GEZİ YEDİLİSİ İÇİN Bahar mutlaka geliyor

GEZİ YEDİLİSİ İÇİN Bahar mutlaka geliyor

Kimi sivil toplumcu, kimi insan hakları savunucusu; kimi bir bütün olarak bu sisteme itiraz ettiği için bulunduğu konumda olduğunun farkında ama hepsinin pürüzsüz şekilde yüzlerine vuran duygusu, herhangi bir suç işlemediklerine olduğu inançtı.

Gezi Yedilisine, düşünce mahkumu ilan edildiklerini iletmemin üzerinden beş aydan fazla vakit geçti. Araya bir yaz bir de güz mevsimini sığdırdık, günler kısaldı, gecelerse uzadı; tıpkı bu vicdan, mantık ve akılla izah edemediğimiz tutsaklık gibi.

21 Kasım’da yaptığımız cezaevi ziyaretinin hikayesinin; tahliyenin ardından güneşin altında kucaklaşıldığı veya yağmur altında ıslanıldığı; güzel haberlerin verildiği, ardından sıradan bir kentli gibi trafiğe takıldığımız, yol boyu ucuz ürün satan işportacıları izlediğimiz, aç kalıp simit yediğimiz, artan simidi martılarla paylaştığımız, hatta sonra kendimize kızıp bir de martılar için simit aldığımız bir buluşmayı anlatmasını çok isterdim, olmadı. Ama olacak.

2005’ten bu yana avukatım, cezaevinin yolunu müvekkillerimi ziyaret etmek için çokça tuttum. Ama bir insan hakları savunucusu olarak, temel bir insan hakkını kullandığı için parmaklıkların arkasında olan ve hiçbir vicdanın mahkum etmeyi başaramadığı Gezi Yedilisini ziyaret etmek, benim için bambaşka ama buruk bir deneyim.

Çünkü biliyorum ki öteki tarafta olan biz de olabilirdik, doğrusu hangi tarafın öteki olduğunu da kestiremiyorum, çünkü onların çevresine örülen metalik duvar başka şekillerde ve çoğu zaman soyut olarak çevremizde duruyor. Sanki cezaevi, hayatın bir sıradanlığı.

Ekonomik kriz

Evin odalara ayrılması gibi toplumun hayatı da bölümlere ayrılmış, kimi bir odada, kimi daha büyük bir odada ve hepsi aslında bütünün parçası, o bütün de tutuklu hayatlarımız ya da biziz, yani hak sahipleri, hak savunucuları. İşte o yüzden Gezi Yedilisi tutuklu kaldıkça, tıpkı diğer düşünce mahkumları gibi hiçbirimiz özgür değiliz esasında ve hepimiz düşüncelerimiz nedeniyle aslında yargılandık ve hatta hüküm giydik.

Mücella mesela cezaevinin diğer sakinleriyle sosyalleşme haklarının kendilerine verilmediğinden yakındı, içinde bulunduğu durumu “sosyal ıssızlık” olarak adlandırdı.

“Medeni ölüm” gibi keskin bir ifadeydi bu. Ekonomik kriz cezaevi kantinlerinin fiyatlarını da etkilemiş, “ne kadar mesela bir üründen örnek ver” diye sordum anlamak için, “alışveriş işlerine Çiğdem bakıyor, ona sor” dedi. “Örgütün kasası Çiğdem yani” dedim, beraber güldük, şakalaşmada bile sakil duran bir ifade aslında, hüküm öyle olsa da…

Mine, Amnesty’nin “düşünce mahkumu” adlandırmasına anlayışlı bir mesafeden “anlatıyı tersine çevirmek gerek, düşünce mahkumu dememek, düşünce mahkumu olur mu, diye sormak gerekir” diyor haklı olarak.

2006 yılından bu yana Amnesty hareketinin birçok gönüllü kademesinde emek vermiş biri olarak, Gezi Yedilisinin, kampanya sürecinde dünyanın birçok yerinden aldıkları kartpostallardan yüzleri gülerek bahsettiğine tanıklık etmek, benim için eşsizdi. York, Exeter, Heidelberg’ten gönderilen onlarca mektubun onlarda bıraktığı iz, bize dayanışmanın önemini bir kere daha gösteriyor.

Ancak bunun yanına Tokyo’dan, Meksiko’dan, Johannesburg’dan, Ottawa’dan, Tunus’tan, Tel Aviv’den yollananları da eklememiz gerekiyor. Çünkü Tayfun, bu mektupların yarattığı etkiyi “Çok güzel bir dayanışma, yalnız olmadığımı ve dışarıda birilerinin çaba gösterdiğini somut olarak gösterdi” şeklinde tarif ediyor, bu tarifin herhangi bir yerinde olmak ne güzel.

Hakan’ın onlarca yıl evvel Amnesty Uluslararası Sekretaryası’na staj için başvurması, vize çıkmadığı için gidememesi de gülümseten bir anekdottu. Osman ise gelen bazı mektuplara yanıt yazdığını anlattı. Gittiğim gün basket maçı yapmışlar, rakip takımda Hakanlar var, hayat bazen insanları farklı takımlara düşürür işte.

Kimi sivil toplumcu, kimi insan hakları savunucusu; kimi bir bütün olarak bu sisteme itiraz ettiği için bulunduğu konumda olduğunun farkında ama hepsinin pürüzsüz şekilde yüzlerine vuran duygusu, herhangi bir suç işlemediklerine olduğu inançtı.

Günün kapanışı benim için çarpıcıydı. Cezaevi görüşünü tamamlamış, kampüs içinde, dışarıda bekleyen arkadaşlarımın yanına yürürken, arkamdan biri “Kerem Bey” diye seslendi.

İlginçti çünkü seslenen kişinin kim olduğumu bilme ihtimali yok. “Nasılsınız?” dedi, “iyiyim” diye cevapladım ama ses tonum ona “adımı nereden biliyorsunuz?” diye soruyordu. Ben görevlinin, ses tonumun kendisine sorduğu soruya vereceği yanıta tanıklık etmeyi beklerken, “Haziran ayındaki ziyaretinizden hatırladım” dedi.

Bu defa ses tonum geriye çekildi, öne çıkan bakışlarım “nasıl hatırlıyorsunuz ki?” diye sordu. Gülümsedi, “Af Örgütü’nün Instagram hesabında gördüm sizi” dedi.

Karmaşık, tarifsiz bir duyguydu o an yaşadığım. Belli ki hesabı takip ediyor, belli ki soğuk Silivri’yi içtenliğiyle ısıtan insanlar da var. “Baharın gelmesini engelleyebilirler mi ki?” diye düşünürken, kopartılmayan, kopartılamayan çokça çiçeğin olduğunu fark ettim o an.

(KD/EMK)

Kerem Dikmen

Uluslararası Af Örgütündeki birçok gönüllü görevin ardından 2018 yılından bu yana Türkiye Şubesi başkanlığını yürütmektedir. İzmir’de avukatlık yapan Dikmen, aynı zamanda Kaos GL Hukuk Koordinatörüdür.

Silivri’den Marmara’ya değişmeyen

Bir kez daha hatırlamakta, hep hatırlatmakta fayda var. Gezi Yedilisi bir suç işlemedi. Onlarla dayanışmak, özünde Anayasa ile dayanışmak, Anayasayı savunmak…

Binaların etrafına yüksek duvarlar örülüp, adına hapishane dense de hayal gücünün etrafına duvar öremiyorlar. Gezi Yedilisi’nin şahsında cezaevine konulsa da esasında toplum da hayal kurmaya devam ediyor.

Son ziyaretim sırasında, Mücella birkaç gün önce gördüğü rüyayı anlattı. Can’ı görmüş, uzunca saçları varmış. Güldüm, çünkü gerçekten Can’ın 2000’li yıllarda uzun saçları vardı. “Gördüğün rüya değil hakikat” dedim.

Derken, şiddetlice borudan geçen, muhtemelen bir sifonun çekilmesiyle oluşan atık su sesi doldurdu görüş odasını.

“Burada ses çok” dedi Mücella. O sırada, ikisi belden yukarısı kalın camdan oluşan, dört duvardan ibaret görüş odasının dışından mutlu bir ses yankılandı, Çiğdem’in elinde bir bebek, dört aylıkmış, Moğolistanlı annesiyle birlikte cezaevindeymiş, belli ki yaşamın hareketliliğini cezaevi duvarlarının bile engelleyememesi, doğanın dönüşümü mutlu ediyor.

Beni ilk gördüğünde “kilo almışsın” diye başladığı sohbet devam ederken “Sen kendine bak” deyince bu ara sporu ihmal ettiğini söyledi Can. Az da olsa toplu spor imkanı var.

“The Marmara”‘nın görüş odaları daha şeffaf, farklı odalardaki görüşçüler birbirini duyamıyor ama görebiliyor, malum Silivri meşhur tutuklu/ hükümlülerin mekanı, ilginç tanıklıklar, yan yana asla gelmeyecek, hatta her zaman birbirinin karşısında durmuş insanları aynılaştıran bir cezaevi ortamı. Cezaevinde insanların saygı duyduğunu anlattı Can.

“Sana mektup yazamadım” dedim, “mektup yazma, gel sen” dedi. Yirmi seneyi aşkın tanışıklık, biz o zamanlar Canların aktif olduğu “avukatlık sınavının yapılmaması” kampanyasında tanışmıştık, kampanyayı Beyazıt’ta sürdürmek istemişlerdi, bir şekilde olmadı.

Sonra bir milletvekili adayının seçim kampanyası, arada emniyet ve yargı içerisinde yer tutmuş cemaatin, hukuk dışı operasyonlarının mağdurlarıyla dayanışma, baroda bir şeyler yapma çabası derken zamanın içine epeyce bir şey sığdığını fark ediyor insan. Zaten onların suçlu olmadığına dair inanç, gücünü yaptıklarının ettiklerinin meşruiyetinden alıyor.

“On kitap sınırı var” dedi bu arada Can, aynı anda on kitaptan fazlasını okumak yasakmış, anlamını sorgulamadık elbette.

Gitmeden “yoğun mu cezaevi görüşleri” diye sormuştum, “ilk zamanki gibi değil görüşçü yoğunluğu” dediler. Yanlış demişler, büyük bir dayanışma, görüş odasından bir avukat çıkarken başka bir avukat giriyor, bazen insan, adliyedeki baro odasındaki gibi hissediyor kendini. Ama demir parmaklıklar her zaman insana nerede olduğunu hatırlatıyor.

Giderken cezaevinin değişen adı geldi aklıma. Tabelalar bile değişimin yalancısı, bir tık daha kaba yapmaya karar verseler, Silivri’nin üzerine bir çizik atıp altına el yazısıyla Marmara yazacaklarmış, yapmamışlar. Yeni harflerin soluk beyaz fonu, öncekinden daha açık ama bu yeni haliyle bile birinciliği alması imkansız.

Bir kez daha hatırlamakta, hep hatırlatmakta fayda var. Gezi Yedilisi bir suç işlemedi. Üstelik suç işlemedikleri, haklarında ilk kararı beraat olan Ağır Ceza Mahkemesi tarafından da tespit edildi. Bu bazı sanıklar yönünden verilen ikinci beraat kararıydı. Beraat kararı ile tahliyesine karar verilen Osman Kavala, daha önce tahliye edildiği bir suçlama gerekçe gösterilerek yeniden tutuklandı. Aralarında bir birini tanımayan, dünyaya farklı merceklerden bakan, ama haklarında beraber ‘hükümeti devirmeye teşebbüs etmiş’ oldukları, bu ağır suçlamayı destekleyen tek bir delil olmasa da iddia makamları tarafından, öne sürülen ve cezalandırılan bu yedi insan… Suç işlemediler, Anayasada yazılı haklarını kullandılar.

Onlarla dayanışmak özünde Anayasa ile dayanışmak, Anayasayı savunmak.

(KD/SD)

Kerem Dikmen

Uluslararası Af Örgütündeki birçok gönüllü görevin ardından 2018 yılından bu yana Türkiye Şubesi başkanlığını yürütmektedir. İzmir’de avukatlık yapan Dikmen, aynı zamanda Kaos GL Hukuk Koordinatörüdür.