‘Level’ Atlayan Pandemi ve Sivil Toplum

‘Level’ Atlayan Pandemi ve Sivil Toplum

 30 Ağustos 2021
Dünya Sağlık Örgütü’nün COVID-19 pandemisini ilan ettiğinden bu yana on sekiz ay geçti. O zamanlar biner biner ilan edilen vaka sayılarına, şimdilerde günde yarım milyon ekleniyor. Salgınla mücadelede en önemli unsur bireyler ve bu bireyleri etkileyebilecek, onlara zorlukları aşmaları için yardımcı olacak örgütler, ağlar, ilişkiler. Sivil toplum işte burada çok önemli. Sivil toplum olmadan, bütün bireylerin sesini kararlara katmak da mümkün değil, topyekûn etkili bir mücadele vermek de.

Mart 2020’de birçok iyimser, Koronavirüsün hava koşullarıyla ya da geçireceği mutasyonlarla evrilip daha iyi huylu hale geleceğini, hatta kaybolacağını öne sürmüştü. Bir başka iyimser grup da daha gerçekçi bir şekilde, virüse karşı etkili olduğunu bildiğimiz yöntemleri kullanarak, yani kalabalıkları önleyerek, sosyal ilişkilerimizi sınırlayarak, vakaları hızla tespit edip toplumun gerisinden yalıtarak salgını kontrol altında tutabileceğimizi söyledi. Bunların hiçbir olamadı maalesef.

Birçok ülke virüsle mücadeleyi hafifsedi, ekonomiyi, turizmi v.b. önceledi, virüsün serbest dolaşımının önüne yeterli güçte setler inşa etmedi. Sonuçta, yüz milyonları enfekte edip katrilyonlarca kez bölünebilen virüs evrimleşip yeni ve kendisi açısından daha yetenekli formlar edindi. Delta varyantıyla “level” atladı. Dünyada virüsü aldığı saptanan insan sayısı 200 milyonu, virüs yüzünden hayatını kaybedenlerin sayısı 4,5 milyonu geçti.  Kaldı ki bu sayıların gerçeğin ancak bir bölümünü oluşturduğunu biliyoruz.

Orijinal virüse göre 2-3 kere daha hızlı bulaşan Delta varyantının önünü kesmek için daha önceden bildiğimiz tedbirleri daha büyük bir titizlikle uygulamamız lazım. Kuşkusuz pandeminin ilk yılında sahip olmadığımız bir aracı, aşılanmayı da nüfusun tamamına yaymamız lazım. Bütün bunlar için pandemi ve tedbir yorgunu insanları harekete geçirmemiz lazım. Bu salgında herkes, her bir birey çok önemli. Bazen bir kişinin ihmali birçok insanın hastalanmasına ve hatta ölmesine yol açıyor. Tedbirlere uyduğumuz her gün de virüsün önünü kesiyoruz.

Salgınla mücadelede en önemli unsur bireyler ve bu bireyleri etkileyebilecek, onlara zorlukları aşmaları için yardımcı olacak örgütler, ağlar, ilişkiler!

Salgınla mücadelede en önemli unsur bireyler ve bu bireyleri etkileyebilecek, onlara zorlukları aşmaları için yardımcı olacak örgütler, ağlar, ilişkiler. Kuşkusuz devletlerin bireylerin davranışlarını etkileyebilecek hem ikna hem caydırıcılık için kullanabildikleri çeşitli araçları var. Geçmiş dönemde uygulanan yasaklar, bu araçlar arasında yer alıyor.

Ancak artık uzunca bir süre birlikte olacağımız anlaşılan virüsün yayılmasını, yayılırken evrilip kendini güçlendirmesini önlemek için, kalıcı davranış değişiklikleri, her bir bireyin bilerek ve gönülden katılacağı tedbirler lazım. Sivil toplum işte burada çok önemli. Devletin ulaşamadığı ya da devlete yeterince güvenmeyen gruplara ulaşmak, onlara kendi dillerinden, kendi kültür kodları içinde hitap etmek, davranışlarını değiştirmeleri için bireylerin önündeki engelleri fark edip bu engelleri aşmalarına yardımcı olmak.

Her türlü kriz yönetiminde ve tabi ki salgın yönetiminde toplumun katılımını sağlamak çok kritik önemde. Bu salgının başında da böyleydi şimdi de böyle. Maalesef Türkiye’de salgın yönetimi bu konuda iyi bir sınav vermedi. Sivil toplumun önünü açmak bir yana, daha 2020 baharında büyük şehirlerde belediyelerin yardım toplaması yasaklandı.

Türk Tabipleri Birliği’nin sahada çalışan üyelerinden aldığı bilgiler doğrultusunda, toplumu bilgilendirmesini, salgını yönetenleri uyarmasını, neredeyse hainlikle özdeşleştiren suçlamalarda bulundu. Akademi ve bilim çevreleriyle verileri paylaşmadı, hatta bu çevrelerin salgının gidişatı hakkında bilgi toplamasının, araştırma yapmasının önüne çeşitli engeller çıkardı. Bütün bunlar sivil topluma olumsuz bir mesaj verdi: “Uzak durun, yapılması gerekeni yalnız ben yaparım”.

Krizler topyekûn cevap gerektirir. Toplum katılımı, hem salgın yönetimiyle ilgili kararların alınmasında hem bunların uygulanmasında çok önemlidir.

Oysa krizler topyekûn cevap gerektirir. Bu yüzdendir ki mesela Dünya Sağlık Örgütü’nün salgın yönetimi konusunda tavsiye ettiği yönetim önerileri arasında toplum katılımını sağlamak en ön sıradadır. Toplum katılımı, hem salgın yönetimiyle ilgili kararların alınmasında hem bunların uygulanmasında çok önemlidir.

Önceliklerin Saptanmasında Toplum Katılımı

Bütün afetler gibi pandemide de kayıpların olması kaçınılmazdır. Pandemi ile mücadelede en önemli şey önceliklerin, yani eldeki bütün olanakların seferber edilerek korunması gerekenlerin neler olacağına karar verilmesidir. Bu verilmesi kolay bir karar gibi görünüyor ama değil. Çünkü felaketler söz konusu olduğunda bazı şeyleri korumak için başka bazı şeylerden vazgeçilmesi gerekiyor.

Yönetimin gerçekten de turizm ve ticaret konusunda salgın başından beri büyük bir titizlik gösterdiğini, salgının kontrolü açısından risk alarak bu sektörleri ayakta tutmaya çalıştığını zaten gözledik. Ben yönetimin söz konusu önceliklerine katılmıyorum. Ben, vatandaşların canını korumak, yani ölüm sayılarını azaltmak ve okulları açmak ve açık tutabilmenin öncelikli olduğunu düşünüyorum.

Yirmi milyona yakın çocuğumuzun ve gencimizin bir buçuk yıllarını kaybettik. Bunu koruyabilmiş olmak turizmden geleceği hayal edilen 35 milyar dolardan daha kıymetli idi. Yalnızca manen değil, ekonomik olarak da böyle olduğunu Prof. Taymaz hesaplamış.

Türkiye’de STK’lar, hekim örgütleri dışında, salgın yönetimi konusunda derin bir sessizlik içindeler.

2020’de de 2021’de de sınırlarımızda sıkı bir karantina uygulamış olsaydık, ölümleri azaltabilir, okullarımızı açabilir, milyonlarca çocuk ve gencin geleceğinden çalmamış olurduk. Kuşkusuz başka vatandaşlar da başka öncelikler söyleyebilirler. Salgın yönetiminin toplum katılımını teşvik etmesi bu noktada önemli işte. Vatandaşların ne kadar farklı kesimleri kendilerini ifade edebilirlerse toplumun üzerinde ortaklaşacağı öncelikleri saptamak kolaylaşır.

Vatandaşların kendilerini ifade etmelerinde de sivil toplum örgütleri çok önemli. Maalesef Türkiye’de STK’lar, hekim örgütleri dışında, salgın yönetimi konusunda derin bir sessizlik içindeler. Bu da salgınla mücadele stratejisinin belirlenmesinde, yönetime erişimi olan ayrıcalıklı birkaç kesim lehine, büyük çoğunluğu barındıran diğer kesimler aleyhine büyük bir dengesizlik yarattı ve yaratmaya devam ediyor.

Her Vatandaşın Virüsün Yayılmasını Önlemeye Etkin Katılması İçin STK’lar

Her bir vatandaş virüsün yayılmasını önleyebilir; hastalık belirtileri varsa test yaptırarak, evden çıkmayıp kendini diğerlerinden ayırarak, diğer zamanlarda maske, mesafe kuralına uyup, kalabalık oluşturmaktan kaçınarak. Bunları söylemek kolay.  Yapmak içinse, insanların hastalığın varlığına, getirdiği zararın büyüklüğüne, kendilerinin de bundan etkilenebileceğine, alacakları bu basit önlemlerin işe yarayacağına inanmaları gerek. İnanmak duygularla bağlantılı, bilgileri size veren insanlara, kurumlara duyduğunuz güvenle bağlantılı.

Hem STK’lar hem kanaat önderleri, bireylerin doğru davranışları benimsemesine çok değerli katkılarda bulunabilirler.

Biliyoruz ki toplumda türlü çeşitli birey var. Bunların her birinin güvenilir bulduğu insanlar, kurumlar farklı. Bu yüzdendir ki hem STK’lar hem kanaat önderleri, bireylerin doğru davranışları benimsemesine çok değerli katkılarda bulunabilirler. Ne kadar çok kuruluş ve çevre bu konuda gayret gösterirse, o kadar çok birey salgını önlemek açısından olumlu davranışları benimser.

İkinci ve çok önemli bir davranış da aşı yaptırmak. Sağlık Bakanlığı maalesef aşı konusunda net bir stratejiye sahip değil, son bir yıl içinde de birbiriyle çelişen bilgiler, mesajlar vermeye devam etti. Bu insanların kafasını karıştırıyor. Bir ikincisi sayıları az olsa da çeşitli kişisel saiklerle, saçma ve bilim dışı çeşitli argümanlar kullanarak faaliyet gösteren aşı karşıtları. Sağlık otoritesinin aşı konusunda yaptığı her hatadan anında yararlanıp insanların kafasını karıştırıyorlar.

Çeşitli başka nedenlerle devlete, ya da sağlık otoritesine güveni olmayan, ya da bu güveni zayıflamış insanlar üzerinde de etkili oluyorlar. Tereddüde neden oluyorlar, gecikmelerine yol açıyorlar. Bu yüzden, ellerinde fırsat olduğu halde zamanında aşılanmamış yüzlerce, binlerce insanımızı kaybettik ve kaybetmeye devam ediyoruz. Oysa ülke çapında örgütlü, geniş kesimlere ulaşabilen, geniş olmasa bile başkalarının ulaşamadığı gruplara ulaşan birçok sivil toplum örgütü, haberleşme/etkileşme ağımız var. Bu güçler birleşse, daha çok insan, daha çabuk aşılansa hem ölümleri önleyecek hem virüsün yayılmasının önüne bir set çekebileceğiz.

STK’lar bu salgında kabuklarına çekildiler. Toplumun gerisi gibi onlar da önce bir şok yaşadılar. Sonra belki yönetimin sivil toplumu desteklemek yerine, rakip gören, geriletmeye çalışan olumsuz ve yanlış tutumundan etkilendiler. Bir de sanırım Türkiye toplumuna has bir şekilde, sağlıkla ilgili her konu gibi bu pandemiyi de yalnızca “uzmanların” anladığı ve müdahale edebileceği bir şey olarak düşündüler.

Çok sayıda STK tarafından kurulan Sivil Toplum Pandemi Koordinasyonu( STPK). STPK, özellikle aşıların yararının anlatılması ve hemşehrilerine güven verilmesi konusunda olumlu bir rol oynadı. Benzer oluşumların birçok ilde ve ülke çapında da kurulması gerek.

Oysa sivil toplumun birçok ülkede salgınla mücadelede çok etkin ve başarılı olduğunu görüyoruz. Türkiye’den bir olumlu örnek de Diyarbakır’da Ticaret Odası, sendikalar, Tabip Odası ve çok sayıda STK tarafından kurulan Sivil Toplum Pandemi Koordinasyonu( STPK). STPK, özellikle aşıların yararının anlatılması ve hemşehrilerine güven verilmesi konusunda olumlu bir rol oynadı. Benzer oluşumların birçok ilde ve ülke çapında da kurulması gerek.

Maalesef bu salgın çok canlar aldı, almaya devam ediyor. Önümüzde çok zor günler var. Sivil toplum olmadan, bütün bireylerin sesini kararlara katmak da mümkün değil, topyekün etkili bir mücadele vermek de.

Pandemiden sonra uykumuza geri dönemeyiz – David Graeber


Dostumuz David Graeber’ın elli bir yaşındayken, geçtiğimiz yıl vakitsiz bir şekilde aramızdan ayrılmasından hemen önce jacobinmag.com için yazdığı yazı 03.04.2021 tarihinde yayınlandı.

Önümüzdeki aylar içinde bir noktada krizin sona erdiği ilan edilecek, biz de “zaruri olmayan” işlerimize geri dönebileceğiz. Pek çoğumuz için rüyadan uyanmak gibi olacak bu.

Medya ve siyaset erbabı, böyle düşünmemiz yönünde bizi teşvik edeceklerdir elbette. 2008’deki finansal çöküşün ardından da aynı şey yaşanmıştı. Kısa bir sorgulama anı oldu. (“Finans” dediğin nedir ki? Başkalarının borçları değil mi? Para nedir? Düpedüz borç demek değil midir? Peki borç? Altı üstü söz değil mi? Para ve borç birbirimize verdiğimiz sözlerin toplamından başka bir şey değilse, kolaylıkla başka türlü sözler veremez miyiz birbirimize?) Açılan bu kapı, çenemizi kapatmamız, düşünmeyi kesip işimize ya da en azından iş aramaya geri dönmemiz konusunda diretenler tarafından neredeyse anında kapatıldı.

Geçen sefer buna kandık, bu sefer kanmamamız lazım.

Çünkü içinden geçtiğimiz kriz, bir rüyadan uyanma, insan hayatının asli gerçekliğiyle bir yüzleşmeydi. Bizler birbirimize göz kulak olan [birbirimizin bakımını üstlenen] kırılgan yaratıklar yığınıyız, bizi hayatta tutan bu bakım işinin aslan payını üstlenenler, fazla vergi ödeyip az ücret alıyor, bir de gün be gün aşağılanıyorlar. Nüfusun büyük bir bölümününse, genellikle bir şeyler yapan, tamir eden, hareket ettiren, taşıyan ya da diğer canlıların ihtiyaçlarının karşılanmasıyla meşgul olanların ayağına dolanmaktan, fantezi düzmekten, rant yemekten başka bir şey yaptığı yok. Tıpkı saçma sapan şeylerin rüyalarda akla yatkın görünmesi gibi, bütün bunların anlaşılmaz bir biçimde mantıklı geldiği gerçekliğin içine tekrar düşmememiz şart.

Peki ya şöyle yapsak: Diğerlerine açıkça daha fazla yarar sağlayan işleri yapanların daha az ücret almasını gayet normalmiş gibi karşılamayı bıraksak, yahut finans piyasalarının, bizi Dünya üzerindeki pek çok yaşamın mahvına sürükleseler bile uzun dönem yatırımlar için en iyi olduğu ısrarından vazgeçsek?

Acil durumun sona erdiği ilan edildiğinde, bu kez çıkarılan dersleri hatırlasak nasıl olur: “ekonomi” denen şeyin hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri (kelimenin her anlamıyla) birbirimize sağlama yordamı olmaktan başka bir anlamı olmadığını; “piyasa” denilen şeyin öyle ya da böyle patolojik vakalar olan zenginlerin arzu yığınının çetelesinden başka bir şey olmadığını; yaklaşmakta olan felaketlere dair bir şeyler yapacak temel sağduyudan kolektif biçimde yoksun olduğumuza dair konferanslar veren dalkavuklarına inanacak kadar ahmak olmaya devam etsek bile, bu zenginlerin en güçlülerinin kaçacakları sığınakların tasarımlarını şimdiden tamamlamış olduğunu hatırlasak?

Bu seferlik zenginlere kulak asmasak keşke?

Şu an yaptığımız işlerin çoğu hayali işler. Var olmalarının tek sebebi yine kendileri ya da zenginleri kendileri hakkında iyi, yoksulları kötü hissettirmek. Buna basitçe son verdiğimiz takdirde çok daha akla yatkın bir dizi şeyde kavilleşmemiz de mümkün olacaktır; bizim bakımımızı üstlenen insanların bakımını üstlenecek bir “ekonomi” yaratmak gibi mesela.