10 Ekim’den Gün’e…

Dört mevsim geçti; dört mevsim kış!

“Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz:

Büyük öfkemizin içinde

ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak …”

Nazım Hikmet

Ölüsü ölüden, yarası yaradan sayılmayanlar… Yan yana koyulmuş seksen çuvalda, bir parçası diğer parçasıyla buluşamayanlar… Islanmış dudaklarda son ifadenin sesini, son kelimenin harfini duyuramayanlar… Son bakışı, son gülüşü tamamlayamayanlar…

– Gitti, gitti…

— Ağlama artık, güçlü ol ablam!

– Cigerim yanıyor abla, cigerim…

— Yastır bu. Ağlama, hadi ablam!

Paramparça edilmiş bir ömrün yasını suskunluğa emanet edemezsiniz!

Ağlama diyor birileri, ağlama! Oysa güç kaybı değildir dökülenler; yası yaşama halidir. Sessiz olan değildir yas; bitti derken, dindi derken avaz avaz çıkan sesinizdir. Gündüz suskunluğunun, geceleri yüzünüzü döndüğünüz duvara ıslak ıslak vurmasıdır.

Yasın bir sesi vardır; sırtınıza bir nöbet olarak düşen ateşte, taş düşüren kalbinizde, karışıp kabaran içinizde, sağa sola savrulan ellerinizde, sıkılı yumruklarınızda, gıcırdayan dişlerinizde, ağırlaşan dilinizde, ak düşmüş saçlarınızda, ağıt olmuş sayıklamalarınızda, ışığını açık bıraktığınız odanızda ve bir ömür açık tuttuğunuz kapınızda…

Yasın bir sesi vardır; habersizce gömüp, suskunlukla yeşerttiğiniz öfkenizde…

Öfke, bir tarihin kusursuz yasıdır ve mazlum bir itirazdır. Bir anda bulmaz sizi, bir tarihi vardır. Kimi zaman pusuya yatar, kimi zaman dörtnala koşar içinizde. En çok da suskunluğunuzdan beslenir, boğuldukça derinleşir ve bir anda dökülüverir…

– Ellerimde bir değişiklik var abla, yediğim ekmekten içtiğim sudan öç alıyor sanki!

— Sakin ol ablam, sakin ol!

Paramparça edilmiş bir ömrün öfkesini sakinliğe emanet edemezsiniz!

Yas, o gömüde öfkeyle buluşmuştur artık!

On yedi ay geçti. O alanda el ve akıl birliğyle paramparça edileli, kara saçlar ayaklarımıza dolanalı, can parçaları saçlarımıza karışalı, yaralarımıza basılalı, son nefesimize gazla dokununalı on yedi ay geçti. Ağzımızdan bir çırpıda dökülen rakamlar gibi değil zaman; ağır ağır var oluyor, bekletiyor, beklediği yerde uzun tutuyor insanı…

– Zayıflamışsın!

— Yok, zayıflamadım abla, çöktüm.

Acı geçiyor da, acı çekmiş olmak geçmiyor… İçinizde koca bir bulantıya dönüşüyor öfke ve müthiş bir iştahla kustuyor sizi. İçiniz dolup dolup taşıyor; yediğiniz lokma, içtiğiniz su her köşe başında dökülüyor ağzınızdan. Değişiyor renginiz; çirkinleşiyor, buruşuyor yüzünüz… Ve siz, öfke geriliminde yasınızı yaşarken, yaşam yasınızı tutuyor sizin…

On yedi ay geçti. Gelecek, geçmiş zamana düşeli on yedi ay geçti.

– Abla, nasıl dayanayım ben, nasıl… Okulu bitirecekti yavrum, mühendis olacaktı, sonra evlendirecektim onu…

Ölülere değil; onların eksik kalmış, tamamlanmamış hikâyelerine ağlıyorsunuz. Hatırladıkça son sözlerine, bakışlarına, dunyada kalan muradlarına…

On yedi ay geçti. Beş yüzden fazla ‘yaralı’yı ‘hayatta’ oluşuyla geçiştireli; gazetelere, ekranlara kenar süsü olarak düşeli on yedi ay geçti.

 Abla, sol dizimi kaybettim, bir gözüme de bilye girdi. Bu değil de; kızımı gördüm ben abla. Kızımın savrulduğunu, paramparça olduğunu gördüm, gördüğümü anlatamam… Ben bu anlatamadığımla “yaşıyorum” abla…

– Abla, karnımdaki bilyeyle on beş gün sabahladım adli tıpta. Gelen her çuvala baktım da kız kardeşimi teşhis edemedim, on beş gün sonra DNA’sından buldular abla…

– Abla, her sabah ayaklarıma uzanıyorum ben; kaybettiğim ayaklarıma…”Ben varım” diye sesleniyor bana; yokluğun, boşluğun ağrısı dinmiyor. Fantom ağrısıymış bu, hayalet ağrı diyorlar. Sen kabul ediyorsun, “artık yok onlar” diyorsun da beynin kabul etmiyor. Alanda bayılmadım ya ben, bacağımın koptuğunu gördüm ya işte bundanmış bu ağrı abla…

– Abla, bu benim on ikinci ameliyatım. Ağzıma dolmuştu bilyeler, bir kemik eksilmişti ağzımdan. Şimdi gülünce ağzım yana kayıyor, gülmemeye çalışıyorum abla…

– Abla, oğlum başından aldı yarayı; hala konuşamıyor, yürüyemiyor. Sağı da solu da felç. Doktorlar en az on yıl diyor abla…

– Abla, her sabah fazladan bir tabak koyuyorum sofraya. Sonra, uyandır beni diyorum eşime, uyandır da gelsin diyorum abla…

– Abla, kulaklarım duymuyor. Ameliyat olayım dedim ama iyileşmezmiş, sağır olma sürem gecikirmiş sadece abla…

– Abla, yarası yok benim kızımın ama geceleri bi’ anda pencereyi açıp kaybettiği arkadaşlarına sesleniyor, sonra gidip ellerini yıkıyor. Gözleri açık ama uyanmıyor abla…

– Abla, hiçbir şey olmadı da çok şey oldu o gün bana… Baktıkça bacağımı, baktıkça ellerimi, gözlerimi, sesimi, her şeyimi kaybettim abla…

– Abla, yaralıları dinliyorum da; babam, annem, kardeşim “iyi ki hemen ölmüş orada” diyorum abla, iyi ki…

O alanda kanlar icinde kalıp; eşinin, dostunun, yoldaşının, evladının, kardeşinin dağılmış bedenini gözleriyle toplayıp, yerine koyamayanlardır yaralılar. Yüzünde ölüm lekesi taşıyan, her sabah geçmiş zamanda uyanan, kendi yarasında başkasını duyuran, içini bir ağıda saklayan, sustukları duyulmayan ve kaybolmuş uzvuna yeniden uzayacakmış gibi bakanlardır yaralılar…

İşte hayatta kalmak! İşte sadece şu kadarıyla; yaralı dedikleriniz ölmediler fakat yaşadıkları da görülmedi.

On yedi ay geçti. Bu mülkün temelinde bir adalet arayalı on yedi ay geçti.

– Mahkemeye gelecek misin?

— Katilleri görünce dayanamam diye korkuyorum abla; ama geleceğim…

Emlakçı, Muhasabeci, Halıcı, Kasap, İnşaat işçisi… Katiller mesleklerinden bahsedince “bi’ vakit insan olmuşlar” cümlesi geçiyor aklınızdan. İfadeye başlamadan önce kendini tanıtan her katil “ben suçsuzum” diye devam ediyor. En çok siz inanmak istiyorsunuz bu suçsuzluğa ve “acaba!” diyorsunuz dinlediğiniz her hikâyede, “acaba!”… Sonra, her katilin ifadesi alt üst oluyor çapraz sorgularla ve IŞİD saflarındaki fotoğraflar düşüyor baktığınız ekrana… Ve siz başlıyorsunuz salonu inleten sesinizle “katiller” diye haykırmaya…

Herkesin içinde az önce ölmüş gibi bir his. Öyle unutmuş ki herkes kendini, kendini iyice hissedemiyor, acının adresini arıyor yarasında…

Koca bir insanlık krizinin ortasında bu kez siz başlıyorsunuz anlatmaya… “Ben” deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorsunuz. Akrabalaşan acınız “biz” ediyor tüm “ben”lerinizi ve yavaş yavaş, uzun uzun dökülüyor dilinizden: Bizi öldürdüler hâkim bey, bizi öldürdüler, öldüremediklerinin yaralarına bastılar… Sormak istiyorum hâkim bey, sormak istiyorum şu insandan sayılanlara; “Nasıl yaptınız bunu, nasıl?” Bu soru gözyaşları arasında yankılanırken, katiller yanıtlıyor sizi: “Hepinizin sonu bu olacak!”…

Öldürmek isteyen bir öfkenin karşısında yaşatmak isteyen öfkeniz…

– Bi’ su verin, su… Ambulans, ambulans…

— Yasımı anlatıyorum da öfkeme yetmiyor kelimeler abla… Tırnağımı etime geçiriyorum kasılmalar geçsin diye… “Alın götürün bunları, cezasını siz verin” deseler alamam, karşısında durup hep sorarım da; ilk önce onun kaybettiğine ağlarım abla…

Öfkenin devamı saldırganlıktır ezberi bozuldu. Öfke, saldırganlık davranışına dönüşmeyen, denetim altına alınmaya ihtiyaç duymayan bir duygu olarak, içe dönük bir bakış olarak durdu o gün orada…

– Ertelendi. Mayıs’ta yine gelecek misin?

— Hemen şuramızda duran on sekiz katille, haftanın beş günü, günde on saat aynı havayı soluyoruz abla. Duyduklarımıza inanamıyor, dayanamayıp düşüyoruz bazen. O gün o alanda ve bugün bu salonda yaşananlar, anlatılan hikâyeler bir film sahnesi için kurgulansa “bu kadar da olmaz” diyerek itiraz eder, bakışımızı esirgeriz abla ama ben yine geleceğim… Dalımdan dökülen “ah”lar için, insanlık için, adalet için, barış için ve en çok da yaşamak için… Ömrüm yettiğince geleceğim abla…

Şu kötülüğün içinde size nefes adıran bu cümleleri işitince kucağınız ısınıyor sarılmak için, elleriniz sabırsızlanıyor dokunmak için… Ne zor ama ne güzel şey diyorsunuz; yumruk olmuş kalbin solda durması, inatla ve ısrarla barış diye, insanlık diye haykırması…

İşte, yasın bir sesi var; ilelebet muhafaza ve müdafaa etmeyi birinci vazife edindiğiniz, öfkeyle diri tuttuğunuz, sahip çıktığınız umutta…

Umut, uyanmanızı isteyen saati hem istekli hem mecburi susturmak gibi!

Yine geleceğim abla, yine…*

*Bu yazı 2017 yılında Mukavemet Derginin 2. sayısında yayınlanmıştır.

“Denizi Hiç Görmedim”

Milyonluk arabalara binenler, nerede sabah kahvaltısı yapacağını bilemeyenler bizden karın tokluğuna fit olmamızı ve razı olmamızı istiyorlar.
yokluk, yoksulluk, açlık, çatışma, savaş, göç, ötekileştirme gibi durumlarda aklıma ilk gelen çocuklar oluyor… çünkü yaşadıklarına, gördüklerine anlam vermekte zorlandıklarını, bu durumlardan en fazla etkilendiklerini, önemli bir kısmının erkenden büyüdüklerini biliyorum…

DW Türkçe’de “İstanbul’da asgari ücretle yaşam”  konulu bir röportajda izlediğim Cemre anlam vermeye çalışırken çok hızlı büyümüş çocuklardan biriydi… en çok denizi görmek isteyip de görememek… İstanbul’da yaşıyor olmasını bir kenara bırakın bence; üç tarafı denizle çevrili bir ülkede denizi hiç görmeyen insanların varlığı ülkenin büyüklüğüyle açıklanamaz değil mi? o röportajda evlerinde internet ve internete girecek cihaz olmadığını söylüyordu Cemre… bir kalemi okula giden diğer kardeşleriyle birlikte kullandığını…

bir sokak röportajında 81 yaşında bir kadının lif örüp satarak geçinmeye çalıştığı görüntüler ekleniyor Cemre ve ailesinin görüntülerine… ömrünün son yıllarını/ günlerini geçim derdiyle pazar pazar dolaşarak geçirmek zorunda kalan bir kadın… daha önceki bir yazımda yazdığım başka röportaj en başa geçip yokluk, yoksulluk, açlık derdiyle kıvrananların sesi oluyor bir kez daha; “bir canımız kaldı, o da başımıza bela oldu…”

insanların acıması veya medyada görünür olanlara koşup onlara yardım etmesi sorunu çözmüyor, çözmeyecek… olsa olsa kişisel olarak vicdan rahatlamaya yarar (bunu söylerken bu insanlara yardım edilmesine karşı çıkmıyorum; fakat yerine dayanışma ilişkilerini öneriyorum). her koşulda insanları, geçen her gün toplumu yokluk, yoksulluk ve açlık cenderesine sokan bu ekonomik, siyasi düzene top yekun eylemli bir itirazı geliştirmek zorundayız…

yazının başlığındaki denizi bir imge olarak görüp nelerin yerine gelebileceğini sıralasak, canımızı bize yük saydıran neler var diye düşünsek… karın tokluğuna fit olmamızı istiyor bizi yönetenler; evet tam olarak karın tokluğu… sağlıklı ve dengeli beslenmenin olmadığı bir ‘tokluk’, bir deniz kenarında, parkta, ormanda 1 günlüğüne de olsa yarını düşünmeden yiyip içmenin olmadığı bir tokluk bize dayattıkları… milyonluk arabalara binenler, nerede sabah kahvaltısı yapacağını bilemeyenler bizden karın tokluğuna fit olmamızı ve razı olmamızı istiyorlar. özel uçaklarıyla, turlarıyla dünyayı dolaşanlar bize, bizim çocuklarımıza ‘denizi’ görmemizi çok görüyorlar…

çok görmekle kalmıyorlar; ‘porsiyonları küçültün’, ‘kışın domates, salatalık almayın’, ‘eti kiloyla değil gramla, meyve- sebzeyi taneyle alın’, ‘açlık, yokluk imtihandır’ diyorlar… şu soruları sormalı ve ısrarla izini sürmeliyiz bu soruların; sizin porsiyonlarınız neden büyük? siz neden gramla, taneyle almıyorsunuz? sözünü ettiğiniz imtihan neden hep bize?  gerçekte görünen açıktır; varlık içinde yokluk, varsıllık içinde yoksulluk ve açlık yaşatıyorlar bize…

Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre ülkemizdeki en varsıl %10 toplam gelirin %54’üne sahip… yani 100 liralık gelirin 54 lirasını 8,5 kişi alıyor, kalan 46 lirayı da 76,5 kişi alıyor… işte bu sömürü ve eşitsizliği görmeyelim istiyorlar… aynı rapora göre ülkemizde bir yetişkinin yıllık ortalama kazancı 85.000 tl… yani çalışabilir durumda veya emekli/ emeklilik yaşında olan herkes dahil edildiğinde kişi başına 85 tl yıllık gelir olması gerekiyor… fakat olmuyor. çünkü ülkemizde en varsıl %10’luk grupta bir kişinin yıllık geliri 463.000 tl iken en yoksul %50’lik grupta ortalama kişi başı geliri 20.260 tl…

ortaya çıkan sonuç; ülkemizde en yoksul %50’nin geliri asgari ücretin bile altındadır…asgari ücretli bir kişinin yıllık gelirinin 33.900 tl dolayında olması gerektiği düşünüldüğünde 20.260 tl yıllık gelire mahkum edilen %50 içindeki insanlara, bu insanların çocuklarına denizi görmek çok görülüyor… bu insanlara karın tokluğuna fit olun, intihandayız deniliyor… peki nasıl oluyor da 20.260 tl’ye fit olun diyenler, onların kıyısında, köşesinde, ardında yer tutanlar 463.000 tl gelire sahip oluyorlar…?

DİSK, KESK, TTB Antalya’da ‘geçinemiyoruz’ demek için miting yapmak istiyorlar, valilik ‘yasak’ diyor… üniversite öğrencileri Ankara’da yurt ve barınma sorunlarını dile getirmek için eylem yapmak istiyorlar valilik ‘yasak’ diyor; yetinmiyor öğrencileri şiddet uygulayarak, darp ederek gözaltına aldırıyor… Urfa’da Uğur Tekstil’de sendikalaştıkları için işten çıkarılan işçiler fabrika önünde basın açıklaması yapmak istediklerinde yetkililer ‘yasak’ demişti. Tekirdağ’da Tek Gıda İş üyesi Adkotürk ve Beykarper işçileri hakları için eylem yapıp, seslerini duyurmak için valilikle görüşmeye gittiklerinde oradaki bir polis amirinin ‘süpürün’ diyerek dağıtılma emri vermesine tanık olmuştuk yakın zamanda… işten atılan bir işçinin uğradığı haksızlığı dile getirmesi neden yasaktır… tüm yurttaşların mülki idarecisi olan valiliğe dertlerini anlatmaya gidenler neden ve nasıl süpürülür?

OHAL döneminde KHK’larla on binlerce çalışanın haksız, hukuksuz biçimde ihraç edilmesi, yetmemiş gibi sonra bu ihraç yetkisinin birim amirlerine/ bakanlıkla verilmesi ve çok sayıda çalışanın işten atılması veya sürgün edilmesi gibi olaylar zor yoluyla rıza üretmek için… peki adalet nerede…?

çocuklarımızı deniz kenarında kentlerde, üç tarafı denizlerle çevrili bu ülkede deniz düşü kurmak zorunda bırakanlara, canımızı başımıza bela edenlere verilecek yanıtımız olmalı… ya da Nazım gibi seslenmeliyiz birbirimize “DENİZ olunmalı oğlum” çocuklarımızın düşlerini gerçek kılmak için, ömrümüzü geçim derdiyle kıvranmadan sürmek için “DENİZ olunmalı oğlum”…

“Denizin üstünde ala bulut/ yüzünde gümüş gemi/ içinde sarı balık/ dibinde mavi yosun/ kıyıda bir çıplak adam/ durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,/ gemi mi yoksa?/ Balık mı olsam,/yosun mu yoksa? ../ Ne o, ne o, ne o./ Deniz olunmalı, oğlum,/ bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.”/ Nazım Hikmet