Türkiye’de Aşı Karşıtlığı: Bilinmeyen Karşısında Duyulan Korkunun İstismarı

Türkiye’de Haziran ayından beri isteyen herkesin aşı olma olanağı var. Ama milyonlarca vatandaş kısmen hurafelerin etkisiyle bu adımı atmadılar. Yoğun bakımlarda yatanların ve her gün bir uçak dolusu kaybettiğimiz insanların neredeyse tamamı aşı olmamış ya da aşısını tamamlamamış vatandaşlar. Bu yüzden aşı karşıtlığı basit bir saçmalıklar dizisi değil. Halk sağlığı için ciddi bir tehdit.

Bir büyük felaket olarak Covid-19 pandemisi hepimizin hayatını etkiledi ve her birimizde değişik ve zaman içinde de değişiklikler gösteren bir dizi olumsuz duygu yarattı. Korku, endişe, yerini bıkkınlığa terk eden merak, üzüntü, yoksunluk. Bu kadar yoğun duygular hem davranışlarımızı hem düşüncelerimizi etkiliyor. Her birimiz bu baskıya farklı şekillerde cevap veriyoruz.  Farklı savunma mekanizmaları kullanıyoruz. Yok varsaymak sık kullanılan savunma mekanizmalarından biridir. Şaşırtıcı olmayarak bir grup insan Covidle geçirdiğimiz bir buçuk yılda zaman zaman bu yolu seçti.

Pandeminin başından beri aslında virüs olmadığını, aslında hastalık da olmadığını, televizyonlarda gösterilen hastane görüntülerinin sahte olduğunu savunan insanların sayısı hiç de az değildi. Başımıza gelen felakete karşı geliştirilen, kuşkusuz çok da işe yaramayan bir başka savunma mekanizması da kendimiz dışında bir suçlu bulmak. O zaman da devreye komplo teorileri, içimizde bir yerde kıvrılıp yatan ayrımcılık, dışarıdaki düşman korkuları girdi. İçine bir tutam kulaktan dolma bilgi de katarak, virüsün orijininin yarasalar olduğu bilgisini eklektik bir şekilde kullanarak “yarasa çorbası içmek gibi tuhaf huyları olan Çinlilerden”, ya da ezeli düşmanı batılı emperyalistlere birçok yel değirmeni arayanlar çıktı.

Pandemi ilanından henüz 7-8 ay geçmişti ki tünelin ucunda ışık göründü. Virüse karşı birden çok aşı geliştirilmişti. Sayıları otuz, kırk binleri bulan gönüllülerle yapılan klinik çalışmalar bu aşıların, hastalığın ölümcüllüğünü önlemekte etkili hem de çok etkili olduğunu göstermişti. Günlük yaşamımızda hemen hepimizin kullandığı, ağrı kesicilerin, antibiyotiklerin, antidepresanların, kanser ilaçları için yürütülen klinik çalışmalar ve sağlık otoritelerince bunların kullanımına izin verme süreçleri bir avuç uzman dışında kimsenin ilgisini çekmez, sessiz sedasız yürürken, dünya nefesini tutup Covid aşılarının geliştirilmesini adım adım izledi.

Medyayı biraz izleyebilen herkes insanların kullandığı, aşı, ilaç vb gelişiminin bütün basamaklarını, ruhsatlandırmanın adımlarını, üretimin çetrefil sorunlarını öğrenme şansına sahipti. Ama birincisi herkes bunları çok dikkatli izleyecek zamana ve ilgiye sahip değildi. İkincisi, itiraf etmek gerekir ki bu süreçler karmaşıktı ve bu konulara ilişkin bir altyapısı olmayanların anlatılanları tam kavraması kolay değildi. Ya da medya ve bilim insanları ve en önemlisi sağlık otoritesi bunları her düzeyden vatandaşın anlayabileceği şekilde anlatma konusunda başarılı olamadı.

Üstüne Sağlık Bakanlığı salgın boyunca zaten çok zayıf olan iletişim stratejisini aşı söz konusu olduğunda da düzeltemedi. Aşılar geliştirilmişti, ama temini güçtü. Zengin birkaç ülke aşıların ilk üretimlerini daha yaz aylarında bağlayıcı kontratlarla kendi ülkeleri için satın almıştı. Türkiye gibi ülkelerin aşı, hele de ipi ilk göğüsleyen aşıları temin etmesi güçtü. Bütün bu süreç zaten ürkmüş, salgınla gelen kayıplarla sarsılmış, belli bir stratejisi olmadan ve genellikle son dakikada alınan, ne işe yaradığı anlaşılamayan ve sürekli değişen tedbirlerden bezmiş vatandaşın hem yönetime güvenini kaybetmesine hem de kafasının iyice karışmasına yol açtı.

Bakanlık elinde talep edenlere yetecek aşı olmadığı için aşıları tanıtmak, vatandaşı özendirmek için bir kampanya yürütmedi. Sonuçta meydan hurafelere ve bu hurafeler yoluyla ilgi, şöhret, kim bilir belki de bizim bugün göremediğimiz çıkarlar peşinde koşan bir avuç aşı karşıtına kaldı.

Aşı karşıtları, bilim karşıtlarının kullandığı bütün yöntemleri kullanıyorlar. İleri sürdükleri savların belli bir mantık zinciri izlemesi gibi bir dertleri yok. Gerçeklere dayanmasını ise hiç umursamıyorlar. Bilimsel savlara karşı çıkarken hiç çekinmeden bilimin jargonunu kullanıyorlar. Örneğin virüse karşı en etkili olan mRNA aşılarını kötülemek için, güya “bilimsel”(!) açıklamalar yapıyorlar. Söylenenleri dinleyince mRNA denen mesajcı RNA’ın esas işlevini ya bilmedikleri ya da bilmezden geldiklerini görüyorsunuz.

İşi hücre içinde, taşıdığı kodla uygun proteini yaptırmak olan ve bu protein sentezlendikten sonra parçalanıp yok olan mRNA’ya sahip olmadığı özellikler atfediyorlar. Hücrenin çekirdeğine girip DNA zincirine eklendiğini ve burada kalıcı olduğunu iddia ediyorlar. RNA isminin bu konuyu kulaktan duymuş insanlarda yarattığı genlerle ilgili olma çağrışımını kullanıyor, ama bütün bu mekanizmalar hakkında bilinen diğer bilgileri yok sayıyorlar.

Karşılarına bilgiyle ve kanıtla çıkarsanız, komplo teorilerine başvuruyorlar. Bu komploları düzenlediğini iddia ettikleri aktörleri sürekli değiştiriyorlar. Hitap ettikleri kitleye göre bir gün ilaç endüstrisini, bir başka gün ilaç endüstrisini düzenlemeye ve denetlemeye çalışan bilim insanlarını, başka bir yerde hepsini birden suçluyorlar.

Ortada açık olanı görmüyor, olmayanı hayal ediyor ve olmuş gibi anlatıyorlar. Örneğin dünyanın gözü önünde yürütülen aşı klinik çalışmalarının varlığını reddediyor ya da sonuçlarının gizlendiğini iddia ediyorlar. Bunu yaparken de kar amaçlı ilaç endüstrisinin birçok insan üzerinde yarattığı güvensizliği kullanıyorlar. Ama aynı endüstrinin geliştirdiği ve ürettiği, üstelik Covid aşıları kadar da kamuoyu tarafından yakından izlenmemiş ürünleri pekala kullanıyorlar. Kar amaçlı ilaç endüstrisinin denetlenmesi için, on yıllar içinde geliştirilmiş kamu denetim mekanizmalarını bir kalemde geçersiz, sahte diye yaftalıyorlar. Bu denetimleri dürüstçe yapmaya çalışan binlerce uzmana ve bilim insanına çürümüş, satılmış diye saldırıyorlar.

Aşıların hayat kurtardığını görmek istemiyorlar. Var olmayan yan etkiler uyduruyorlar. Covid yüzünden her gün hayatını kaybeden yüzlerce insanı görmüyor, ama bir tanesi bile belgeli olmayan aşıya bağlı yüzlerce binlerce ölüm olduğunu ileri sürüyorlar.

Art arda izlendiğinde bu saçmalıklar dizisi gülüp geçilecek bir tuhaflık olabilirdi. Vatandaş ne olduğunu tam anlamadığı bir hastalıktan kurtulmak için, ne olduğunu, nasıl geliştirildiğini yine tam anlamadığı (kendisine anlayabileceği şekilde anlatılmadığı için anlamadığı) bir maddeyi vücuduna uygulayıp uygulamamayı kafasında evirip çevirirken, sağdan soldan duyduğu, saçma ama, hemen herkese hitap edebilecek kadar çeşitlendirilmiş bu hurafeler yüzünden tereddüde düşüyor. Hepsine inanmasa bile karar vermesi güçleşiyor, harekete geçmeyi, gidip aşı olmayı erteliyor.

Sonuçta Türkiye’de Haziran ayından beri isteyen herkesin aşı olma olanağı var. Ama milyonlarca vatandaş kısmen bu hurafelerin etkisiyle bu adımı atmadılar. Yoğun bakımlarda yatanların ve her gün bir uçak dolusu kaybettiğimiz insanların neredeyse tamamı aşı olmamış ya da aşısını tamamlamamış vatandaşlar. Bu yüzden aşı karşıtlığı basit bir saçmalıklar dizisi değil. Halk sağlığı için ciddi bir tehdit. Salgın yönetiminin bu tehdidi ciddiye alması ve vatandaşa doğruları anlatmak için toplumu seferber etmesi gerekli.

‘Level’ Atlayan Pandemi ve Sivil Toplum

Dünya Sağlık Örgütü’nün COVID-19 pandemisini ilan ettiğinden bu yana on sekiz ay geçti. O zamanlar biner biner ilan edilen vaka sayılarına, şimdilerde günde yarım milyon ekleniyor. Salgınla mücadelede en önemli unsur bireyler ve bu bireyleri etkileyebilecek, onlara zorlukları aşmaları için yardımcı olacak örgütler, ağlar, ilişkiler. Sivil toplum işte burada çok önemli. Sivil toplum olmadan, bütün bireylerin sesini kararlara katmak da mümkün değil, topyekûn etkili bir mücadele vermek de.

Mart 2020’de birçok iyimser, Koronavirüsün hava koşullarıyla ya da geçireceği mutasyonlarla evrilip daha iyi huylu hale geleceğini, hatta kaybolacağını öne sürmüştü. Bir başka iyimser grup da daha gerçekçi bir şekilde, virüse karşı etkili olduğunu bildiğimiz yöntemleri kullanarak, yani kalabalıkları önleyerek, sosyal ilişkilerimizi sınırlayarak, vakaları hızla tespit edip toplumun gerisinden yalıtarak salgını kontrol altında tutabileceğimizi söyledi. Bunların hiçbir olamadı maalesef.

Birçok ülke virüsle mücadeleyi hafifsedi, ekonomiyi, turizmi v.b. önceledi, virüsün serbest dolaşımının önüne yeterli güçte setler inşa etmedi. Sonuçta, yüz milyonları enfekte edip katrilyonlarca kez bölünebilen virüs evrimleşip yeni ve kendisi açısından daha yetenekli formlar edindi. Delta varyantıyla “level” atladı. Dünyada virüsü aldığı saptanan insan sayısı 200 milyonu, virüs yüzünden hayatını kaybedenlerin sayısı 4,5 milyonu geçti.  Kaldı ki bu sayıların gerçeğin ancak bir bölümünü oluşturduğunu biliyoruz.

Orijinal virüse göre 2-3 kere daha hızlı bulaşan Delta varyantının önünü kesmek için daha önceden bildiğimiz tedbirleri daha büyük bir titizlikle uygulamamız lazım. Kuşkusuz pandeminin ilk yılında sahip olmadığımız bir aracı, aşılanmayı da nüfusun tamamına yaymamız lazım. Bütün bunlar için pandemi ve tedbir yorgunu insanları harekete geçirmemiz lazım. Bu salgında herkes, her bir birey çok önemli. Bazen bir kişinin ihmali birçok insanın hastalanmasına ve hatta ölmesine yol açıyor. Tedbirlere uyduğumuz her gün de virüsün önünü kesiyoruz.

Salgınla mücadelede en önemli unsur bireyler ve bu bireyleri etkileyebilecek, onlara zorlukları aşmaları için yardımcı olacak örgütler, ağlar, ilişkiler!

Salgınla mücadelede en önemli unsur bireyler ve bu bireyleri etkileyebilecek, onlara zorlukları aşmaları için yardımcı olacak örgütler, ağlar, ilişkiler. Kuşkusuz devletlerin bireylerin davranışlarını etkileyebilecek hem ikna hem caydırıcılık için kullanabildikleri çeşitli araçları var. Geçmiş dönemde uygulanan yasaklar, bu araçlar arasında yer alıyor.

Ancak artık uzunca bir süre birlikte olacağımız anlaşılan virüsün yayılmasını, yayılırken evrilip kendini güçlendirmesini önlemek için, kalıcı davranış değişiklikleri, her bir bireyin bilerek ve gönülden katılacağı tedbirler lazım. Sivil toplum işte burada çok önemli. Devletin ulaşamadığı ya da devlete yeterince güvenmeyen gruplara ulaşmak, onlara kendi dillerinden, kendi kültür kodları içinde hitap etmek, davranışlarını değiştirmeleri için bireylerin önündeki engelleri fark edip bu engelleri aşmalarına yardımcı olmak.

Her türlü kriz yönetiminde ve tabi ki salgın yönetiminde toplumun katılımını sağlamak çok kritik önemde. Bu salgının başında da böyleydi şimdi de böyle. Maalesef Türkiye’de salgın yönetimi bu konuda iyi bir sınav vermedi. Sivil toplumun önünü açmak bir yana, daha 2020 baharında büyük şehirlerde belediyelerin yardım toplamasını yasakladı. Türk Tabipleri Birliği’nin sahada çalışan üyelerinden aldığı bilgiler doğrultusunda, toplumu bilgilendirmesini, salgını yönetenleri uyarmasını, neredeyse hainlikle özdeşleştiren suçlamalarda bulundu. Akademi ve bilim çevreleriyle verileri paylaşmadı, hatta bu çevrelerin salgının gidişatı hakkında bilgi toplamasının, araştırma yapmasının önüne çeşitli engeller çıkardı. Bütün bunlar sivil topluma olumsuz bir mesaj verdi: “Uzak durun, yapılması gerekeni yalnız ben yaparım”.

Krizler topyekûn cevap gerektirir. Toplum katılımı, hem salgın yönetimiyle ilgili kararların alınmasında hem bunların uygulanmasında çok önemlidir.

Oysa krizler topyekûn cevap gerektirir. Bu yüzdendir ki mesela Dünya Sağlık Örgütü’nün salgın yönetimi konusunda tavsiye ettiği yönetim önerileri arasında toplum katılımını sağlamak en ön sıradadır. Toplum katılımı, hem salgın yönetimiyle ilgili kararların alınmasında hem bunların uygulanmasında çok önemlidir.

Önceliklerin Saptanmasında Toplum Katılımı

Bütün afetler gibi pandemide de kayıpların olması kaçınılmazdır. Pandemi ile mücadelede en önemli şey önceliklerin, yani eldeki bütün olanakların seferber edilerek korunması gerekenlerin neler olacağına karar verilmesidir. Bu verilmesi kolay bir karar gibi görünüyor ama değil. Çünkü felaketler söz konusu olduğunda bazı şeyleri korumak için başka bazı şeylerden vazgeçilmesi gerekiyor. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan Nisan ayında “tam kapanma” dedikleri arttırılmış tedbirleri ilan ederken “turizmi ve ticareti korumak için tam kapanma yapıyoruz” dedi. Yani vatandaşların bir kısmından, küçük işletmelerinden, gündelik yaptıkları işlerden, birçok vatandaştan sokağa çıkma özgürlüklerinden vaz geçmelerini isterken turizmi ve ticareti öncelediğini söylemiş oldu.

Yönetimin gerçekten de turizm ve ticaret konusunda salgın başından beri büyük bir titizlik gösterdiğini, salgının kontrolü açısından risk alarak bu sektörleri ayakta tutmaya çalıştığını zaten gözledik. Ben yönetimin söz konusu önceliklerine katılmıyorum. Ben, vatandaşların canını korumak, yani ölüm sayılarını azaltmak ve okulları açmak ve açık tutabilmenin öncelikli olduğunu düşünüyorum. Yirmi milyona yakın çocuğumuzun ve gencimizin bir buçuk yıllarını kaybettik. Bunu koruyabilmiş olmak turizmden geleceği hayal edilen 35 milyar dolardan daha kıymetli idi. Yalnızca manen değil, ekonomik olarak da böyle olduğunu Prof. Taymaz hesaplamış.

Türkiye’de STK’lar, hekim örgütleri dışında, salgın yönetimi konusunda derin bir sessizlik içindeler.

2020’de de 2021’de de sınırlarımızda sıkı bir karantina uygulamış olsaydık, ölümleri azaltabilir, okullarımızı açabilir, milyonlarca çocuk ve gencin geleceğinden çalmamış olurduk. Kuşkusuz başka vatandaşlar da başka öncelikler söyleyebilirler. Salgın yönetiminin toplum katılımını teşvik etmesi bu noktada önemli işte. Vatandaşların ne kadar farklı kesimleri kendilerini ifade edebilirlerse toplumun üzerinde ortaklaşacağı öncelikleri saptamak kolaylaşır.

Vatandaşların kendilerini ifade etmelerinde de sivil toplum örgütleri çok önemli. Maalesef Türkiye’de STK’lar, hekim örgütleri dışında, salgın yönetimi konusunda derin bir sessizlik içindeler. Bu da salgınla mücadele stratejisinin belirlenmesinde, yönetime erişimi olan ayrıcalıklı birkaç kesim lehine, büyük çoğunluğu barındıran diğer kesimler aleyhine büyük bir dengesizlik yarattı ve yaratmaya devam ediyor.

Her Vatandaşın Virüsün Yayılmasını Önlemeye Etkin Katılması İçin STK’lar

Her bir vatandaş virüsün yayılmasını önleyebilir; hastalık belirtileri varsa test yaptırarak, evden çıkmayıp kendini diğerlerinden ayırarak, diğer zamanlarda maske, mesafe kuralına uyup, kalabalık oluşturmaktan kaçınarak. Bunları söylemek kolay.  Yapmak içinse, insanların hastalığın varlığına, getirdiği zararın büyüklüğüne, kendilerinin de bundan etkilenebileceğine, alacakları bu basit önlemlerin işe yarayacağına inanmaları gerek. İnanmak duygularla bağlantılı, bilgileri size veren insanlara, kurumlara duyduğunuz güvenle bağlantılı.

Hem STK’lar hem kanaat önderleri, bireylerin doğru davranışları benimsemesine çok değerli katkılarda bulunabilirler.

Biliyoruz ki toplumda türlü çeşitli birey var. Bunların her birinin güvenilir bulduğu insanlar, kurumlar farklı. Bu yüzdendir ki hem STK’lar hem kanaat önderleri, bireylerin doğru davranışları benimsemesine çok değerli katkılarda bulunabilirler. Ne kadar çok kuruluş ve çevre bu konuda gayret gösterirse, o kadar çok birey salgını önlemek açısından olumlu davranışları benimser.

İkinci ve çok önemli bir davranış da aşı yaptırmak. Sağlık Bakanlığı maalesef aşı konusunda net bir stratejiye sahip değil, son bir yıl içinde de birbiriyle çelişen bilgiler, mesajlar vermeye devam etti. Bu insanların kafasını karıştırıyor. Bir ikincisi sayıları az olsa da çeşitli kişisel saiklerle, saçma ve bilim dışı çeşitli argümanlar kullanarak faaliyet gösteren aşı karşıtları. Sağlık otoritesinin aşı konusunda yaptığı her hatadan anında yararlanıp insanların kafasını karıştırıyorlar. Çeşitli başka nedenlerle devlete, ya da sağlık otoritesine güveni olmayan, ya da bu güveni zayıflamış insanlar üzerinde de etkili oluyorlar. Tereddüde neden oluyorlar, gecikmelerine yol açıyorlar. Bu yüzden, ellerinde fırsat olduğu halde zamanında aşılanmamış yüzlerce, binlerce insanımızı kaybettik ve kaybetmeye devam ediyoruz. Oysa ülke çapında örgütlü, geniş kesimlere ulaşabilen, geniş olmasa bile başkalarının ulaşamadığı gruplara ulaşan birçok sivil toplum örgütü, haberleşme/etkileşme ağımız var. Bu güçler birleşse, daha çok insan, daha çabuk aşılansa hem ölümleri önleyecek hem virüsün yayılmasının önüne bir set çekebileceğiz.

STK’lar bu salgında kabuklarına çekildiler. Toplumun gerisi gibi onlar da önce bir şok yaşadılar. Sonra belki yönetimin sivil toplumu desteklemek yerine, rakip gören, geriletmeye çalışan olumsuz ve yanlış tutumundan etkilendiler. Bir de sanırım Türkiye toplumuna has bir şekilde, sağlıkla ilgili her konu gibi bu pandemiyi de yalnızca “uzmanların” anladığı ve müdahale edebileceği bir şey olarak düşündüler.

Çok sayıda STK tarafından kurulan Sivil Toplum Pandemi Koordinasyonu( STPK). STPK, özellikle aşıların yararının anlatılması ve hemşehrilerine güven verilmesi konusunda olumlu bir rol oynadı. Benzer oluşumların birçok ilde ve ülke çapında da kurulması gerek.

Oysa sivil toplumun birçok ülkede salgınla mücadelede çok etkin ve başarılı olduğunu görüyoruz. Türkiye’den bir olumlu örnek de Diyarbakır’da Ticaret Odası, sendikalar, Tabip Odası ve çok sayıda STK tarafından kurulan Sivil Toplum Pandemi Koordinasyonu( STPK). STPK, özellikle aşıların yararının anlatılması ve hemşehrilerine güven verilmesi konusunda olumlu bir rol oynadı. Benzer oluşumların birçok ilde ve ülke çapında da kurulması gerek.

Maalesef bu salgın çok canlar aldı, almaya devam ediyor. Önümüzde çok zor günler var. Sivil toplum olmadan, bütün bireylerin sesini kararlara katmak da mümkün değil, topyekün etkili bir mücadele vermek de.