OSMANLI’DA SANAT

 

OSMANLI’DA SANATA GİRİŞ:

Anadolu Selçukluları döneminde Söğüt ve çevresine yerleşen Osmanlılar, 13.
yüzyıl sonlarında bağımsız bir devlet kurmuşlardır. Kısa sürede fetihlerle
genişleyen bu devletin başkentleri 1326 yılında Bursa, 1361 yılında Edirne ve
1453 yılında İstanbul olmuş; 16. yüzyıl ortalarında da Asya, Doğu Avrupa ve
Kuzey Afrika’ya kadar yayılan bir imparatorluk haline gelmiştir.

Osmanlı sanatının erken dönemden itibaren en belirgin özelliği, Ehli Hiref örgütündeki
nakkaşların hazırladığı desenlerin, saraya bağlı sanatçılar tarafından tezhipten
madene, çiniden seramiğe, kumaştan halıya kadar tüm eserlerde uygulanması ile
üslup ve desen birliğinin sağlanmış olmasıdır. Erken Osmanlı eserlerinde en
yaygın süsleme motifleri, dal kıvrımları üzerinde stilize hatayi çiçekleri,
palmet ve lotuslarla zenginleştirilmiş rumi kıvrımları, geometrik kompozisyonlar
ve 15. yüzyıl sonlarından itibaren çin bulutu motifleridir.
Klasik Osmanlı
üslubunun gelişmeye başladığı 16. yüzyıl ilk yarısında, Kanuni Sultan
Süleyman’ın nakkaşbaşı Şahkulu’dur ve bu dönemde Sazyolu denilen yeni bir üslup
oluşmuştur. Saz üslubunun ana motifleri hatayi, sivri uçlu iri kıvrık yapraklar
ve bazen aralarına serpiştirilmiş kuşlar ve efsanevî yaratıklardır. Pars
beneklerini simgeleyen üç benek (çintemani) ve kaplan postunu simgeleyen dalgalı
bulut motifleri bu dönemde yaygınlaşmıştır.
16. yüzyılın ortalarına doğru
nakkaşhanenin başına geçen Kara Memi’nin eserlerinde görülmeye başlanan lale,
gül, sümbül, bahar açmış meyva ağaçları, selvi gibi naturalist çiçek desenleri
Osmanlı sanatının ana teması olmuştur. Bu naturalist çiçekler, simetri ve
sonsuzluk prensibine bağlı kalınarak, belirli kompozisyon şemaları içinde
uygulanmıştır. Motifler tek tek kayan eksenler üzerinde yer almakta, dikey
olarak uzayan dal kıvrımları üzerinde sıralanmakta veya madalyonlar içinde
düzenlenmektedirler.
Duraklama içinde geçen 17. yüzyıldan sonra, Lale Devri
olarak adlandırılan 18. yüzyıl başlarında, 16. yüzyılın muhteşemliği yeniden
canlandırılmaya çalışılmıştır. Batı ile ilişkilerin gelişmesi sonucu Avrupa
sanatının etkileri görülmeye başlamaktadır. Klasik dönemin çiçek motifleri buket
biçiminde düzenlenmiş, renk tonlamaları ile ışık-gölge etkisi verilmiştir.
Meyve  dolu tabaklar, perspektifin verildiği manzara resimleri, minyatür
sanatçısı Levnî’nin eserlerinde karşımıza çıkan eğlence ve giyim-kuşam biçimini
yansıtan  sahneler dönemin sevilen temalarıdır.
Avrupa sanatına ve yaşam
biçimine  duyulan ilginin 18. yüzyıl sonlarında giderek artması ile sanatta Türk
Rokokosu  olarak adlandırılan üslup yaygınlaşmıştır. Çiçekli girlantlar, iri
akantus  yaprakları, meyve dolu sepet ve tabaklar, kurdele ve fiyonklar,
istiridye  kabukları, bereket boynuzları mimariden küçük sanatlara kadar tüm
sanat  dallarında uygulama alanı bulmuştur.

Osmanlılar’da gelişen sanat dalları; mimari, edebiyat, minyatür, musiki, tezhip, çinicilik,
hattatlık,  cam, seyirlik oyunlar ve tiyatrodur.

Zanaat dalları ise; dokuma,  halı, cilt, maden ve ahşap işleridir.

OSMANLI’DA MİMARİ:

Osmanlı mimarisi Osmanlı İmparatorluğu’nun beylik olarak kurulup,
imparatorluk olarak yayıldığı ve hüküm sürdüğü dönemlerde inşa ettiği veya fikir
öncülüğü yaptığı mimari üslupları ve eserleri kapsar. Osmanlı mimarisi kendinden
önce gelen Erken dönem Anadolu Türk mimarisi, Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisi, İran mimarisi ve Memlük mimarisi’nden etkilenmiştir. Osmanlı mimarisini Akdeniz ile Ortadoğu mimari geleneklerinin sentezi olduğunu düşünen
mimarlık eleştirmenleri de vardır.

ERKEN DÖNEM MİMARİSİ:

Erken dönem mimarisi 1299 yılında Osmanlı
Devleti’nin Osman Gazi tarafından Söğüt’de Osmanlı’nın tarafından kurulması ile 1501 yılında Bayezid Camii’nin (1501-1505) inşaatının
başlaması arasındaki dönemi kapsar. Bazı
araştırmacılar ise bu dönemin Edirne’de yer alan Üç Şerefeli Cami inşaatının 1437 yılında
tamamlanmasıyla bittiğini kabul ederler.1437 yılında inşaatı
tamamlanan Üçşerefeli Camii hem erken dönemin en önemli yapıtlarından kabul
edilmektedir; hem de klasik dönemin özelliklerinden olan iç avluya sahip planlar
ve ana kubbe öğelerinin ilk kez uygulandığı bir yapıdır.

Bu döneme ait yapılar ağırlıklı olarak İznik, Bursa ve Edirne şehirlerinde yer aldı. Osmanlı mimarisine
ait ilk kaydadeğer uygulamalar İznik şehrinde inşa edildi. Ancak 1335 ile 1365
yılları arasında başkent olan Bursa şehrinde daha anıtsal uygulamaların
gerçekleşmesi nedeniyle bu döneme Bursa üslubu adı da verilir. 1365 ile
1453 yılları arasında devlete başkentlik yapmış olan Edirne’de ise ağrılıklı
olarak camii ve medrese inşa edildi. Bizans mimarisi ve Selçuklu mimarisi etkilerini taşısa da bu dönemde
klasik döneme dayanak oluşturacak fikirlerin ilk uygulamaları gerçekleşti.
Ayrıca Klasik dönemin en önemli mimari kavramlarından birisi olacak kubbe kullanılması pratiği ortaya çıktı.

Ferah ve aydınlık mekanların oluşturulmasına önem verildiği bu dönemin
başlarında tek kubbeli yapılar inşa edilirken, ilerleyen süreçlerinde ise çift
veya çok kubbeli yapılar da uygulandı. 1333 ile 1334 yıllarında inşa edilen Hacı Özbek Camii Osmanlı mimarlık tarihinde inşa
edilmiş ilk camii olarak kabul edilir. İznik’de yer alan bu yapı aynı zamanda tek
kubbeli Osmanlı camii türüne de ilk örnektir.Dönemin kaydadeğer diğer
yapıların başında 1472 yılında inşa edilen Çinili Köşk gelmektedir. Çinili Köşk Osmanlı mimariside
daha sonra pek rağbet görmeyecek olan çininin dış kaplama olarak kullanıldığı nadir
uygulamalardan birisidir.Erken dönem Osmanlı mimarisine
örnek verilebilecek diğer bir uygulama da Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık 600 yıllık
tarihinin 400 yılı boyunca, devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı Padişahları’nın yaşadığı mekan olan Topkapı Sarayı’dır.

KLASİK DÖNEM:

1501 ile 1703 yılları arasında hakim olmuş Klasik dönemin örnekleri ağrılıklı
olarak İstanbul şehrinde yer aldı. Özel mülkiyet
kavramının olmamasından dolayı sivil mimari örneklerin olmadığı bu dönemde daha
çok dini ve kamu yapıları inşa edildi. Klasik dönemin mimarların genel arayışı
yüksek ve görkemli yapılar inşa etmekti. Bu sebepten erken dönemde uygulanmaya
başlayan kubbeli ve merkezi planlı yapılar, klasik dönemde daha anıtsal
ölçeklerde uygulandı. Bu dönemi etkileyen önemli yapılardan birisi de 537
yılında inşa edilen Ayasofya idi. Ayasofya gibi büyük ana kubbelerin
inşa edilebilmesi için yarım kubbelerin kullanılması pratiği de bu dönemde
yaygınlaştı. Bu amaçla inşa edilen yapıların en başında gelen camilerde
ağırlıklı olarak kubbeli ve yan kubbeli örtüler ve tavanı destekleyen filayak destek sistemleri kullanıldı. Malzeme
olarak küfeki taşı ve mermerin sıklıkla kullanıldığı
klasik dönem yapılarının tasarımında genelde yukarıdan aşağıya inildikçe
genişleyen bir tasarım kompozisyonu hakim oldu.

LALE DEVRİ:

Bu dönemin başlamasıyla, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki üst sınıf ve elit tabaka
açık ve genel alanları sıklıkla kullanmaya başladı. Geleneksel ve içe dönük
toplum değişmeye başladı. Çeşmeler ve sahil kıyısında residanslar popüler hale
geldi, Aynalıkavak Kasrı gibi. Bir su kanalı (diğer adı
Cetvel-i Sim), piknik alanı Kağıthane dinlenme alanı olarak tesis edildi.
Lale devrinin Patrona Halil isyanı ile son bulmasına rağmen, o
batılılaşma davranışının bir modeli oldu. 1720-1890 yılları süresinde Osmanlı
mimarisi klasik dönem prensiplerinden saptı. III. Ahmet’in ölümüyle, I.
Mahmut satanatı aldı (1730-1754). Bu dönem Barok stili camilerin
inşaasına başlanıldığı dönemdi.

BAROK DÖNEMİ:

Bu dönemin yapıları içinde dairesel, dalgalı ve kıvrımlı hatlar ağır
basmaktadır. Bunları büyük örnekleri Nur-u Osmaniye Camii, Zeynep Sultan Camii, Laleli
Camii, Fatih Mezarı, Laleli Çukurçeşme Hanı, Birgi Çakırağa Yalısı, Aynali Kavak Yazlığı ve Selimiye Kışlası dır. Mimar Tahir zamanın en önemli mimarıdır.

AMİR ÜSLUP DÖNEMİ:

Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Sultan Mahmut Mezarı, Mevlevi Dervişleri’nin Galata Locası, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi
Sarayı, Sadullah Paşa Yalısı, Kuleli
Kışlası batılılaşma uygulamalarıyla parelel bir şekilde yürüyen
en önemli örneklerdir. Balyan Ailesi döneme damgasını vuran mimarlardır.

TANZİMAT DÖNEMİ:

Pertevniyal Valide Sultan Camii, Şeyh Zafir
Binalar Grubu, Haydarpaşa Eczacılık Okulu, Duyun-u Umumiye
Binası, İstanbul tapu senedi Ofisi, Büyük Postane Binası,
Laleli Harikzedegan Apartmanları Eklektisizm stilinin hakim olduğu zamanın en
önemli yapılarındandılar. R. D’Aronco, A. Vallaury zamanın önde gelen mimarlarıydılar.

YAPI TÜRLERİ:

  • Cami:
    Osmanlı her çeşit yapı yapmıştır. Fakat en önemlileri şüphesiz camilerdir. Cami bir şehirde merkezi teşkil ediyor ve pek çeşitli binalar etrafını çevirerek bir kültür sitesi halini alıyordu.
    Bunlara “Selâtin Camii” deniliyordu. Başta padişahlar olmak üzere hânedan
    mensuplarının yaptırdıkları daha çok bu şekildeydi. Camilerde çini, mermer,
    tahta veya sıva üzerine nakış gibi süslemeler vardır.

OSMANLI’DA EDEBİYAT:

Osmanlı Devletinde yazışmalarda ve bürokrasi işlemlerinde
farklı yazı biçimleri kullanılmıştır. Devletin resmi yazışma dili Osmanlı
Türkçesi, din ve bilim dili Arapça, edebiyat dili ise Farsça idi. Osmanlı
Devletinde kullanılan yazı çeşitleri ise rık’a, ta’lik, sülüs, nesih, reyhani,
divani ve siyakattir. 

Osmanlı Devletinde edebiyat çalışmalarını üç bölümde
incelemek mümkündür. Bunlar: Divan edebiyatı, Halk edebiyatı ve Tekke
edebiyatı’dır.

 ·Divan edebiyatı temsilcileri:
Baki, Fuzuli, Sinan Paşa, Nesimi, Hoca Dehhani, Ahmedi.

 ·Halk edebiyatı temsilcileri:
Pir Sultan Abdal, Kul Ahmed, Hayali, Gevheri, Karacaoğlan ve
Köroğlu.

 ·Tekke edebiyatı temsilcileri:
Mevlana, Süleyman Çelebi (Mevlid), Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal
ve Akşemseddin.

MİNYATÜR SANATI:
Batı dillerinde bir nesnenin küçük boyutlardaki örneğini
  belirten “Minyatür” sözcüğü, zamanla kitap resmi için kullanılan bir
  terim halini almıştır. Eski Türk kaynakları kitap resmi için “Nakış”,
“Tasvir”;
 minyatür ressamı için de “Nakkaş”, “Musavvar” gibi

  sözcüklere yer verirler.

8. ve 9. yüzyıla ait olan ve günümüze gelmiş Türk resim
  sanatının örnekleri arasında, duvar resmi ve figürlü işlemelerin yanında
  minyatürler de bulunmaktadır. Türklerin eski yurtları Orta Asya’da,
Türkistan’da  yaşadıkları döneme ait olduğu düşünülen minyatür örnekleri hala
Topkapı Sarayı arşivlerinde bulunmaktadır.

Fatih Sultan Mehmed döneminden, 19. yüzyıla uzanan döneme ait
  ise çok sayıda minyatür eser günümüze ulaşmıştır. Fatih Sultan Mehmed döneminde
  yapılmış birçok minyatürlü eser, Türkmen minyatürlerinin etkisini
  göstermektedir. Bu eserler dönemin giyim, müzik aletleri ve eğlence hayatı gibi
  bazı özelliklerini de yansıtırlar.

Kanuni Sultan Süleyman dönemi, Osmanlı minyatür sanatında pek
  çok yeniliğin denendiği bir dönemdir. Bu yenilikler arasında, tarihi olayları
saptama anlayışının “şehnâmecilik” adıyla resmi bir görev halini alması da
  vardır. Bu anlayış içinde tarihi olaylar yazma olarak kayda geçirilirken, bir
  yandan da resimleniyordu. İmparatorluğun doğu ve batısındaki savaşlar, fetihler
  ve seferler, tahta geçişler, yabancı elçilerin kabulü, bayram kutlamaları gibi
  önemli olayların yanı sıra, bazen sultanın yalnızca tek bir seferi de ele
  alınabiliyordu

Sonraki dönemlerde tarihi olayları gerçekçi bir tavırla
saptama  anlayışı, artık Türk minyatür sanatının değişmez bir özelliği olarak
gelenek  haline gelecektir.

Topkapı Sarayı’nı gösteren minyatürler, önemli özellikleri ve
  genel görüntüsüyle sarayın bu dönemdeki durumunu yansıtan birer belge
  değerindedir. Şematik bir biçimde ele alınmış olan saray sahnelerini gösteren
  minyatürlerde birçok olay tasvir edilmiştir. Katipler, öteki görevliler ve
  toplantı halindeki vezirler resmedilmiştir. Kubbealtı revağının altında, köşede
  maaş olarak dağıtılacak altın ve gümüşler tartılmakta, keselere konup, mangalda
  eritilen balmumu ile mühürlenmektedir. Öte yandan minyatüre bakanların
olayların  bütününü anlayabilmesi için binalar açık bir kesit halinde
gösterilmiştir.  Sultan’ın Topkapı Sarayı ikinci avlusunda tahta çıkma töreni de
yalın düzenleme şemasına bir örnektir. Bu kompozisyonda yeni sultana
bağlılıklarını sunacaklar  yarımay biçiminde çizilmişlerdir. Bu kompozisyonda
olayın bütün ayrıntıları tam  olarak ele alınmış, eser böylelikle resimli bir
belge niteliği kazanmıştır.

Kanuni döneminde başlayan tarihi konuların işlenmesi ve
şehnâmecilik’e bağlanıp devletin resmi tarihini belgeleme niteliği alması,
klasik döneminde Türk minyatürüne ana karakterini kazandıracak, İslam
  ülkelerinde gelişen minyatür sanatı içinde ötekilerden ayrılan bir okul
  oluşturacaktır.

17. yüzyılda minyatür sanatı bir yandan geleneksel üslubu
  sürdürürken öte yandan albüm resmi birdenbire büyük bir önem kazanmıştır.
hiçbir  metne bağlı olmayan tek tek figürlerin ya da günlük hayatla ilgili
konuların  işlendiği örneklerden oluşur. Çeşitli tipte insanlar giyim
özelliklerini  belirtmeye özen gösterecek biçimde işlenmiştir

Batı’ya açılışın yoğunlaştığı Lale Devri’nde minyatür
sanatında  Batı resmi tarzında ilginç gelişmelere tanık olunur. 19. yüzyıl
boyunca minyatür  sanatı güncelliğini yitirmiş ve yavaş yavaş yerini Batı resim
tekniğiyle  yapılmış yağlıboya tablolara bırakmıştır.

OSMANLI’DA MUSIKİ:

Osmanlı mûsikîsi, Osmanlı saray veya halk müzisyenlerinin askerî, dini, klâsik
  ve folklorik türlerde ürettiği ve toplumun her kesiminde kullanılmış bir
  sanattır. Temelinde tek kişinin (ozan tarzına uygun) usullü veya usulsüz, ama
  mutlaka bir makam’a bağlı olarak çalıp söylediği; müziğin sadece ritm ve melodi
  unsurlarını kullanıp insan sesine ağırlık veren ve nesilden nesle aktarımı Batı
müziğindeki gibi nota yoluyla değil meşk yoluyla sağlanan bir şahsî üslup ve
  ifade müziğidir.


Sarayın, devleti yalnız askerî ve mülkî olarak değil, aynı
zamanda fikir ve sanat hayatı açısından da yöneten bir merkez oluşu, Türklerde
  çok eski bir gelenektir. Ülkenin en ileri fikir ve sanat adamlarını toplayan,
  besleyen ve barındıran hep saray olmuştur. Şiir ve hat gibi mûsikî de
  eğitimlerinin ayrılmaz parçası olmuş olan Osmanlı padişahları da sanatı
-Selçuklu, Karahanlı, vd. ataları gibi- ırk, dil, din ve mezheb farkı
gözetmeksizin koruyup desteklemişlerdir. Osmanlı mûsikîsinin, bir imparatorluk
  sanatı olarak, bütün Türk mûsikîsinin en fazla gelişmiş, zenginleşmiş ve
  incelmiş bölümü olmasının sebebi budur.
 

TEZHİP SANATI:Köklü süsleme sanatlarımızdandır. Tezhip kelimesi Arapça’da “altınlama,
yaldızlama” anlamına gelir. Ama tezhip yalnız altınla değil boya ile de yapılır.
Daha çok yazma kitapların sayfalarını, hat levhalarının kenarlarını süslemede
kullanılmıştır.
Tezhip doğuda olduğu kadar batıda da uygulama alanı bulmuş bir sanattır.
Özellikle ortaçağda Hıristiyanlık’ın kutsal metinlerini, dua kitaplarını
süslemede yoğun biçimde kullanılmıştır. Ama zaman içerisinde kitaplarda da resim
öne çıkmış, tezhip yalnızca başlıklardaki büyük harfleri süslemekle sınırlı
kalmıştır.

Türkler’de tezhibin geçmişi Uygurlar’a kadar uzanır. Mani dininin Uygurlar
arasında yayıldığı 9. yüzyılda tezhip sanatı da görülmeye başlanmıştır. Bu
dönemde İslam ülkelerinde de tezhip yaygın bir sanattı. Anadolu’ya
Selçuklular’ın getirdiği tezhip en gelişkin dönemini Osmanlılar zamanında
yaşamıştır. 15. yüzyılda Mısır’da Memlûk sanatçıları ayrı bir üslup
geliştirmişler, aynı dönemde İran’da ve ardından Timurlular’ın egemen olduğu
Herat, Hive, Buhara, Semerkant gibi merkezlerde tezhip sanatı büyük gelişme
göstermiştir. Herat’ta geliştirilen üslup daha sonra da İran tezhip sanatını
büyük ölçüde etkilemiştir. Osmanlı sanatçıları da 15.-16. yüzyıllarda İran’la
artan ilişkiler sonucunda Herat Okulu’nun birçok özelliğini yapıtlarında
kullanmış, yeni bireşimler yaratmışlardır. 18. yüzyılda Osmanlı tezhip sanatı
gerilemeye yüz tutmuş, klasik motiflerin yerini kaba süslemeler almaya
başlamıştır. 19. yüzyılda ise sanatın hemen her alanını saran batı etkisi
tezhibe de yansımış, örneğin Klasik dönemde tek olarak kullanılan çiçek
motifleri vazolar, saksılar içinde buketler halinde görülür olmuştur.

Tezhipte temel malzeme altın ya da boyadır. Altın, dövülerek ince bir tabaka
haline getirilmiş varak olarak kullanılır. Altın varak su içinde ezilip
jelatinle karıştırılarak belli bir kıvama getirilir. Boya ise genellikle toprak
boyalardan seçilirdi. Sonraları sentetik boyalar da kullanılmıştır. Tezhip
sanatçısı (müzehhip) bir kâğıdın üstüne çizdiği motifi önce sert bir şimşir ya
da çinko altlığın üstüne koyarak çizgileri noktalar halinde iğneyle deler. Sonra
bu delikli kâğıdı uygulanacağı zeminin üstüne koyarak delikleri yapışkan bir
siyah tozla doldurur. Delikli kâğıt kaldırıldığında motifin uygulanacak zemine
çıktığı görülür. Bu motif iyice belirginleştirilip altınla ya da boyayla
doldurularak tezhip meydana getirilir.

ÇİNİCİLİK:

Türk mimarlığında çininin bezeme düzeni içinde mimarlığa
bağlı olarak kullanılışı, İran Büyük Selcukluları ile başlar. Çininin mimarlıkta
yoğun biçimde kullanılması ve gelişmesi XIII.yüzyıl sonlarına rastlar.

İlk Osmanlı dönemi çinileri renk bakımından daha
zengindir. Osmanlı Devleti”nin başkentlerinden biri olan İznik, çini yapımının
gelişmesine büyük katkısı olmuş önemli bir merkezdir. İznik”te duvar
çiniciliğinde ve keramiklerde yeni teknikler geliştirildiğinden, hızlı ve
sürekli bir üretim yapılabilmiştir. XVI. yüzyılın başlarından sonra mozaik ve
altın yaldızlı çiniler yerine renkli sır tekniğiyle, kare levhalar halinde
üretim yapılmıştır. XVI.yüzyılın ikinci yarısında renkli sır tekniği bırakılarak
tüm çiniler sıraltı tekniğiyle yapılmaya başlanılmıştır. Sarı, ve açık yeşil
renkler ortadan kaybolmuş, firuze, mavi, yeşil mercan kırmızısı, açık lacivert
ve beyaz renkler egemen olmuştur.

Çiniçiliğin yanı sıra gelişen keramik sanatından- koruma
güçlüğünden örtülü duvar çinilerine oranla daha az sayıda önek günümüze
gelmişitir. Keramik sanatında yapılarda kullanılmak üzere yapılan kandiller
çerağlar, askı kürelerinin yanında kâse tabak sofra takımları ibrik ve sürühi
gibi ürünler de ortaya konmuştur.

Pişmiş toprak eserler arasında Türk sanatında en geç
görülen porselendir. XIX.yüzyılın ortalarında Haliç”te bir porselen fabrikası
kurulmuş “Eser-i İstanbul” markalı porselenler üretilmiştir. Biçim ve desen
olarak Batı etkisindeki porselenler, ithal edilenlerle rekabet edemediğinden
fabrika kapanmıştır. XIX . yüzyıl sonlarında ise II. Abdülhamit tarafından
Yıldız Sarayı bahçesinde kurulan Yıldız porselen Fabrikasında, çok kaliteli
porselenler üretilmiştir.

Günlük işlerde kullanılan çeşitli toprak kaplara genel bir
adla keramik ya da seramik denilir. Çini ve keramik sanatında uygulanan
teknikler aynıdır. Çini hamurları kil , kuvarst ve feldispat karışımından
meydana gelmiştir. Bazen hamura mermer tozu da karıştırılmıştır. Çini
hamurlarının dış yüzeylerine başka bir renk vermek için yapılan kaplamaya
astarlama işlemi denir. Renkli kil bulamaçları veya metal oksitlerinin
katılmasıyla renklendirilen çini hamurları çok kullanılmıştır. Astar ve çini
hamurunun kuruma ve pişme küçülmelerinin birbirene çok yakın olması gerekir.
Astar akıtılarak sürülüp kurutulduktan sonra, bezemeler kazıma yoluyla veya
astarın üzerine fırçayla çalışarak yapılmıştır.

Çini yapımında sırlama işlemi, en basit sır olan silis
kurşun oksit çini üzerine sürülüp, gerekli derecede pişirilmesiyle yapılmıştır.
Renkli sır için saydam sıra metal oksitleri eklenmiştir. Sır pişirimi daha düşük
sıcalıklarda, fakat uzun sürede yapılarak parlaklık sağlanmıştır.

Sır üstü tekniğinde, suyla karıştırılmış renkler
pişirilmemiş, ham sırın üzerine uygulandıktan sonra pişirme yapılmıştır. Diğer
bir yöntemde ise sır pişirildikten sonra bezeme, sırüstüne daha düşük derecedeki
sıcaklıklarda eriyen renkli sırlarla yapılarak düşük sıcaklıkta tekrar
fırınlanmıştır. Ayrıca sır üstüne metal oksitlerinden boyalarla bezeme yapılıp
fırınlanarak elde edilen madensel çini ve keramiklere de “perdahlı” denilmiştir.

Sıraltı tekniğinde ise, istenilen renk karışımı doğrudan
çini hamuru üzerine uygulanarak bezeme yapılmış , bezemenin üzerine saydam sır
akıtılarak pişirilmiştir.

Sırlı tuğlalar, önceleri inşaatlarda duvar yapımında diğer
tuğla ve kerpiçlerle birlikte örülürdü. Sonraları cepheleri bezemek için renkli
olarak hazırlanmış sırlı tuğlalar yanyana motifler oluşturacak biçimde
kullanılmıştır. İstenilen bezeme motifi küçük parçalardan değişik boyut ve
biçimlerde kesilerek bir düzen içinde uygulandığındın bu tekniğe mozaik çini
tekniği denilmiş, XV. yüzyıl başlarına kadar Türkistan ve Anadolu”da
uygulanmıştır.

Bu tarihten sonra nakışlı, dört veya altı köşeli çini
kaplama ve diğer tekniklerle kullanılmıştır. Mozaik tekniğinde üç ayrı yöntem
uygulanırdı . Kakma tekniğinde, değişik renkte ayrı çini levhalardan kesilen
parçalar, araya getirilerek alçılı yüzeye uygulanmıştır. Kazıma veya sahte
mozaik tekniğinde ise tek renkli çinilerin zemini bezeme veya yazıya göre
kazılarak çini bir kabartma oluşturulmuştur. Bu tekniklerle yapılan çiniler,
yapım sırasında yapı yanındaki şantiyede hazırlanırdı. Mozaik tekniğinin diğer
bir uygulamasında ise, çini parçalarına pişirilmeden önce özel biçimi verilmiş,
veya tek renkli büyük levhalar halinde sıralanıp fırınlandıktan sonra bezemeye
göre kesilip birleştirilmişlerdir. Çini teknikleri içinde en zor olan minâi
tekniğinde ısıya dayanıklı siyah, altın yaldızlı, kırmızı, kahverengi ve beyaz
ise sır üstüne yedi renk bir arada kullanılmıştır. Yüksek ısıya dayanıklı, mavi,
patlıcan moru ve yeşil altına, daha düşük uygulanarak tekrar fırınlanmıştır.

Çini ve keramikte birkaç renk sır bir arada
kullanıldığında sırlar akarak birbirine karışacağından, ilk kez Osmanlılar
tarafından XV ve XVI.yüzyılarda bölmeli renkli sır tekniği uygulanmıştır. Bu
teknikte desen levha üzerine kazınarak çizildikten sonra çizgilerin oluşturduğu
oyuklara konulan madde pişme sonucunda siyah ve hafif kabarık bir durum
oluşturduğu oyuklara konulan madde pişme sonucunda siyah ve hafif kabarık
çizgilerin meydana getirdiği bölmelirin içine ise, değişik renkte sırlar
konurdu. Bu teknikte mavi zemin üzerine beyaz, filizi yeşil, sarı firuze ve
kırmızı renkte sırlar konurdu. teknikte mavi zemin üzerine beyaz filizi yeşil
sarı fıruze ve kırmızı renkte sırlar kullanılmıştır . Bölmeli teknik daha
sonraları Avrupa”da özellikle İspanya”da kullanıldığında çizgilerin içine
ayırıcı madde olarak ince iplikler konulmuştur. Osmanlılar ise, bunun yerine
fırında çizgilerin içine ayrıca madde olarak ince iplikler konulmuştur.
Osmanlılar ise bunun yerine fırında ısındığı zaman kabaran, şekerli olduğu
sanılan bir madde kullanmışlardır.

HATTATLIK:

Arapça’da çizgi ya da bir satır yazı anlamına gelen hat sözcüğü, bugün Arap
harfleriyle yazılmış güzel el yazısı karşılığı olarak kullanılmaktadır. Hat;
güzel yazi sanati olup, yazarlarina hattat denir: Kûfî, Sülüs, Nesih, Muhakkak,
Reyhânî, Tevkî’, Icâze, Ta’lik, Divânî, Celi, Rik’a, Ma’kili dâhil, bin kadar
çesidi vardi. Halicilik, kumasçilik, dericilik, ciltçilik, kitapçilik,
tezhipçilik, porselencilik, kehribarcilik, mürekkepçilik, mobilya, sandalcilik
da ayri birer sanat dali olarak, her sahada eserler verildi.

Yazıya
verilen değer, bütün İslam kültürlerinde hat sanatının çok üstünde durulmasına
yol açmıştır. Özellikle Osmanlı kültürü içinde hat sanatı çok ilerlemiş,
işlevsel görevinin yanısıra, estetik bir düzeye yükselmiş, adeta batı resim
sanatındaki tabloların yerini tutar olmuştur. Gerçek bir tablo gibi
çerçevelenerek duvara asılan güzel yazı örneklerinden ünlü hattatların
yapıtlarına Osmanlı tarihinde çok büyük paralar ödendiği bilinmektedir. Güzel
yazı, yalnız levhalarda değil, bundan başka el yazması kitaplarda, fermanlarda,
diplomalarda, cami iç ve dış duvarlarında, çeşitli yapıların yazıtlarında, mezar
taşlarında, pencere kapağı ya da kapı kanadı gibi mimarlık ögelerinin
üstlerinde, halı bordürlerinde, kutu, vazo, tabak gibi gündelik eşyada da
kullanılmıştır.

Hat sanatında yazı gelişigüzel yazılmaz, her yazı türünün kendine özgü
özellikleri, inceden inceye saptanmış kuralları vardır. Tarih boyunca ünlü hat
ustaları zaman zaman yazı kuralları oluşturmuşlar ve bunları saptamışlardır.
Çeşitli yazı türleri birbirlerinden, harflerin büyük ya da küçük olması, biçimi,
aralıkları, bazı harflerin birbirlerine bitiştirilip bitiştirilmemesi, bazı yazı
işaretlerinin kullanılıp kullanılmaması gibi özellikleriyle ayrılır.

Doğal olarak yazı sanatının ilk gelişmesi Araplar eliyle olmuştur. Bilinen ilk
büyük Türk hattatı ise Amasyalı Yakut el Musta’Sami’dir (13. Yüzyıl).

Hat konusunda ciddi ve kapsamlı çalışmayı Amasyalı Şeyh Hamdullah (15. Yüzyıl)
yapar, aklam-ı sitte, yani 6 esas yazı diye bilinen yazı türlerini, herbirinden
örnekler çıkartıp yanlarına kurallarını yazarak bir murakka içinde toplar. Aynı
zamanda Sultan 2. Beyazıd’ın da yazı hocası olan Şeyh Hamdullah’dan günümüze
kalan en önemli yapıtlar, İstanbul Beyazıt Camii’nin cümle kapısının üstündeki
yazıtla Amasya Beyazıt Camii’nin yazıtıdır. Osmanlı sanatının doruğa ulaştığı
16. yüzyılın en önemli hattatı, yazının yalnız üslubunda değil, tekniğinde de
yenilikler getiren Ahmet Karahisari’dir. Altını mürekkep gibi kullanarak yazı
yazmak, Altın yaldız harflerin dışını siyah çizgiyle belirlemek, harf
kalınlıklarının içini çiçek motifleriyle doldurmak ilk kez onun uyguladığı
yeniliklerdendir. En önemli yapıtı İstanbul Süleymaniye Camii kubbesindeki
yazısıdır. Türk yazı sanatının başka bir ustası da yapıtlarıyla pekçok başka
hattatı etkilemiş, 3. Ahmet ve 2. Mustafa gibi Sultanlara hocalık etmiş olan
Hafız Osman’dır (17. Yüzyyl). Taş baskısıyla çoğaltılan KURAN’ları, çağında en
uzak İslam ülkelerine kadar yayılmıştır. Bu yapıtlar günümüzde de yazı sanatının
en değerli örneklerinden sayılır.

Ünyeli İsmail Efendi, Mustafa Rakım Efendi ve İstanbul’daki pek çok yapının yazıtını hazırlamış olan Mehmet EsadYesari, 18.yüzyılın ünlü ustalarıdır.

19. Yüzyılda ise başka bir ustayla, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’yle karşılaşılır. Ayasofya’daki 8 büyük
yuvarlak levha onun en ünlü yapıtlarındandır. Cumhuriyetten sonra harf
devrimiyle Arap harflerinin kullanımdan kaldırılması, bütünüyle bu harflere
dayanan hat sanatının yaygınlığını birdenbire çok azaltmıştır. Kitapların latin
harfleriyle ve baskıyla hazırlanması, bu sanatın kullanım alanını hemen hemen
yalnız Cami’lerdeki duvar yazılarına indirgemiştir. Tuğrakeş İsmail Hakkı
Altunbezer, Kamil Akdik, Emin Barın gibi hattatlar bu kısıtlı alanda yapıt
vererek 20. yüzyılda hat sanatını sürdüren sanatçılar olmuşlardır.

Çeşitli yazı türleri içinde Kufi, en eski yazıdır. Osmanlı kültür çevresinde az
kullanılmış olmakla birlikte dik, kalın, köşeli harfleriyle hemen dikkati
çekerek öteki yazılardan ayrılır. Halı bordürlerinden madeni paraya dek çok
çeşitli alanlarda kullanılır. Yazıtlarda, KURAN’da ve Divan yazmalarında
kullanılan Nesih iri harfli olduğu için duvar yazılarında ve Kitapların bölüm
başlıklarında kullanılan sülüs, Din kitaplarında ve murakkaların başındaki
besmelelerde kullanylan Reyhani ve Muhakkak, devlet belgelerinde kullanılan
Tevki, hattatların öğrencilerine verdikleri icazetnamelerin altındaki üstat
imzalarında kullanılan Rik’a, bir arada aklam-ı sitte diye adlandırılan en
önemli 6 yazı türünü oluştururlar. Bunlardan başka talik, nestalik, divani, bir
tür steno sayılabilecek olan siyakat, menşur, zülf-ü arus, hilali, muini,
şikeste, müselsel gibi yazı türleri de vardır.

Hat sanatında Osmanlı
sanatçıları çeşitli uslupları denemişlerdir. Bunlardan biri istiftir. Bir
sözcüğün harflerinin ya da bir cümlenin hece ve sözcüklerinin güzel bir görünüm
oluşturmak amacıyla ve kullanılan yazının çeşidine uygun biçimde yanyana ve
üstüste sıralanmasına, istif edilmesine denir. Bir sözcüğün, bir eksenin iki
yanına bir ters, bir yüz bakışık olarak yazılmasıyla oluşturulan çeşidine
müsenna ya da aynalı yazı adı verilir. 17.yüzyıldan sonra özellikle gelişen bu
türün en görkemli örnekleri bugün Bursa Ulucamii’nin duvarlarında bulunmaktadır.
Harflerin biçimleriyle oynayarak, çeşitli düzenlerde birleştirip istif ederek
yaratılan ve oldukça stilize edilmiş bir tür yazı-resim de hat sanatında önemli
yer tutar. Yazıyla oluşturulan böyle resimler arasında en çok sevilen ve
rastlanan konular kayık, kuş, aslan, sancak, cami, ibrik, çiçek, insan başı
vb.dir. Osmanlı Devleti’nin arması ve padişahın imzası olarak kullanylan tuğra
da bir tür istif yazıdır. Oğuz Han’ın yazılı nişanından çıktığı bilinen tuğra,
Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları’nca da kullanılmıştır…

OSMANLI’DA CAM SANATI:
Osmanlıda cam işçiliği Bohemya‘nın parlak zamanlarıyla aynı döneme rast
gelir. Beykoz işi Osmanlı camcılığı bu dönem meşhur olmuştur.

XIX. yüzyılda İstanbul‘da Beykoz civarında çok değişik özellikler taşıyan cam eşyanın üretildiği atölyelerin kurulduğu bilinmektedir. İlk atölye III. Selim zamanında (1789-1807), opal camın yapım
tekniğini Venedik‘te öğrenip İstanbul‘a dönen Mevlevî dervişi Mehmed Dede
tarafından kurulmuştur. 21 Muharrem 1263[1] tarihli Takvim-i Vekayi gazetesinde
de incirköy‘de Bursa Valisi Mustafa Nuri Paşa tarafından Sultan Mustafa Vakfı arazisinde kurulan bir billur fabrikasından söz edilir. Daha sonra Mustafa Nuri Paşa‘nın ricası ile fabrikanın yönetimi Darphâne-i Âmire‘ye devredilmiş ve başına Darphâne Nâzırı Tahir Efendi getirilmiştir.

Beykoz camlarının üretildiği dönemde başta Fransa ve Bohemya olmak üzere Avrupa ülkelerinden çok sayıda Türk zevkine hitap eden cam eşya satın alınmıştır. Osmanlılar‘ın beğeneceği türden camların yapımı
Avrupa‘da ”alla Turchesca” ve ”â la Turque” diye adlandırılan cam biçimlerinin
gelişmesine yol açmıştır. Ayrıca Beykoz atölyelerinde Avrupalı camcıların da
çalıştığı bilinir. Fakat üretilen eserler bütün inceliğiyle Türk zevkini
yansıtır. En çok kullanılan formlar gülabdan, ibrik, vazo, lâledan, daldırma,
kus, şekerlik, kâse ve tabaktır; Beykoz işi tesbihler de yapılmıştır. Beykoz
camlarından bazılarının kapak kulpları Mevlevi dervişlerinin başlıklarına
benzer.

Beykoz işleri çeşitli gruplara ayrılır. Renksiz camların en tanınmışları ”maydanozlu” denilen türdür. Bunlar kesme olup özellikle maydanoz yapraklarını içeren yaldız bezemelidir. Ayrıca çeşitli çiçek
ve bitki motifleriyle mine dekor da görülür. Bu tip camlar arasında klasik
Beykoz formlarından başka leğen-ibrik, tabaklı büyük kâseler ve büyük şişeler de
yer alır.

Renkli camlar kobalt mavisi, menekşe rengi ve koyu mavi gibi renklerde
olup saydamdırlar. Bezemelerinde sade yaldız veya hem yaldız hem de mine
kullanılmıştır. Opal camlar Beykoz işlerinin önemli bir bölümünü teşkil eder. Bu
tip cam XVI. yüzyılda Venedik‘te, XVII. yüzyılda Almanya‘da ve XVIII. yüzyılda
da bütün Avrupa ülkelerinde yaygın olarak imal edilmiştir. Osmanlı
İmparatorluğu‘nda ise opal camlar XIX. yüzyılda, bu tekniği Batı‘da öğrenmiş
Türk ustalar ve Türk atölyelerinde çalışan Batılı ustalar tarafından
üretilmiştir. Bu camlar önceleri opal renginde oldukları için opal cam adını
almışlardır, daha sonra aynı ismi taşımakla beraber çok çeşitli renklerde
yapıldıkları da görülmektedir. XIX. yüzyılda Fransa‘da üretilen bir tür camlara
ise ”opaline” adı verilir. Camı opalleştirmek için cam harmanına önceleri
kireçleşmiş kemik külü ve kalay oksit katılırken sonraları çok çeşitli maddeler
kullanılmıştır. Katkı maddesinin ölçüsüne, işlemin uzunluğuna ve sonuçta meydana
gelen kristallerin büyüklüğüne bağlı olarak yarı saydamdan tam mata kadar
istenilen derecede opal cam elde edilir. Opal cam ışığa doğru tutulunca koyu
turuncu yahut kırmızı renk verir. Bunlar da Beykoz tipi cam eşya temel
formlarında üretilmiş olup onlar gibi sade yaldızlı veya hem yaldızlı hem de
minelidir. Kırmızı Beykoz camları ise renksiz camların kırmızıya boyanmasıyla
elde edilmiştir.OSMANLI’DA TİYATRO:

Osmanlı Tiyatrosu günümüz tiyatrosunun birçok olumsuz yanlarına ışık tutabilir.
130 yıl önce Batı Tiyatrosu örneğinde bir tiyatro kurarken ne seyirci, ne
tiyatro sanatçısı ve teknik adamı, ne yazar ne de yönetmen ve sahne tasarımcısı
vardı. Osmanlı Tiyatrosu kısa zamanda bunların hepsini sağlamıştır. Ayrıca
Müslüman kadın seyirci, müslüman kadın oyuncu sorunlarına da çözüm getirmiştir.
Oyun yazarlarını tiyatro içine çekmiştir. Bu kadar kısa sürede her bakımdan iyi
örgütlenmiş yerleşik bir repertuar tiyatrosunun kuruluşuna dünya tiyatro
tarihinin hiç bir döneminde rastlanmamıştır.

Önce Osmanlı Tiyatrosunun çok çağdaş bir tutumuna ilgiyi çekmek isterim. Osmanlı Tiyatrosu Namık Kemal,
Ali Bey, Ahmet Mithat Efendi gibi oyun yazarlarını tiyatro içine çekmiş, bu
yazarların tiyatro sanatçılarıyla elele birlikte çalışmalarına olanak
sağlamıştır. Çoğunluğu Ermeni olan sanatçıların bozuk teleffuzlarını
düzeltmişlerdir. Ayrıca Güllü Agop, tiyatro bilgisi ve deneyimiyle bir takım
oyunları yazarlarıyla birlikte yazmıştır. Böylece tiyatrocu eylemi ile
edebiyatçı eylemi güç birliği yapmıştır. Sahneye çıkan ilk Türk oyunu olan
Mustafa Efendi’nin Leyla ve Mecnun oyunuda böyle bir işbirliğinin sonucudur.

Günümüzde ise yazarlar oyunlarını evlerinde yazıp tiyatroya verdikten
sonra yalnız ilk gösteriminde görürler.
Osmanlı Tiyatrosu’ndan günümüz
tiyatrosuna ışık tutabilecek 2. Öğrenek oyuncular bakımındandır. Osmanlı
Tiyatrosu’nun sanatçıları tam anlamıyla profesyoneldi; kendilerini yanlızca
sanatlarına adamışlardı. İçlerinde Avrupa görmüş,bir kaç yabancı dil bilenler
vardı. Kolaylıkla devlet kapısında iyi aylıklı bir iş bulabilirlerdi. Kimininde
iyi para getirebilecek bir zanaatı vardı. Ancak onlar kendilerini tiyatroya
adamışlardı. Çoğu da yaşlılıklarında veremden, yoksulluktan ölmüşlerdi.
Günümüzün tiyatrocularına gelince çoğu reklamlara çıkar, tv dizi filmlerinde rol
alır, sunucu olur. Çoğunlukla Brezilya,Amerikan dizilerini
seslendirir,Milyonların izlediği bu dizilerde de bir ses olarak kalırlar.

Osmanlı Devleti’nin ilk padişahları sade ve gösterişsiz bir hayat sürmüş
olamakla beraber kısa bir zaman sonra saray, Selçuklularınkine uygun bir
gelenekle kurulmuştur. Selçuk Sarayı’nda büyük ziyafetler verilir, çalgılar
çalınıp şarkılar söylenir,şiirler okunur, hikayeler anlatılır, mudhik
(güldürücü) ve mukallid (taklid edici) ler tarafından eğlenceler düzenlenirdi.
Osmanlı Sarayı’nda da az zaman sonra böyle bir hayatın yerleşip kökleştiğini
görüyoruz.

TANZİMAT VE İSTİBDAT DÖNEMİNDE TÜRK TİYATROSU (1839-1908)

1839 Tanzimat Dönemi’nin başlangıcı olarak benimsenirken aynı yıl
tiyatro bakımından da bir önem taşır. Bu yıl tiyatro binalarının yapımının
yoğunlaştığı yıldır.Türkler ilk bakışta kendi geleneksel tiyatrolarıyla Batı
Tiyatrosu arasında 2 önemli ayrılık görüyorlardı. Bunlardan ilki geleneksel
tiyatromuzun bir sahne üzerinde ve bir tiyatro binasında oynanmayışına karşı
Batı Tiyatrosunun sahne üzerinde ve tiyatroda oynanışıdır.

OSMANLI’DA DOKUMACILIK:

Dokuma sanatı, halıyla beraber göçebe yaşantısının önemli bir parçasıdır. Lüks
kumaşın, İslâm geleneğinde de önemli bir yeri vardır. Anadolu, Ortaçağ’da
oldukça tanınmış bir kumaş üretim merkezi olmasına rağmen bu dönemden kalan
kumaş örneği yok denecek kadar azdır. Bilinen en önemli parça, üzerinde
Alâeddin  Keykubat için yapıldığı yazılı olan bir kadife dokuma parçasıdır. Bu
parça bugün  Lyon Dokuma Müzesi’nde sergilenmektedir. Kırmızı zemin üzerine
altın telle  dokunmuş arslan motifleri ve bitkisel arabesk doldurulmuş daire
dizileri bulunan  bu kumaşın, Selçuklu saraylarının özel dokuma tezgâhlarında
dokunmuş olabileceği  kabul edilmektedir.
XIII. yüzyılda Marco Polo, XIV.
yüzyılda da İbni  Batuta gibi gezginler Anadolu’nun ipek, kadife ve diğer
kumaşlarının ününden söz  ederler. Bunlar içinde Denizli bölgesinin özellikle
şöhret kazandığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı sultanlarının öldükten sonra
saklanması adet  olan elbiseleri Saray’da kullanılan kumaşların niteliklerini
görmemize yardım  etmektedir.Halkın giyim biçiminden, yaşayışından tamamen
farklı durumda olan  padişah, hanedan ile Saray mensuplarının elbiseleri için
özel olarak dokutulan  kumaşlara “saray kumaşları” denir. Bu gruba şüphesiz
Osmanlı  Sarayları’nın  tefrişi için dokutturulan kumaşları da katmak gerekir.
Saray kumaşlarına benzer  ürünlere halk için çalışan diğer atölye imalâtında
rastlansa bile, Saray’a ait  kumaşlar gerek süsleri gerekse kullanılan
malzemenin zenginliği ile  diğerlerinden üstün olurdu. Padişah ve saraylı tüm
giysilerinin belli kurallara  bağlı olması nedeniyle,özellikle Padişah’ın günlük
kıyafetlerinde, tören  elbiselerinde kumaş cinsine ve desenlerine büyük titizlik
gösterilmesi saray  tegâhlarının gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

İmparatorluk büyüdükçe  imalât çeşitlenmiş ve zenginleşmiştir. Buna karşılık
önce tamamen amatörce  yapılan dokumacılık halkın şehirleşmesi sonucunda tüm
gereksinmeleri karşılayan  profesyonel, güçlü bir sanat kolu haline gelmiş; XV.
yüzyılda Bursa, kadife,  ipekli ve diğer kumaşların üretiminde birinci planda
önemli bir üretim merkezi  olmuştur. Topkapı Sarayı’nda Fatih’e ait, kadife,
çatma adı verilen kumaştan  yapılmış ve kırmızı zemin üzerine sırma ile işlenmiş
motiflerle süslü kaftanlar  Bursa menşelidir. Diğer alanlarda olduğu
gibi, Osmanlı Dokuma Sanatı’nın  da en gelişmiş olduğu dönem XVI. yüzyıldır.
Bursa bu yüzyılda da dokuma alanında  öncülüğünü korumaktadır. Kaynaklara göre,
bu dönemde çatma, kadife, atlas, çuha,  kemha gibi cinslerin en güzel örnekleri
Bursa’da üretilmiştir. Bursa  kumaşlarının ünü XVI. ve XVII. yüzyıllarda
Macaristan, Lehistan, Fransa ve İtalya’ya kadar yayılmıştır.Genellikle çiniler
üzerinde görülen motifleri, daha  değişik oranlar ve dekoratif düzenler içinde
işleyen Bursa kumaş atölyelerinin  yanında artık İstanbul’da Saray’ın kendi
imalâthaneleri de vardır. Özellikle  sırma ve simle dokunan ve “seraser” denilen
kumaşı, “çatma” denilen kadifeleri, “kemha” isimli ipekli ve “serenk” adındaki
düz kumaşları dokuyan İstanbul  atölyelerinin iplik ihtiyacı Bursa’dan
karşılanmaktaydı.
Şüphesiz Saray’a  bağlı olmayan dokuma tezgâhları da çoktu.
III. Murat devrinde (1574-1595) İstanbul’da 268 tezgâh olduğu ve bunlardan 88
tanesinin Saray’a bağlı olduğu  ilgili fermanlardan anlaşılmaktadır.

İmparatorluğun muhtelif şehirleri,  kendilerine göre, değişik dokumalarıyla
ün yapmışlardı. Bursa ipekli ve kadife  kumaşlarıyla, İstanbul Saray için
dokuduğu lüks kumaşları ve “diba” adı verilen  atlas kumaşlarıyla , Batı
Anadolu’da Bergama, Soma, Denizli pamuklu  dokumalarıyla, Ankara “sof” adı
verilen yünlüleriyle, Sakız adası yine atlas  kumaşlarıyla, Amasya “benek” adı
verilen desenli kumaşlarıyla tanınmıştı.
Osmanlılar’da dokuma sanatı XVIII.
yüzyıla kadar geleneklerini korumuştur. Fakat  imparatorluğun ekonomik
imkânlarının sınırlanması ile lüks kumaş üretiminin  azalması arasında da doğru
orantılı bir ilişki görülür. Avrupa kumaşları XVI.  yüzyıldan itibaren Türk
piyasasına girer ama yerli dokumanın yerini alması XVIII. yüzyıldan sonradır.
1842’de Hereke’de kurulan ipekli kumaş fabrikası ile  el tezgâhlarının sonu
görünmüştür.
Topkapı Sarayı Müzesi’nin Padişah  Elbiseleri seksiyonunda
sergilenen yaklaşık 2500 parça eşyanın çoğunu, saray  için dokutulmuş en ağır ve
en güzel kumaşlardan yapılmış kaftanlar teşkil  eder. Sultan giysilerinde
kullanılan kumaşlar, dokuma tekniği ve kullanılan  malzeme çeşidi itibarıyla atlas,
çatma,
seraser, serenk, selimiye, kemhave
geziadlarıyla anılmaktadır.İlk zamanlar sade olan Padişah Giysileri  sonradan daha albenili
olmuştur.İçi kürklü, dışı seraser, atlas, gezi gibi  değerli kumaşlardan yapılan
uzun kollu (yen), önden açık , kıymetli taşlarla  süslü , düğmeli ve yanları
yırtmaçlı “kapaniçe” isimli kaftanlar içe ve dışa  giyilmek üzere iki
cinstir.Dışa giyilenler “Merasim Kaftanları”dır.Bunlar altın  telli çatma veya
seraserden yapılmış olup kol üzerinden, omuzdan aşağıya kaftan  boyu kadar
ikinci bir kol (yen) taşımaktadır. Yenin görünüşe ihtişam katmak ve  Osmanlı
İmparatorluğu merasim usulüne göre bayramlarda ve culûslarda öpülmek  gibi
tarihî bir rolü vardı.Tanzimat (1839)’tan sonra bu adet kalkmış ve taht  saçağı
öpülmeye başlanmıştır.
Topkapı Sarayı Padişah Elbiseleri seksiyonunda
sergilenen II. Beyazıt’ın çok renkli, bitkisel motifli kemha kaftanı ile IV.
Murat’ın kırmızı zemin üzerine sırma motiflerle işlenmiş kemha kaftanı Türk
Dokuma Sanatı’nın tanınmış örnekleri arasındadır.

AHŞAP SANATI:

Hem mimari öğelerde hem de dekoratif amaçlı
eşyalarda görülen ahşap sanatı, teknik ve üslup açısından en güzel örneklerini
Osmanlı döneminde vermiştir.

Ahşap işçiliği, İslam sanatında diğer sanat
kollarına paralel bir gelişme gösteren ve çeşitli dönemlerde birçok bölgesel
etkileri de içine alarak zenginleşen bir çeşitlilik gösterir.

Bazen mimaride sütun ve sütun başlığı, kiriş gibi taşıyıcı bir öğe; bazen kapı ve
pencere kanatları, mihrap, minber, tavan göbeği, balkon korkuluğu gibi dekoratif
amaçlı yapı elemanları ya da rahle, Kur’an ve cüz mahfazası, çekmece, kavukluk,
çeyiz sandığı, sehpa gibi mobilya ve aksesuvar olarak karşımıza
çıkar.

MADEN İŞLEME SANATI:

Osmanlı maden sanatı, diğer sanat dallarında
olduğu gibi, başlangıçta Selçuklu kültür mirasını devralır; bu nedenle
imparatorluğun pek çok ülke ve ulusu birleştiren yapısına uygun bir yol çizerek,
çeşitli eğilimleri kaynaştıran bir pota olmuştur. Bilhassa, Selçuklu maden
sanatından tanıdığımız kakma tekniğinin 14. yüzyılda geniş şekilde uygulanması,
dönemin göze çarpan özelliğidir. Kakma tekniği, daha sonraki yüzyıllarda Osmanlı
maden ustalarınca bu denli yoğun biçimde uygulanmamıştır.

FETİHLERLE GELİŞEN SANAT
Osmanlıların
bir dünya devleti olma yoluna girdikleri 15. yüzyıl, özellikle İstanbul’un
1453’teki fethi, diğer pek çok alanda olduğu gibi, maden sanatında da bir dönüm
noktasını oluşturur. Özellikle altın ve gümüş madenleri açısından zengin Balkan topraklarının fethiyle Osmanlılar hem hammadde kaynaklarına, hem de köklü bir geçmişe sahip maden sanatçılarına
kavuşmuşlardır. Memlûk etkisi, bu dönemin tipik bir eser grubunda, altıgen
piramidal gövdeli kandillerinde görülür. Delik işi, kabartma ve kazıma
teknikleriyle işlenmiş, rumî ve hatayîlerle bezenmiş bu kandillerin günümüze
gelen örneklerinin sayıca çokluğu, bunların 15. yüzyılın ikinci yarısında bolca
yapıldığını gösterir. Bu dönemin madeni eserleri arasında şamdanlar da önemli
bir yer tutar.
DEĞERLİ TAŞLARIN GÖSTERİŞİ

Özellikle de Tebriz ve Mısır’ın fethi sonrası, imparatorluğun çeşitli yerlerinden farklı
gelenek ve sanat anlayışlarını İstanbul’a getiren ustaların çalışma ve işbirliği
sonucu, 16. yüzyılın ortalarında, belirgin etkilerden arınan Osmanlı maden
sanatı, kendi özgün biçimini bulmuştur. Bu yüzyılda yapılan kazıma, kabartma,
telkari, delik işi, savat, kakma ve kaplama teknikleriyle süslü eserlerin
üzerinde genellikle birkaç süsleme tekniği birden uygulanmıştır. Ancak bu
dönemin genel karakterini en iyi yansıtan bölüm, kuşkusuz murassa (değerli
taşlarla süslü) madeni eserlerdir.

Bu dönemde büyük bir gelişme gösteren taş kakma tekniği ile, madeni yüzeyler ve
kılıç, hançer, kitap kapları, yeşim paftalar, doğal kristal, hatta porselen
üzerine değerli taş yerleştirmek moda olmuştur. 16. yüzyılın bu gösterişli
biçimiyle tezat teşkil edecek, sadece uyumlu oranları ve iyi işçilikleriyle göze
çarpan sade örnekler de vardır. Gene bu döneme ait, sadece bir madalyon, kartuş
veya köşebendin içinin süslendiği örnekler, iki tezat üslup arasındaki orta
çizgiyi oluşturur gibidir.