir doktorun “Pis Kürtler! Hepinizi öldürmek gerekir”, İzmir’deki Türkçü Toplumcu Budun Derneği’nin yürüttüğü “Kürt nüfus azaltılsın, Kürtler kısırlaştırılsın” kampanyası ile Denizli Çivril’de köylülerin “Kürtler çoğalıyor, biz kovmazsak köyü ele geçirecekler” olaylarında kullanılmıştır. Ancak Baskın Oran-İbrahim Kaboğlu örneğinde olduğu gibi, bu maddeyi hakimler çoğu kez tersinden yorumluyor (10).
Gazetelerin ötekileştiren ve nefret yayan ifadeleri başlıklarda sıklıkla görebiliyoruz: “Gey barlardan çıkıp gasp yaptılar”, “Rahipler uçkuru kilisede çözüyor”, “Sapık Yunanlıya baskın”, “Nataşa paraları Rusya`ya”, “Küstah Rum`a haddini bildirdi”, “Eylemciye halk dayağı2 vs. gibi. Hatta şu başlıkları artık kanıksar ve içselleştirir olduk. “Eşcinsel öğretmen işten kovuldu”, “Yunan tacizciye linç girişimi”, “Yahudi iş adamının borç intiharı” gibi… Hâlbuki “Türk tacizci”, “heteroseksüel öğretmen” veya “Türk işadamı” gibi başlıklar kullanmıyoruz(11).
Hrant Dink
Diğer yandan, eşcinsel öğretmenin işten kovulması, tacizciye linç girişiminde bulunulması veya borcu olan herkesin intihar etmesi türü başlıklar adeta suçu haklılaştırıyor ve hatta meşrulaştırıyor. Hrant Dink cinayeti öncesi medyada gördüğümüz başlıklardan birkaç örnek vereyim: “Hrant’ın hırlayışı”, “Türklüğe hakaretten yargılanan Ermeni gazeteci”, “Ermeniye Bak”, “Hrant kaşıyor”, “Hrant uslanmadı, “Kovun bunları”, “Ya sev ya terk et” (12).
Homofobik söylem de nefret söylemi olarak kabul edilir. “Travesti dehşeti”, “Ters ilişki teklif etti öldürdüm”, “Hak ettiler” türü manşetler, saldırıları meşrulaştırıyor veya özendiriyor. Medya, LGBTİ+ haberlerini ya şiddet içeren 3. sayfa haberleriyle; cinsel içerikli, toplum ahlakına aykırı” olarak, LGBTİ+ bireylerini ise “sapkın” veya “canavar” olarak sunuyorlar. Kürt sorunu da terörizm ve PKK ile özdeşleştirilerek, Kürtler hakkında “cani, hain, kalleş, çapulcu, dağdan inenler” türünden “sloganlaşmış ve “korkunçlaştırıcı” kalıp yargılar kullanılıyor (13).
Spor medyası
Diğer yandan, spor medyası da nefret söylemini ve nefret suçunu ciddi olarak körüklüyor: Türklük, Türkiye, canım Türkiyem, vatan, ay-yıldız gibi söylemler sıklıkla kullanılıyor. “Hindi dediniz bize nasıl yedirdik size” türünden başlıklarla şiddet kültürü yeniden üretiliyor.
HIV ve AIDS haberleri, suç ve ahlaksızlık ekseninde, tedavisi mümkün olmayan bir hastalık olarak sunuluyor, HIV ile yaşayanlar tehlikeli, hastalıklı, günahkâr, sapkın ve kötü bireyler olarak sürekli olarak ötekileştiriliyor.
Bu süreç her zaman çok sistematik, planlı ve programlı bir biçimde işlememekle beraber ne yazık ki adeta bir linç kampanyasına dönüşebiliyor. Burada sıklıkla karşımıza bir yandan kişinin belirli bir gruba aidiyeti yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması, hedef gösterilmesi, diğer yandan nefret söylemi üreten gruba güç ve önem atfedilmesi olaylarına tanıklık ediyoruz. Zira bazı gruplar bu yolla kendilerinin öz-değerlerini arttırma yanılsaması içinde “diğer”lerini değersizleştirme ve insani değerlerden uzaklaştırarak itibarsızlaştırma sürecine müdahil oluyorlar.
Medyada nefret söylemini engellemenin yolları var mıdır, gazetecilere nasıl rol düşer?
“Article 19” adlı Basın özgürlüğü örgütü, 2009 yılında Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB), çeşitli sivil toplum örgütleri ve gazetecilerin ortaklığında yazılan Camden İlkelerini benimsedi ve ifade özgürlüğünün korunmasında devletin yükümlülüklerinin yanı sıra, medyanın da önemli bir yeri olduğuna dikkat çekti. Nefret söylemini, şiddete özendirmenin varlığını saptarken ele alınması gereken bazı ölçütleri belirledi.
Camden ne der?
İletişimin içeriği, konuşmacının amacı ve/veya ayrımcılık, husumet veya şiddet içeren olayların meydana gelme olasılığı ile doğrudan ilişkili olabiliyor. Konuşmanın ana noktaları ve öğeleri, tercihen, konuşmanın yapıldığı ve yayıldığı sırada egemen olan sosyal ve politik bağlam içerik analizlerine dahil edilmeli.
Konuşmacının kimliği, toplum içerisindeki konum ve statüleri, saygınlık ve etkileri, karizması göz önüne alınmalı. Politikacıların, ihtilaflara veya anlaşmazlıklara neden olabilecek kamusal konuşmalar yapmaktan kaçınmaları gerektiği konusu vurgulanmıştır. “Bir kısmı, nüfusun bir bölümünü rencide edip, dehşete düşürüp, rahatsız ediyor olsa da” siyasi partilerin görüşlerini halkın önünde savunma hakları olduğunu kabul eder. Fakat siyasi partiler bunu gerçekleştirirken “can sıkıcı veya aşağılayıcı söz ve davranışlar kullanmamalıdır; zira bu tür davranışlar barışçıl, sosyal ortamla uyumsuz kamusal tepkiler oluşturabilmenin yanı sıra demokratik kurumlara olan güveni de sarsmaktadır.”
İletişimin skalası ve tekrarı: Amaç, örneğin konuşmacının mesajı zaman içerisinde veya ara sıra tekrar etmesi halinde, belirli bir eylemi harekete geçirmeye yönelik bir amacın mevcut olma ihtimalini göz önüne alma suretiyle de belirlenebilir.
Camden ilkeleri doğrultusunda medyamızın haberleştirme sürecine baktığımızda karnesinin ne denli kötü olduğu ortaya çıkıyor. Son derece ötekileştirci, etiketleyici/yaftalayıcı, şeytanileştirici, hedef gösterici, nefret söylemi üreten bir dile sahip olduğunu görüyoruz.
Bu konuda en büyük görevlerden biri de medyaya düşüyor. Medya iktidarın sözcüsü gibi davranmaktan vazgeçmeli, birincil sorumluluğunun iktidara, gazete patronunda değil kamuya karşı olduğunu bilmeli ve ona göre hareket etmelidir. Medya ‘biz’ ve ‘onlar’ kutuplaşmasını güçlendirmekten ziyade; karşılıklı anlayış, saygı, kimlikler/kültürlerarası diyalogu sağlıklı sürdürebilmek adına kelimelerin ve imgelerin gücünü doğru kullanmalıdır.
Ateşe benzin dökmek
Medyada, nefret söylemi içeren açıklama ya da ifade, eğer bunun sahibi gazetecinin kendisi ise, kabul edilemez. Gazeteci, başkalarının nefret söylemi içeren ifadelerini aktarırken genelgeçer, toplumun geneli tarafından kabul gören, onaylanan ifadelermiş gibi bir algı yaratmamakla yükümlüdür. Örneğin bu ifadeleri tırnak işareti içine almaksızın başlığa taşımamalı. Kaldı ki sırf tırnak içine almak yetmez, haberin içinde bunun bir nefret söylemi ve kabul edilemez olduğuna dair bir notu da düşmesi gerekir. Gazeteci, özellikle de başlıkta yer almasının öncelikle gazete haberlerinin yalnızca başlığını okuyan okurların gözünde bu ifadede yer alan kanaati meşrulaştırma işlevi görebileceğinin yanı sıra, başlığın gazetenin genel yayın politikası ile ilgili olarak algılanabileceğini de dikkate almalıdır.
Aksi takdirde, medya, politikacıların, ‘öteki’lere karşı yönelttikleri ‘nefret’ söylemini olumladığında ateşe benzin dökmüş oluyor… (https://m.bianet.org/bianet/siyaset/236040-article-19-ve-alti-adimda-nefret-testi)
Peki bu durumla bağlantılı olarak medyada ifade özgürlüğünü genişletmenin yolları var mıdır, gazeteciler ne yapmalıdır?
Bu konuda gazetecilerin sorumlulukları tüm evrensel bildirgelerde beş aşağı beş yukarı aynıdır. Bizde de TGC’nin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nde yer alıyor.
B- Gazetecinin sorumluluğu
Gazeteci basın özgürlüğünü, halkın doğru haber alma, bilgi edinme hakkı adına dürüstçe kullanır. Bu amaçla her türlü sansür ve oto sansürle mücadele eder. Gazeteci, önce halka ve gerçeğe karşı sorumludur. Bu sorumluluk kamu otoriteleri ve işverenine olan sorumluluklarından önce gelir. Bilgi ve haber ile özgür düşünce, herhangi bir ticari mal ve hizmetten farklı olarak toplumsal nitelik taşır. Gazeteci, ilettiği haber ve bilginin sorumluluğunu üstlenir. Gazetecinin özgürlüğünün içeriğini ve sınırlarını, öncelikle sorumlulukları ile meslek ilkeleri belirler.
Sosyal medya ile online yayın yapan medya veya gazete ve televizyonların nefret söylemi ve ifade özgürlüğü kriterlerinde ayrışma olmalı mıdır?
Sosyal medyada çok daha kolay ve yaygın üretilen milliyetçi ve ırkçı nefret söylemin dışavurumu, bireysel değil kolektif bir olgu biçiminde tezahür ediyor; “öteki”ne- yönelik tahammülsüzlük, genellikle “taraftarlık” ruhuyla hareket edilen bir süreçte her zaman çok sistematik, planlı ve programlı bir biçimde işlememekle beraber zaman zaman adeta bir linç kampanyasına dönüşebilir. Böylelikle demokrasinin ön koşullarından biri olan çoğulcu ve katılımcı kamusal tartışmalar engellenmiş olur. Burada önyargılı, provokatif, ırkçı ve ayrımcı dil sıklıkla kullanılırken, bir yandan, kişinin belirli bir gruba aidiyeti yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması, hedef gösterilmesi, diğer yandan nefret söylemi üreten gruba güç ve önem atfedilmesine de tanıklık ediyoruz. Zira bazı gruplar bu yolla, kendilerinin öz-değerlerini arttırma yanılsaması içinde “öteki”leri değersizleştirme ve insani değerlerden uzaklaştırarak itibarsızlaştırma sürecine müdahil oluyorlar.
Diğer yandan, sosyal medya ifade özgürlüğünün nispeten daha rahat kullanıldığı bir oksijen alanı bu mecra da belirli düzenlemelerle kısıtlandığında artık nefes alınamaz hale gelinme riski var ama şüphesiz nefret söylemi ve ayrıştırıcı/ötekileştirici söyleme yeşil ışık yakmak olarak yorumlanmamalı.
Öz-denetim, uyarı sistemleri ve en önemlisi yurttaşların kendi iç denetimleri ile kontrol altında tutabilmek en sağlıklısı.
|
(NÖ)
Gazetecilikte Direnç Yazıları
1- Nefret söylemi ne yana düşer, ifade özgürlüğü ne yana? / Nazan Özcan
Cevap bırakın