Düzenleyiciler bu yılki kolokyumun yoksulluk ve kent yoksulluğu konularında düzenlenmesini”küreselleşme sürecinin somut sonuçlarından birisi olan kentsel yoksulluk kavramının kentler ve planlama mesleği bağlamında tartışılmasının önemi”yle ilişkilendiriyor
TÜRK-İŞ Haber Bülteni
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu
GÜN GEÇTİKÇE DAHA DA YOKSULLAŞIYORUZ!..
DÖRT KİŞİLİK AİLENİN AÇLIK SINIRI 3.192 TL ve YOKSULLUK SINIRI 10.396 TL MUTFAK ENFLASYONU AYLIK YÜZDE 3,18; ON İKİ AYLIK YÜZDE 26,82 ORANINDA… BEKAR BİR ÇALIŞANIN AYLIK YAŞAM MALİYETİ 3.903 TL
Dövizde yaşanan artış, elektrik, doğalgaz, benzin fiyatlarına yansıması, üretim girdi maliyetlerindeki yükselme, temel mal ve hizmetlere gelen yüksek zamlar, dar ve sabit gelirli milyonlarca ailenin geçim şartlarını daha da ağırlaştırdı. Günbegün artan fiyatlar karşısında zaten yetersiz olan ücret gelirlerinin satın alma gücü daha da geriledi. AB üyesi ülkelere göre Türkiye asgari ücretin en düşük olduğu ülke durumuna geldi. Dört kişilik ailenin açlık sınırı bile mevcut asgari ücretin üstünde oldu. Bu ay itibariyle tek bir kişinin yaşama maliyeti de net asgari ücreti 1.078 TL geçti.
TÜRK-İŞ tarafından 34 yıldan bu yana her ay düzenli olarak yapılan, bu alanda öncü ve diğer çalışmalara örnek olan “Açlık ve Yoksulluk Sınırı” araştırmasının Kasım 2021 ayı sonucu, gıda maddeleri fiyatlarında artışın devam ettiğini ortaya koydu. Bu durum, başta ücretli çalışanlar ve emeklileri olmak üzere, geniş bir toplum kesiminin yaşama şartlarını olumsuz etkilemeye devam etti. Ücret gelirlerinde belirli bir artış sağlanmasına karşın yetersiz kalan gelir karşısında çalışanların mağduriyeti devam etti.
TÜRK-İŞ Araştırmasının Kasım 2021 ayı sonucuna göre;
- ➢ Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 3.191,55 TL’ye,
- ➢ Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 10.395,91 TL’ye,
- ➢ Bekâr bir çalışanın ‘yaşama maliyeti’ ise aylık 3.902,57 TL’ye yükseldi.
KASIM 2021
AÇLIK ve YOKSULLUK SINIRI
Tablo 1: Dört Kişilik Ailenin Açlık ve Yoksulluk Sınırı (TL/Ay) |
||||
Kasım 2020 |
Aralık 2020 |
Ekim 2021 |
Kasım 2021 |
|
Yetişkin Erkek Gıda Harcaması |
694,64 |
711,22 |
852,46 |
881,98 |
Yetişkin Kadın Gıda Harcaması |
575,85 |
592,22 |
709,09 |
730,71 |
15–19 Yaş Grubu Çocuk Gıda Harcaması |
746,20 |
768,21 |
912,01 |
943,85 |
4–6 Yaş Grubu Çocuk Gıda Harcaması |
499,99 |
518,29 |
619,64 |
635,01 |
Açlık Sınırı |
2.516,67 |
2.589,94 |
3.093,20 |
3.191,55 |
Yoksulluk Sınırı |
8.197,62 |
8.436,27 |
10.075,58 |
10.395,91 |
* Gıda harcaması tutarı, yuvarlama nedeniyle, toplamda farklı olabilmektedir.
Yoksulluğun tanımlanması
Yoksulluk, bugün basit bir biçimde tanımlanabilecek bir sorun olmanın ötesine geçmiştir. Yoksulluğun bir yandan derinleşirken diğer yandan da çeşitlenerek yeni biçimlerinin ortaya çıktığı son yıllarda, bu sorunun tanımlanmasına ilişkin farklı yaklaşımlar geliştirilmeye başlamıştır. Kısaca, son yıllarda geliştirilen yeni kavramlarla yoksulluk kavramının yeni boyutlar eklenerek daha da zenginleştirildiği görülmektedir. Bu nedenle, kolokyumda tüm bu yeni tartışma ve yaklaşımları da kapsayacak biçimde genel bir yoksulluk tartışmasının yapılması gerek kolokyum sırasında gerekse kolokyum sonrasında kent planlama meslek alanında yürütülecek tartışmalara olumlu katkı yapacaktır.
Kent yoksulluğuna ilişkin kuramsal yaklaşımlar
Kent planlama kuram ve pratiğinin kentsel yoksulluğun giderilmesi ve kentsel sosyal adaletin sağlanması için girişeceği çabalar, kaçınılmaz olarak kent yoksulluğu olgularının kavramsal ve kuramsal düzeylerindeki çözümlerinden başlayacaktır. Bu nedenle kolokyumun önemli tartışma konularından birisi kent yoksulluğunun, tarihsel bir perspektif içinde, gelişiminin, değişen anlamlarının ve bu sorunun nedenlerinin incelenmesi olacaktır.
Kent yoksulluğuna ilişkin görgül çalışmalar
Yoksulluk ve bunun kent bağlamında ele alınışına ilişkin çalışmalar son yıllarda giderek artan bir biçimde hız kazanmış bulunuyor. Başta akademik çevreler ve siyasa yapıcılar olmak üzere pek çok kurum, kuruluş ve hatta sivil örgütler, kentsel yoksulluk sorununa ve bu sorunun kimi zaman çözümüne kimi zaman ise sonuçlarının katlanılabilir kılınmasına ilişkin çalışmalar yürütmektedir. Ne var ki tüm bu çaba ve çalışmaların üzerinde anlaştıkları ortak bir yoksulluk tanımı olmadığı gibi, sorunun nedenleri ve çözüm için benimsenen politik yaklaşımlarda da bir ortaklaşmaya rastlanılamamaktadır.
Tüm bu yaklaşımlar doğrultusunda yapılmış görgül (ampirik) çalışmaların sonuçlarının hem kendi içlerinde hem de karşılıklı olarak değerlendirilmesi konunun farklı boyutları ile tartışılmasına olanak verecektir. Bu nedenle 26. Dünya Şehircilik Günü Kolokyumunda çeşitli kentler özelinde yapılmış yoksulluk araştırmalarının ve çalışmalarının yer alması hedeflenmektedir.
Planlama Kurumu ve Kent Yoksulluğu
Planlamanın, salt fiziksel gelişmenin denetlenmesi ve yapılaşma koşullarının belirlenmesinden ibaret olarak değil, kentsel gelişme ve dönüşüm süreçlerinde oluşan zenginliğin kamu yararına yeniden dağıtımını da kapsayan bir kurum olarak algılanması kent yoksulluğu ile planlamayı kaçınılmaz bir biçimde ilişkili kılmaktadır. Böyle bir kavrayışta planlama eyleminin; yoksulluğun üretilmesi, dönüştürülmesi ve yoksulluğun önlenmesi, kamusal hizmetlerin ve kamusal alanların örgütlenmesi konularındaki rolü ve sorumluluğu önemli bir tartışma alanı olarak belirginleşmektedir.
Kolokyumda sunulacak bildirilerin de şu konular etrafında şekillenmesi bekleniyor:
* Yoksulluk Sorununun Tanımlanması ve Sorunun Ekonomik ve Siyasal Süreçlerle İlgisi
* Kent yoksulluğunun tanımlanması
* Kent yoksulluğunun değişen anlamları/boyutları
* Kır yoksulluğu ve kente göç
* Göç ve kentsel yoksulluk
* Kent yoksulluğu ve devlet
* Kent yoksulluğu, geçinme stratejileri ve aile stratejileri
* Kent yoksulluğunun mekansal boyutu
* Kentlerin parçalanması ve gettolaşma eğilimleri
* Gecekondu sorunu ve yoksulluk
* Karşılaştırmalı kent yoksulluğu çalışmaları
* Kent yoksulluğu ve suç
* Kent yoksulluğu: sınıf, toplumsal cinsiyet, etnik boyutları
* Orta sınıfların yoksullaşma dinamikleri
* Yoksulluğun üretilmesi ve dönüştürülmesinde planlamanın rolü
* Planlama ve sosyal adalet sorunu
* Yoksulluk ve yerel yönetimlerin rolü
* Kent yoksulluğu ve konut sorunu
* Kentsel altyapı/hizmet yoksulluğu
Düzenleyicilerce yayımlanan çağrıda kolokyumda gerçekleşecek tartışmaların bağlamı şöyle çiziliyor:
* Yeni bin yılın başlangıcında yoksulluk toplumsal bir sorun olarak gündemimizde önemli bir yer tutuyor. Gelir dağılımındaki adaletsizliğinin derinleşmesine ve refah devleti uygulamalarının zayıflatılmasına paralel olarak (kentsel) yoksulluğun boyutlarının artması ve çeşitlenmesi, küreselleşmenin ya da diğer bir anlatımla yeni dünya düzeninin bugün en somut sonuçlarından birisi olarak karşımızda duruyor.
* Bu gelişmeler, yoksulluk sorununu, hem akademik çevrelerin hem de siyasa yapıcıların önemli gündemlerinden birisi haline getirmiş bulunuyor. Bu konuda yapılan çalışmaların sayısı hızla artarken, gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeylerde çeşitli kuruluşlar yoksulluk sorununun toplum üzerindeki olumsuz sonuçlarını hafifletmeye yönelik siyasa önerileri ile ortaya çıkıyorlar. Yoksulluk sorununa uzun süreler duyarsız kalan Dünya Bankası gibi kuruluşlar bile, kendi kaygıları çerçevesinde, yoksulluk sorununa ilişkin bir gündemin oluşturulmasına katkıda bulunuyor.
* Yoksulluk ve yarattığı sorunlar giderek ağırlaşırken, başta büyük kentler olmak üzere kentler, bu sorunun yoğunlaştığı ve somutlaştığı mekanlar olarak karşımıza çıkıyor. Gelecek yıllarda yoksulluk ve yarattığı sorunların kentleri öncekinden çok daha dramatik boyutlarda bir krizin içine itmesi kaçınılmaz görünüyor.
* Büyük kentler bir yandan zengin gettoları ile yoksul gettolarının oluşturduğu bir çelişki yumağı haline gelirken, gerek kentsel hizmetler, gerek yaşam düzeyi, gerekse de mekan standartları açısından birbirinden yalıtılmış bu mekanlar arasındaki fark giderek açılmaktadır. Söz konusu tüm bu eşitsizlikler ve parçalanmanın kent planlama açısından da önemli sonuçlarının olacağı açıktır. Çalışma nesnesindeki bu değişimleri görmezden gelen ve yoksulluğun giderek derinleşmesi karşısında sosyal adalet temelli bir yaklaşımı ön plana çıkaramayan bir planlama pratiğinin meşruiyetinin sorgulanması kaçınılmazdır.
* Plancıların kent sorunlarına yaklaşımlarının ve önerdikleri çözümlerin değişen ve derinleşen bu çelişkiler ve eşitsizlikler karşısında yeniden düşünülmesi gerekiyor. Kentsel hizmetlerin sunumundan, plan önceliklerine, gecekondu konusunda takınılacak tavırdan, mevcut kent dokusunun dışına kaçmaya başlayan varlıklı kesimlerin konut alanlarına kadar uzanan geniş bir alanda plancıların nasıl bir tutum takınacaklarının gözden geçirilmesi bir zorunluluk haline gelmiş bulunuyor.
KÜRESELLEŞME, YOKSULLUK VE TÜRKİYE
Volkan PEHLİVAN
Bu çalışmamızda kapitalizmin yeni evresi olan neo-liberalizmle birlikte dönüştüğü küreselleşme süreci ele alınırken, bu sürecin yarattığı olumsuzluklardan biri olan yoksulluk olgusu açıklanmaya çalışılmıştır. Özellikle son 30 yılda küresel sermayenin giderek güçlenmesi ve finansal yapıda meydana getirdiği değişimler ile iktisadi yapıları etkilediği bu dönemde, yoksulluk ulusal ve uluslararası düzeyde iktisat yazınında sıkça yer almıştır. Yoksulluğun iktisadi yazında ele alınış biçimi, yoksulluk kavramına bakış açısını ortaya koymaktadır.
Uluslararası kuruluşların yoksulluğu ele alırken kullandığı tanımlar, ölçüm yöntemleri, çözüm önerileri yoksulluğa kavramsal bakışı ortaya koymaktadır. Bu bakış yoksulluğu söylem haline getirmekte ve çözümü için uyguladığı politikalar, neo-liberalizme çıkış yolunu göstermektedir. IMF ve DB’nın yoksul ülkelere yazdıkları reçetelerde; iktisadi, siyasi ve sosyal yapıların dönüştürülmesi gerektiği yazılıdır. Ancak sunulan bu reçetelerin, her ülke için benzer olması yoksulluğu çözememiş ve derinleştirmiştir. Çalışmamızda bu durum ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Türkiye’nin küreselleşmeye eklemlenmesini 1980’lere tarihlemek, Türkiye’de bu yıllarda meydana gelen iktisadi ve siyasi yapıların kırılma noktalarının yaşanmasından kaynaklanmaktadır. 1980 yılından başlayarak Türkiye bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bu dönüşüm geri dönülmesi mümkün olmayan birtakım sorunları da beraberinde getirmiştir. Yıllarca krizlerle boğuşan Türkiye, IMF’nin ve DB’nın güdümünde uygulamak zorunda kaldığı istikrar programları nedeniyle enflasyon, işsizlik, sosyal yapının bozulması ile mücadele etmiştir. Tüm süreçte Türkiye’de yoksulluk iyice derinleşmiştir. Yoksulluğun çözümü için uygulanan maliye politikaları ise yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine yoksulluğu yerleşik bir duruma getirip, yoksulları sadaka alan topluluklar haline getirmiştir.
ÖNSÖZ
Bu tezin amacı; küreselleşen bir dünyanın yoksulluğa bakışı kavramsal ve uygulanan politikalar çevresinde ele alınarak, 1980’lerden sonra etkisini arttıran neo- liberal politikaların yoksulluğa olan etkisi ve sonuçlarını açıklamaktır. Türkiye’nin de 1980’lerden başlayarak geçirdiği iktisadi, siyasi ve sosyal yapısı açıklanarak, Türkiye’de yoksulluğun boyutları, sonuçları ve bu süreçte uygulanan hukuki düzenlemeler incelenmiştir.
Küreselleşme günümüzde bireyin hayatına etki eden bir süreçtir. Đktisadi ve sosyal hayatta bireyin, küreselleşmenin etki alanından uzaklaşması neredeyse mümkün değildir. Bu etki alanının büyüklüğü bireyin küreselleşmenin sonuçlarına maruz kalmasının sınırlarını da belirlemektedir.
Đktisadi faktörlerin yüzyıllardır gelişmesi, birikimin oluşması kapitalizmin bir sonucudur. Kapitalizmin gelişme çağından başlayarak günümüze kadar geçen sürede toplumların yaşam şekilleri değişmiş; kimi ülkeler zenginleşirken kimi ülkeler de yoksullaşmıştır. Dünya üzerinde sermaye-emek karşıtlığının belirmesi de Sanayi Devrimi’nin en önemli sonucu olmuştur.
Yüzyıllarca serflik, kölelik düzeniyle yaşayan toplumlar; yeni bir çağın başlaması ile hayatlarında yeni bir düzenle karşılaşmışlardır. Bu yeni düzenle, eskiden krala ya da imparatora olan bağlılıkları; yerini sermayenin güç odaklarına bağlılığına bırakmıştır. Yoksulluğun artışı da bu yeni düzene geçişle başlamıştır. İktisatçılar vahşi kapitalizmin sonuçlarından biri olarak yoksulluğu açıklamaktan çekinmemişlerdir. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” liberal söylemi, birikimi sermayenin elinde toplarken emeği ile geçinen insanlar yoksulluklarına çare aramak zorunda kalmışlardır.
Paylaşım savaşlarını yaşayan 20. Yüzyıl ise sosyal adalet ve sosyal güvenlik kavramlarını yaratsa da, yoksulluğu çözmede başarılı olamamıştır. Bretton Woods’un yarattığı iki uluslararası kuruluş olan IMF ve Dünya Bankası, 2.Dünya Savaşı’nın sonrasında dünyanın savaşın etkilerinden kurtulması için politikalar geliştirmiş ve ilerleyen yıllarda ilgilerini yoksulluğa çevirmişlerdir. Ancak bu uluslararası kuruluşlar, dünyanın geri kalmış bölgelerine kredi vermeden ya da yardım yapmadan önce birtakım koşullar öne sürmektedir.
Krizler ve felaketlerle uğraşan ülkeler de bu şartları kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Ancak sunulan çözüm önerileri ve koşullar, zor durumda olan ülkelerin kendi özel şartlarına göre değil, bu kuruluşların ajandalarında yazılı olan kesin kurallara göre uygulanmıştır. Bu durumun yarattığı yeni krizler, yardım isteyen ülkeleri zor durumda bırakmış ve yoksulluğu arttırmıştır. 1970 ‘lerden sonra finansal sermayenin hızla gelişmesi ve küreselleşmenin bu sermaye akımlarını desteklemesi ile dünya yeni bir döneme daha girmiştir.
Bu dönem iktisadi yazında neo-liberalizm olarak adlandırılmaktadır. Neo- liberalizm ile birlikte finansal sermaye ve çok uluslu şirketler, dünyanın iktisadi yapısının en üstünde yer almışlardır. ABD’nin bu yeni dönemdeki hegemonyası da, bu rant grupları ile örtüşmüştür. Neo-liberal politikalar serbest piyasayı, özelleştirmeyi, finanstan alınan vergilerin düşürülmesini, devletin müdahaleci işlevinin terk edilmesini istemektedir. Hatta bu dönemde yoksulluğun çözümü bile piyasaya bırakılmaktadır.
Bazı iktisatçılar tarafından tüm bu özellikleri ile neo- liberalizm, vahşi kapitalizme benzetilmektedir. Bu tezin amacı; bu yaşanan fiili durumu açıklamaya çalışarak, yoksulluğun bu politikalardan nasıl etkilendiğini ortaya koymaya çalışmaktır. Türkiye’nin de küreselleşmeye dahil olması ile birlikte, 1980’den sonra ciddi krizlere ve darboğazlara yakalanması tesadüfi değildir. Neo- liberal politikaların Türkiye’yi nasıl etki altına aldıkları, yaşanan tarihi süreçler ve yoksulluğun boyutları da tezde açıklanmaya çalışılacaktır.
Birinci bölümde, küreselleşme ve yoksulluk arasındaki ilişkili kavramlar ve yöntemler açıklanmaya çalışılacaktır. Đlk olarak “küreselleşme” kavramı ve tarihçesi ele alınarak, küreselleşmenin geçirdiği tarihi evrimler anlatılacaktır. Daha sonra yoksulluk kavramı, yoksulluğun türleri ve yoksulluğun ölçüm yöntemleri ele alınacaktır. Yoksulluğun ölçüm yöntemi olarak genel kabul görmüş ve bugün uluslarüstü kuruluşlarca kullanılan yoksulluğu ölçüm yöntemleri açıklanacaktır. Birinci bölümün sonunda ise yoksulluğun, sayısal analizlerin hakimiyeti altına girmesi ile bir söylem haline getirilmesi ve bu yoksulluk söylemi ile amaçlananlar açıklanmaya çalışılacaktır.
Đkinci bölümde küreselleşmenin yarattığı yoksulluk ve yoksulluğu çözümüne ilişkin uyguladıkları politikalar açıklanacaktır. Küreselleşmenin yarattığı yoksulluk, kapitalizmin ve neo-liberalizmin yarattığı merkez-çevre karşıtlığından etkilenmektedir. Neo-liberalizm ile yoksulluk ilişkisinin sonuçları da, sermayenin güçlendirilmesi ve devleti yanına alması ile, yoksulluğun derinleşmesine neden olduğu belirtilecektir. Yine bu bölümde uluslararası kuruluşlardan olan Dünya Bankası, IMF ve Birleşmiş Milletler’in yoksulluğu çözüm için geliştirdiği politikalar ve bu politikaların etkileri anlatılmaya çalışılacaktır.
Dünya Bankası’nın bu bölümde açıklamalara hakim olmasının nedeni yoksulluğun çözümüne görevi nedeniyle daha fazla eğilmesidir. Ancak onu da diğer kuruluşlardan ayrı düşünmek yanlış olabilir çünkü Dünya Bankası da küresel bir ajandır. Bu bölümün sonunda küreselleşme politikalarına bir alternatif üretmeye çalışan Dünya Sosyal Forumu’nun ve A TT AC’ın kuruluş amacı, ilkeleri ve yoksulluğun çözümüne ilişkin görüşleri açıklanmaya çalışılacaktır.
Üçüncü ve son bölümde ise Türkiye’nin küreselleşmeye eklemlenmesi ve Türkiye’de yoksulluğun boyutları incelenecektir. Türkiye’de yoksulluğun açıklanması 1980’lerden başlanarak verilecektir. Bundaki amaç Türkiye’nin neo- liberal politikaların uygulanmaya başladığı ve dışa yönelik sermaye birikim sürecine girmesi ile küreselleşmeye eklemlenmesinin bir sonucu olması ve 1980 yılının da bir dönüm noktası olmasıdır. Đlk olarak 1980 yılından başlayarak yaşanan tarihi iktisadi olaylar ve sonuçları günümüze kadar açıklanacaktır. Türkiye’de 1980’lerden başlayarak iktisadi, siyasi ve sosyal yapılar dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşüm sürecinde yoksulluğun nasıl etkilendiği çalışmada açıklanacaktır. Türkiye’de yoksulluğun boyutları da birtakım tablolarla verilecektir. Türkiye’de yoksulluğun iktisadi sonuçları ve son olarak Türkiye’de yoksulluğun çözümü için uygulanan hukuki düzenlemeler açıklanacaktır.
KÜRESELLEŞME VE YOKSULLUK
1.1. KÜRESELLEŞME
1.1.1. Küreselleşme Kuramı
Küreselleşme 20. yy.’ın son çeyreğinden beri sosyal bilimler alanında en çok konu edilen ve en çok tartışılan kavramlardan biridir. Bu nedenle herkesçe bilinen ve kabul edilen tek bir tanımını yapmak mümkün olmamaktadır.
Genele indirgenebilecek tanım şu şekilde olabilir: Küreselleşme ulusal sınırların ortadan kalktığı, birtakım ekonomik, sosyal ve insani değerlerin dünyanın her yerine dağıldığı; homojenleşmenin, görsel iletişim ve ulaştırmanın yaygınlaşması ile dünyanın her yerinde görülmesidir.
Küreselleşmenin tanımı yapılırken bunun durgun bir yapı olmadığı, kendi iç dinamikleri ile yaşayan bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Tabii ki sosyal bilimlerin farklı dalları bu süreci kendi açısından yorumlamakta ve çalışmalarını yürütmektedir.
Bizim çalışma alanımıza giren ekonomik küreselleşme daha çok ticaretin dünya çapında yaygınlaşması olarak üst tanımda yer almaktadır. Ancak ticaretin yaygınlaşması nasıl olmaktadır? Sermayenin hareketliliği ile portföy yatırımlarının artması ve gittikçe serbestleşmesi, doğrudan yatırımların (çokuluslu şirketler ve onların ülke içindeki ortakları yoluyla) artması, teknolojinin gelişmesi ile üretimin şartların uygun olduğu her yerde yapılması, yani piyasanın dünya ölçeğine yerleşmesi ve tek pazar haline gelmesi ile olmaktadır (Bingöl, 2003:60).
BM Küresel Yönetim Komisyonu, küreselleşmeyi çok uluslu şirketlerin güçlenmesi, birleşmelerinde ve iletişimlerinde yeni bir boyuta ulaşmaları ve OECD’ye üye ülkelerdeki “serbestleşme” girişimleri ile tanımlamaktadır. Bu tanıma ek olarak; üretimin mekansal anlamda yaygınlaşması, finansal piyasaların entegrasyonu, benzer tüketim ürünlerinin ve ticaretin tek tipliliği de verilmektedir (Aydemir, Kaya, 2007: 265).
Küreselleşmenin kendi kavramını sağlam bir zemine oturtamadığı halde kendi içinden yeni kavramlar çıkarması, bir diğer önemli noktadır. Bu kavramların en bilinenleri; homojenleşme, bütünleşme, yerellik, farklılıktır. Tüm bu kavram içinde kavram oluşumu, küreselleşmenin süreç olmaktan çıkmak istemesine bağlanabilir. Küreselleşme özünde, kapitalizmin birikim ile dünya genelinde belirleyiciliğinin artmasının bir sonucudur. Yukarıdaki kavramlar da, yaşadığımız dünyanın bir anda en yukarıdan en aşağıya değiştiği bir algılamaya neden olmaktadır.
Gerçekte bu kavramlar tanımlandığı şekliyle bir gerçekliğe tekabül etseydi, dünyada yaşayan herkes bir “yabancı” olurdu. Yerellik kavramının küresel süreçte yer alması da, bu sürecin bir başka görünüme sahip olduğunu göstermektedir. Yerel olanın küreselleşme sürecinde kendine avantajlar yakalaması, mekansal düzlemde sosyal ilişkilerle birlikte metalaşma sürecine girdiklerini göstermektedir. Bu aşamada tüm üretilen bu kavramlar – farklılık ve parçalanma ile bütünleşme ve homojenleştirme eğilimleri – eşzamanlı çalışmaktadır. (Ercan, 2006b: 21-37).
Küreselleşme diğer bir tanıma göre; öncelikle özel sektör merkezli bütünleşme mantıklarının ürünüdür. Bunlar, hem özel hukuk alanının aktörleri tarafından hayata geçirildikleri; hem de bu aktörlerin tabi oldukları devletlerin çıkarlarıyla her zaman kesişmezler. Bu aktörler merkantilist dönemde devletler ve tüccarlar arasında kurulan ittifakları bozdukları gibi, Keynesyen dönemdeki ulusal anlaşmaları da bozmuşlardır. Sismondi’ye göre bunun amacı, ticarete getirilecek bütün engellerin ortadan kalktığı, tamamıyla arz ve talep kanununa tabi olmuş tek bir evrensel pazar yaratmaktır (Adda, 2007: 70).
Küreselleşme, çok uluslu şirketlerin (çokuluslu şirket tanımı da gözden geçirilmelidir çünkü bu şirketlerin çoğu yurtdışında faaliyetlerini sürdüren ulusal şirketlerdir) rekabet ve pazar arayışları ile finansal liberalizasyonunun artması, dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşayan bireyin ekonomik yaşamını – buna bağlı olarak sosyal durumunu da – etkilemektedir. Bu da kapitalizmin metalaştırma ve güç kaynakları ile bireyi, kendine bağlamasına yol açar.
İzzettin Önder’in küreselleşme ile ilgili şu görüşü bunu daha iyi açıklamaktadır: Küreselleşme kavramı, yeryüzü medeniyetleri ve ekonomilerinin, kendi niteliklerini ve öz çıkarlarını koruyacak biçimde, bireysel ve toplumsal refahları yükseltmek amacı ile bir araya geldikleri, görüntüsü ve imajını yaratıyor olmakla beraber, küreselleşme olgusu ile yaşanan fiili bir durum değildir, gerçekte yaşanan, hakim merkez sermayenin sıkışan kar hadlerini yükseltebilmek için, kendisine yeni üretim ve tüketim merkezleri oluşturabilmek amacıyla yeryüzünü kaplaması hadisesidir.” (Önder, 2001: 61).
Günümüzde küreselleşme, bir olgu olarak “iyi” şekilde tanımlanmaktadır. (Burada “iyi” olarak tanımlanan olgudur, çünkü “süreç” olan küreselleşmeyi anlamamız bu sürecin dışında olmamızı gerektirir, bu da süreci yaşayan bireyler için mümkün değildir.) Oysa ki bu tanım günümüzde hâlâ kastedilen “karşılaştırmalı üstünlük” kavramına dayalı olarak genişleyen uluslararası mal ve hizmet ticaretinin “iyi”liğidir. Kavramın sahibi Ricardo’ya göre, uluslar doğal avantaja sahip oldukları mallarda uzmanlaşarak üretim yapacaklar, uzmanlaşamadıkları malları da diğer uluslardan alacaklardır.
Sonuçta hem satıcının hem alıcının çıkarına olan bu durum; taraflar arasındaki ticaret, birinin diğerine borçlanarak bağımlı olmayacak şekilde düzenlenmeli ve yatırım sermayesi sabitlenerek, ücretlerin yüksek olduğu yerden düşük olan yere gidişine izin verilmemesi ile gerçekleşmelidir. Küreselleşmenin bu “iyi” tarafı farklılaştırılarak da olsa günümüzde sürdürülmektedir. Öte yandan son yıllardaki teknolojik gelişmeler (bilgisayarlar, fiber-optik kablolar, uydu iletişim teknolojileri) mal ve hizmet üretiminin hem üretim, satış ve diğer dağıtım yöntemlerini hem de dünya ölçeğinde yatırım modellerini değiştirmiştir. Maliyetler aşağıya çekilirken (mal ve hizmet ürünlerinin üzerinde) dışsallıklar da buna nazaran artmıştır.
Ricardo’nun teorisi her iki durumda da çökmüş; kapitalizmin birikim mantığı güçsüz ülkeleri kendine bağlayacak hegemonik bir yapıya ulaşmış ve ucuz üretim, işgücü nerede ise orada üretim mantığı var olan dışsallıkları da arttırmıştır.
Ekonomik krizler, yoksulluk artışı, çevre kirliliği, hastalıklar… Bu durum da küreselleşmenin “kötü” tarafıdır. Son olarak küreselleşme tanımında yer alan “finans kavramına” baktığımızda, yaklaşık olarak son 20 yıldır dünya ekonomisinin ve diğer bütün ulusal birimlerin en üstünde yer alan, önceki durumuna göre finansal yapının bağımsızlaştığını görmekteyiz. Buna “finans üstyapısı” da diyebiliriz.
Bu yapı bazıları denetlenebilen ve kurallara sahip, bazıları ise denetlenemeyen enformel pazarlardan oluşan bir ağ örgüsü ile birbirine bağlı bankalardan (merkezi, bölgesel, yerel) ve çok çeşitli araçlar ve hizmetlerle oluşan yatırım danışmanlarından ibaret bir yapıdır. Oldukça büyük olan bu yapının 1970’lerdeki durgunluğun dönüşüyle eşzamanlıdır. Bu yapı artık reel üretimi de etkisi altına alarak, şirketlerin üzerinde bir güç elde etmiştir. Çok uluslu şirketler de bu yapıyı destekleyerek, güç kazanmalarına olanak sağlamıştır (Sweezy, 2004: 10-11).
Küreselleşmenin Tarihçesi
Küreselleşme bir süreç olduğundan, onu belli bir zaman dilimine temellemek güçtür*. Nerede ve ne zaman başladığı sorusuna kesin bir cevap olmamakla birlikte ekonomik anlamda küreselleşme Avrupa’da doğmuştur. Adam Smith’e göre piyasa a priori doğal bir veri ya evrensel bir sabit olsaydı, piyasaya bağlı alışverişin küreselleşmesi Uzakdoğu’da veya dünyanın başka bir köşesinde de gerçekleşebilir ya da daha iyi bir şekilde ortaya çıkabilirdi (Adda, 2007: 13).
Küreselleşmenin ortaya çıkışını Avrupa’ya bağlamak, Avrupa’nın 15. yy.’ daki siyasi durumunun, yapılan coğrafi keşifler ve bunların sonuçlarının doğrudan ekonomiyle ilişkili olmasıdır. Ancak daha önceki yüzyıllarda da ticaretten kopuk yaşayan bir Avrupa yoktur. Daha çok feodal yapılı site devletlerinin Ön Asya ve Kuzey Afrika ile ticaret ilişkileri vardır. Aradaki fark; coğrafi keşiflere kadar “ihtiyaç” üzerine yapılan ticaret, keşifler sonucunda yeni kıtaların ele geçirilmesi ile Kimi yazarlar, küreselleşme evresini ikiye ayırmaktadır: Kapitalizmin sıçrama yaptığı 1870’li yıllardan başlayarak, 1.Dünya Savaşı’na kadar olan dönem ve savaşın başlaması ile günümüze kadar geçen dönemdir.
1450-1650 yılları arasında Avrupa dünya ekonomisine yeni üretim teknikleri vermemiştir. Bu dönemde sanayi üretimi; insan gücü, hayvan gücü, rüzgar, su ve ağaçtan ibarettir. Tekstil başlıca sanayi koludur. Öte yandan ciro uygulamasına olanak veren senetlerin yaygınlaşması, finansal tekniklerin gelişmesi, şirketlerin şubelerinin açılması, deniz ticaretinde denizcilik sigortasının gelişmesi mali yoğunlaşmayı çok büyütmüştür. Bu dönemde sömürgelerin gittikçe artması, daha o yüzyılda merkez-çevre karşıtlığının ilk belirtileri olarak ortaya çıkar.
Sömürgelerde esirlik düzeni üzerine kurulu ekonomik sistem, Doğu Avrupa’da Ortaçağ’daki gibi vahşi serflik düzeni içindedir. Öte yandan merkezde ise ekonomik zenginlik vardır. Çevre de ise siyasi özgürlük vardır, fakat ekonomik yapı arkaiktir. Bu ikili yapı, yüzyıllar boyu sürecek ve uluslararası ilişkileri derinden etkileyecek farklılaşmaları, karşıtlığı ortaya çıkarmıştır (Adda, 2007: 27-33).
Coğrafi keşifler ile başlayan bu dönemi küreselleşmenin birinci evresi olarak ele alabiliriz. Bu evrede genel anlamda pre-kapitalizm aşaması yaşanırken; küreselleşmenin diğer evreleri olan ikinci ve üçüncü evrede ise kapitalizm dünya ekonomisine iyice yerleşmiştir.
Küreselleşmenin ikinci evresi, ilk sanayi devrimi ile 1. Dünya savaşının başladığı tarih arasındadır. Sanayi devriminin 18. yy.’ın başında Đngiltere’de ortaya çıktığı söylenebilir. Đlk sanayi devrimi, buhar makinesinin icadı ve bu makinenin ulaşım sektöründe (demiryolları ve deniz yolları) yol açtığı ilerlemeler ile dünya ekonomisinde yeni bir boyut açmıştır (Bingöl, 2003:64). Yeni dünyaya büyük göçler, Avrupa’nın fazla nüfusunu ihraç etmeyi istemesinden kaynaklanmıştır.
1815 ile 1915 arasında 46 milyon kişi (bunun 38 milyonu 1865’ten sonra olmak üzere) Avrupa’yı terk etmiştir. Ancak tek ihraç edilen nüfus değildir. Sermaye çıkışı da dikkat çekici boyutlardadır. Ödemeler dengesi verilerine göre minimumdan hesaplanan doğrudan ve portföy yatırımları için brüt sermaye çıkışı 1840’ta 2 milyar dolara yakın, 1870’te 9 milyar dolar, 1900’de 28 milyar dolar ve 1913’te 44 milyardır. Göç ve sermaye çıkışı arasındaki bu bağ, göç akımının büyüklüğü sonucunda ortaya çıkan eksik istihdam gelirlerdeki artan yoğunlaşmanın ürünüdür.
Ayrıca verimlilik artışındaki hızlanma, dağıtılan gelir hacmine paralel bir ilerlemeye imkan sağlamamış, ama kâr artışına ve sermayenin merkezileşmesine yol açmıştır. Bu dönemde büyük, sınaî ve finansal gruplar ortaya çıkmıştır. (ABD’de tröstler, Almanya’da konzern, Japonya’da zaibatsu). Bu gruplar çok hızlı bir şekilde uluslararası boyuta ulaşmıştır (Adda, 2007: 64-65).
Küreselleşmenin bu ikinci evresinde ilerleme, 1870’ten başlayarak yeni çelik alaşımlı daha hafif ve daha hızlı büyük tonajlı gemilerin yapılmasını sağlamıştır. Böylece insanların, malların ve uluslararası ticaretin hareketliliği artmıştır. Bu dönüşüm içinde rekabet artışı geniş denizaşırı toprakların, sonra da buradaki hammaddelerin kontrolünü sağlamış ve yeni pazarlar açmıştır. Ayrıca elektrik enerjisi de bu dönemin sonlarına doğru buhar gücüne karşı başarı sağlamıştır.
Telgraf ve tren yollarının yaygınlaşması yolculuk süresini azaltmış ve hızlı bilgi iletişimine olanak sağlamıştır. Endüstriyel işler için yeni organizasyon teknikleri büyük ölçülerde üretime katkı sağlamıştır. Tüm bu dönüşümler birikimin ihtiyaçlarını harekete geçirmiş, coğrafi genişlemeye ve ulusal ve uluslararası sermayenin derinleşmesine izin vermiştir. Ancak merkezdeki yapılan sermaye yatırımı, deniz aşırı topraklardaki altyapıyı çarpıtmıştır (Vilas ve Perez, 2002:71-73).
Küreselleşmenin üçüncü evresi ise 1. Dünya Savaşı’ndan başlayarak günümüze kadar geçen süreyi içerir. Bu evrede kapitalizm kendini yeniden tanımlamıştır. Kitlesel üretim bantları şeklinde işleyen fabrikalar ve bununla birlikte yaratılan talep artışı, 1930’da her ne kadar kesintiye uğrasa da, 2. Dünya Savaşı’nın bitimi ile başlayan altyapıların yeniden inşa edilmesi, üretimin kendine yeni pazarlar yaratması (çok uluslu şirketler sayesinde) ve mali yapıları düzenleyen uluslar üstü kuruluşların hakimiyetidir.
Kapitalizm kendini yeniden düzenlerken geldiği aşama, tekelci kapitalizm olmuştur. (Son yıllarda “vahşi kapitalizm” tanımı ile yeni bir boyut kazanmıştır). Buna Fordizm, Taylorizm gibi adlar verilmektedir.
Fordizm kavramı ilk kez Gramsci tarafından kullanılmıştır (Gramsci, 1997:277-280). Ancak Gramsci’deki kavram, dar bir anlamda yer alır: İlk kez ABD’de Ford otomobil fabrikalarında uygulanmaya başlanan, üretim aşamasında bilimsel yönetim tekniklerinin uygulanması ve montaj hatları oluşturularak yapılan seri üretimdir. Fordizm’in özelliklerine baktığımızda ise şunları görürüz: Standartlaştırılmış parçalar ve bunların üretimi için makinelerin hatlar üzerinde birleştirilmesi, büyük ölçeklerde kitlesel üretim, uzun ömürlü mallar, büyük fabrikalarda yüksek ücretle istihdam, yönetim organizasyonunun hiyerarşik yapıda düzenlenmesi, Keynesyen politikalarla oluşan bir devlet yönetimi ve büyük kitlesel üretime bağlı kitlesel tüketimin işlemesidir (Şahin, 2000:210-213).
2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde toplanan Bretton Woods Konferansı’nın amacı küresel ekonomiyi yeniden şekillendirmek, mali krizleri önlemek için istikrarlı bir uluslararası para sistemi oluşturmaktı. Bu konferanstan çıkan en önemli sonuçlar: ABD’nin dünyanın yeni ekonomik (buna bağlı olarak siyasi ve askeri güç) gücü olduğunun kabulü ve uluslarüstü 3 kuruluşun doğuşudur (Elwood, 2002:27). Bu kuruluşlar IMF (Uluslararası Para Fonu), Dünya Bankası (Uluslararası Đmar ve Kalkınma Bankası) ve GATT’tır (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması). Ancak daha sonra GATT yerine 1994 yılında DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) kurulmuştur.
IMF’nin görevi, savaş yıkımı ve ekonomik bunalım içinde olan dünyaya ekonomik istikrar kazandırmaktı. Bu görevin en önemli parçaları; sabit döviz kuru sistemlerini denetlemek, dövizlerin konvertibilitesini geliştirmek ve kendisine başvuran ülkelere kredi sağlamaktı. Dünya Bankası’nın görevi, savaş sonrası yıkılan ekonomilerin yeniden inşasına önayak olmaktı. Đlk başlarda altyapı yatırımlarına kredi sağlayan banka, piyasaların gelişmesi için de katkıda bulunmuştur. Avrupa kendi ekonomilerini toparlamaya başlayınca, Dünya Bankası bu sefer yönünü gelişmekte olan ülkelere kaydırdı. GATT’ın görevi ise, ulusal ticaret sınırlamalarını azaltmak ve savaş öncesinde küresel ekonomiyi kösteklemiş olan rekabetçi ticaret politikalarına son vermekti (Ellwood, 2002:27-35).
Bretton Woods sistemi, 1973’teki birinci petrol şokuyla bitmiştir. Bu sistemin yaşandığı süreçte sosyal devlet; sanayi devrimlerinin, makineleşmenin yaygınlaşmasının ve emeğin, toprağın ve paranın piyasa mekanizmasına boyun eğmesinin yol açtığı sarsıntılara çözüm aramıştır (Adda, 2007: 119).
Küreselleşmenin üçüncü evresinin yaşandığı dönem, 1970’lerden sonra finansal üst yapının üretim ve ticaret üzerindeki hakimiyeti ile geçilmiştir. Finansal liberalizasyon, serbest döviz kurları ve portföy yatırımlarının serbest hareketleri ile küreselleşme tüm dünya ölçeğine yayılmıştır. Bilgi kavramının şekil değiştirerek, ekonomik aktörlerin en önemli kaynağı olması da bu dönemin bir ürünüdür.
Ayrıca çok uluslu şirketlerin ucuz işgücü ve hammadde buldukları azgelişmiş ülkelerde faaliyetlerini arttırmaları da bu dönemdedir. Gelişmiş ülkelerde üstün nitelikli emek ve AR-GE çalışmaları üretimini safhasını oluşturmaktadır. Merkez-çevre karşıtlılığının iyice belirginleştiği bu dönemde, sarsıcı ekonomik krizler, döviz kurlarındaki büyük dalgalanmalar ve ekonomilerde görülen durgunluklar bu dönemin olumsuz yanlarıdır.
YOKSULLUK
Yoksulluk Kavramı
Sosyal bilimlerde yoksulluk kavramını ikili bir ayrım üzerinde düşünürsek; ilk olarak yoksulluk yaşanan bir durumu veya süreci ifade eder. Đkinci olarak ise hegemonik bir söylemle, toplumdaki farklı söylemler ile o toplumda yaşayan kesimler üzerinde baskı aracı olan, yoksulluğu yaşayan kesimleri teknik bir dille belirli ölçülerde hapseden bir kavramdır (Akyüz, 2006:198).
Yoksulluk kavramının etimolojik kökenine bakarsak, -ki bu bakış Türkçe yoksulluk yazınının çok gelişmemesi nedeniyle yabancı diller kaynaklı olacaktır – Đngilizce’de “poverty” ile yakın bir anlam ifade eden “pauper” yaşam araçlarından ya da mülkiyetten yoksun olan kimse anlamına gelmektedir. Latince kökenli bir kelime olan pauper yoksul anlamına gelmektedir. “Pau” Latince’de çok az, cuzi anlamına gelen “paucus”, “per” eki ise “parere” üretmek, elde etmek kelimesinden türetilmiştir. Dolayısıyla “poverty” (yoksul) kelimesi etimolojik kökeni itibariyle; az üreten, az elde eden anlamındadır (Akyüz, 2006:199).
Yoksulluğun üzerinde ortak bir tanım oluşturulamamıştır. Tanımlar zaman içinde toplumların yoksulluğa farklı bakış açıları geliştirmeleri ve değer sistemlerini farklı oluşturmaları nedeniyle değişiklik göstermiştir. Bu farklı yaklaşımlar yoksulluğa ilişkin birçok tanımın ve buna bağlı olarak da ölçüm yöntemlerinin oluşmasına neden olmuştur. Yoksulluk araştırmalarının yakın zamana kadar iktisat ağırlıklı yapılması, yoksulluğu ekonomik olarak ön plana oturtmuştur.
Yoksulluk tanım ve ölçümünde hakim yaklaşım, kökenleri 19. yy.’ın sonlarında Đngiltere’de yapılan çalışmalara dayanan mutlak yoksulluk sınırı yaklaşımıdır. Bu hakim yaklaşıma göre yoksulluk; insanların ihtiyaçları için yeterli kaynağa sahip olamama, mutlak asgari refah düzeyinin altında kalma durumu ve yaşayabilmek için gerekli mal ve hizmetleri alamaması gibi benzer tanımlar olarak açıklanır (Şenses, 2006:61- 63).
Yoksulluk günümüzde azgelişmiş ülkelerde yoğun bir şekilde görülmekle birlikte, gelişmiş ülkelerde de görülmektedir. Ancak yukarıda da değinildiği gibi farklı yoksulluk tanımlamaları burada da ortaya çıkar. Gelişmiş ülkelerde sosyal devlet ve refah devleti uygulamalarındaki aksaklıklar ya da yetersizlikler ve gelişmiş ülkelerin içsel dinamikleri yoksulluğa yol açar.
Azgelişmiş ülkelerde ise yoksulluk kavramı, ülkenin ekonomik anlamda yetersiz oluşu, kendi iç dinamikleri ile birlikte dış dinamiklere de bağlı oluşu ile daha geniş ele alınır. Doğal kaynakların yetersizliği, sermaye azlığı, insan gücünün eksikliği, toplumsal şartların zorluğu, ekonomik krizler, savaşlar, kuraklık ve açlık gibi faktörler azgelişmiş ülkelerde yoksulluk yaratıcı başta gelen faktörlerdir.
Gelişmiş ülkelerde düzgün işleyen refah devleti uygulamaları sayesinde yoksul kesime sağlanan gelir desteği ve sosyal devlet olgusunun bireylere sağladığı imkanlar (eğitim, sağlık, işsizlik sigortası v.b.) yoksulluğu azaltmıştır. Gelir düzeyine bağlı olarak açıklanan yoksulluk, ekonomi ile uğraşan akademisyenlerin “kişisel gelir dağılımı” denilen gelir bölüşümü kavramı üzerine inşa edilir. Yani, bir ülkede uygulanan anketin ya da gelire dayalı araştırmaların sonucunda bireylerin sıralanmasıdır.
Ancak bu sıralamada belirli oranlar içinde kalan bireylerin homojen bir yapıda olduğu varsayılır. Oysa daha çok azgelişmiş ülkelerde görebileceğimiz gibi en alt dilimde; toprağı az köylü, tarım işçisi, işsizler, kayıt dışı çalışanlar, asgari ücretliler hatta geliri olmadığı için iflas etmiş patronlar bile yer alabilir (Boratav, 2006a:42). Görüldüğü gibi yoksulluğa gelir temelli yaklaşım da, tam anlamıyla kabul edilebilecek bir kavram oluşturamamıştır.
Tüketim baz alınarak oluşturulan yoksulluk “yeterli” miktarda temel gıda maddesinden oluşan gıda sepetinin maliyeti veya asgari düzeyde kalori alımını içeren bir ölçüdür. Bu ölçüden hareketle yoksulluğun tanımı şu şekilde yapılır: Yaşamda kalabilmek için gerekli en düşük maliyetli gıda harcamalarının parasal değeri bir yoksulluk çizgisi oluşturmakta ve bu gelir düzeyine ulaşamayanlar yoksuldur.
Bu tanımda her ne kadar bireylerin kendi değerlendirmelerine yönelik tüketim harcamaları esas alınsa da, uzmanların üzerinde görüş birliğine vardıkları tüketim sepetleri oluşturulduğu için nesnel bir yoksulluk tanımı ve çizgisi oluşturulmaktadır (Şenses, 2006:63). Tüketim baz alınarak yapılan yoksulluk tanımı, açlıkla boğuşan ve temel gıda ihtiyacına yoksunluğun yoğun bir şekilde hissedildiği ülkelerde doğru sonuçlar vermesi ve çözüm için yol gösterici olması bakımından önem arz eder. Ancak bu ülkelerin dışında tüketime bağlı yoksulluk tanımı tek başına çok anlam ifade edemez.
Gelir ve tüketim harcamaları birlikte kullanıldığında, yoksulluğa ilişkin ve yoksulluğun derecelendirilmesi için önemli noktalara ulaşılabilmektedir. Örneğin; Dünya Bankası tüketim harcamaları gelirlerinden fazla olanları muhtaç, harcamaları gelirlerinden az olanları durumlarını iyileştirenler, harcamaları gelirin üstüne çıkıp altına inenleri ise istikrarsız ya da riskli olarak sınıflandırmaktadır (Şenses, 2006:65).
Yaşanılan yoksulluk tek başına gelir azlığı, temel mal ve hizmetlerden yoksunluk değildir. Modernitenin yarattığı kentlerin varoş bölgelerinde ya da mahallelerinde yaşama; sağlıksız çevre koşullarına maruz kalma; eğitim, sağlık, adalet gibi toplumsal gereksinimlerden az yararlanma; güvenlik yetersizliği, şiddete açık olma gibi daha geniş ele alınmalıdır (Tekeli, 2000:145).
Yoksulluk yorumunun tarihçesine bakarsak liberalizm kuramının ortaya çıkması ile birlikte liberal iktisatçılar tarafından ilk olarak ele alındığını görürüz. Sanayi devrimi başlamadığından dolayı kitlesel yoksulluğun görülmediği 17. yy.’da yoksulluk kavramı, daha çok özel mülkiyet savunulurken, yoksullara olan yardımın ortadan kaldırılmaması şeklindeydi. Geleneksel liberaller kişisel refahın yanında toplumsal refahın da önemini vurgulamışlardır. Ancak kapitalizmin gelişmesi ve sanayi devrimi ile birlikte kitlesel yoksulluğun artması; geleneksel liberaller için de konunun tartışılmasını arttırmıştır.
A. Smith, ülke zenginleşirken yoksulluğun artışını paradoks olarak görmüştür. Smith, kusur olarak gördüğü bu durum için ekonomik sistemin başarısından söz edebilmek için en yoksul yurttaşların durumlarının ne ölçüde değiştiğini temel kıstas olarak ele almıştır. Muhafazakar düşünürler Burkhe, Bentham ve Malthus bu yaklaşımı reddederken; sosyalist düşünürler 19. yy. kapitalizmini eleştirirken Smith’in bu yaklaşımından esinlendiler. 1844 Elyazmaları’nda Marx, A. Smith’in “fertlerinin çoğunun yoksul ve perişan olduğu hiçbir toplumun refah içinde ve mutlu olması söz konusu olamaz” sözlerine yer vermişti.
A. Marshall’da yoksulluk konusundaki çalışmalarını, radikal bir yaklaşımla 1873 yılındaki bir makalesinde şöyle belirtiyordu: “Başkalarının lüks içinde yaşamaları için bazılarının çalışıp çabalaması doğanın bir emri değildir.” 19. yy.’ın sonlarına doğru başta Đngiltere ağırlıklı olmak üzere yoksulluk konusu sadece ekonomik düzlemde tartışılan bir kavram olmaktan çıkmış; siyasetin, yardım kuruluşlarının, kilisenin ve sendikaların da içine dahil olduğu sosyo-ekonomik düzleme kaymıştır.
1930’larda patlak veren Büyük Dünya Bunalımı ile birlikte kitlesel işsizliğin de etkisiyle, yoksulluk konusuna olan ilgi başta ABD olmak üzere birçok sanayileşmiş ülkede yeniden artmıştır. Bu ilgi Refah Devleti’ni hazırlayan temel taşlardan biri olmuştur (Şenses, 2006:32-35).
Đkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan Bretton Woods sistemi ile Dünya Bankası ve IMF yoksulluk kavramını ele almıştır. Ancak bu iki kuruluş amaçları ve yapıları nedeniyle yoksulluğu ele alırken zaman zaman farklı çizgiler izlemiş, bazen de politika değişikliğine giderek bir önceki politikalarını inkar etmişlerdir. Yani yoksulluğa olan ilgi sistemin işleyişi için artmış ya da azalmıştır. Küreselleşmenin işlemesini bozan yoksulluk, sorun olduğu ölçüde ele alınmıştır.
Yoksulluğun Türleri
Genel eğilim olarak yoksulluğun iki türe ayrıldığı kabul edilmektedir: Bunlar mutlak yoksulluk ve göreli yoksulluktur. Bu iki yoksulluk türünde belirli farklar göze çarpar. En temel fark; mutlak yoksullukta, yoksulluk çizgisi bireylerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için minimum tüketim ihtiyaçlarının belirlenmesiyle hesaplanırken, göreli yoksullukta ortanca (medyan) gelirin yarısı hesaba katılır. Diğer bir fark ise göreli yoksulluğun daha çok gelir dağılımı üzerine odaklanmasıdır. Mutlak yoksulluk ise daha spesifik değerleri hesaba kattığı için uluslararası alanda karşılaştırma yapmaya olanak sağlar (Akyüz, 2006:203).
Bu iki yoksulluk türü dışında son yıllarda ortaya çıkan ve daha çok ekonomik ve sosyal şartların değişmesi ile literatüre dahil edilen yoksulluk türleri de vardır. Bunlar; kentsel yoksulluk, kırsal yoksulluk, yeni yoksulluk ve kültürel yoksulluktur. Özellikle yeni yoksulluk göç hareketlerinin yoğunlaşması nedeniyle son yıllarda ön plana çıkmıştır.
Mutlak Yoksulluk
Mutlak yoksulluk minimum düzeyde yaşamı sürdürebilme standartına dayanır ve bu standart; asgari tüketim, refah ve gıda gereksinimlerine bağlı olarak tanımlanır. Minimum tüketim seviyesi ya da düzeyi kavramına baktığımızda; beslenme (gıda), barınma, temel sosyal hizmetler, giyim gibi ihtiyaçları görürüz (Akyüz, 2006:203).
Gıda harcamaları üzerine odaklanan mutlak yoksulluk yaklaşımında “dar” anlamda mutlak yoksulluktan bahsedebiliriz. Gıda dışı harcamaları dahil ettiğimizde ise “geniş” anlamda mutlak yoksulluktan söz edebiliriz (Şenses, 2006:64).
Mutlak yoksulluk tanımına giren temel ihtiyaçlar; bireyin biyolojik olarak kendi yaşamını devam ettirebilmesi için gerekli kaloriyi ve diğer besin bileşenlerini sağlamasıdır. Bunu sağlayamayan birey mutlak yoksulluk çizgisindedir. Bu tanıma göre bireyin biyolojik ihtiyaçlarının esas alınması, tanıma mutlaklık niteliği kazandırır (Tekeli, 2000:142).
1970’li yıllardan itibaren Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Dünya Bankası’nın yoksulluk üzerine yaptıkları çalışmalarda; gıda, sağlık, eğitim, barınma gibi ihtiyaçların karşılanması esasına göre tanımlanan “temel ihtiyaçlar” yaklaşımı, mutlak yoksulluk yaklaşımı olarak tanımlanabilir (Şenses, 2006:64).
ILO tarafından benimsenenen temel ihtiyaçlar (Tekeli, 2000:143);
-Bir ailenin (beslenme, barınma, giyim vb.) özel tüketimi için gerekli minimumlar,
-Đçinde yaşanan topluluk için topluluk tarafından sağlanan toplu tüketim konusu olan gerekli hizmetler (güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, kamu ulaşımı, sağlık ve eğitim vb),
-Kendilerini etkileyen kararların alınmasına katılma,
-Mutlak düzeydeki temel ihtiyaçların, temel insan haklarının daha geniş bir çerçevesi içinde karşılanması,
-Đstihdama temel ihtiyaç stratejisinin hem amaç hem de araç olarak yaklaşılması, olarak belirlenmiştir. Daha sonra bu ihtiyaçlar DB tarafından da benimsenmiştir.
Dünya Bankası, 1990 yılında yayınlamış olduğu raporda bireyin yaşamını sürdürebilmesi için minimum gerekli olan kalori miktarını 2400 k/cal olarak belirleyerek (tıbben; normal bir erişkinin alması gereken kalori miktarı 2800-3000 iken, ağır işlerde çalışanlar için 3200-3800’dür) günlük geliri 2400 k/cal besini almaya yetmeyen bireyleri mutlak yoksul olarak tanımlamıştır.
Ayrıca uluslararası alanda farklı satın alma pariteleri nedeniyle farklı mutlak yoksulluk çizgileri belirlemiştir. Buna göre azgelişmiş ülkeler için mutlak yoksulluk günde 1 dolar olarak kabul edilmiş, Latin Amerika ve Karayipler için 2 dolar, Doğu Avrupa ülkeleri için (Türkiye’nin de dahil olduğu) 4 dolar ve gelişmiş sanayi ülkeleri içinse 14.40 dolar olarak belirlenmiştir (Akyüz, 2006:204).
Gıda Harcamasına Göre Yoksulluk
Gıda harcamasına göre yoksullukta iki önemli özellik öne çıkar. Đlki, bireysel olarak alınması gereken gıda miktarı için bir gelir miktarı; ikincisi ise ülkeden ülkeye değişen ve bireyin yaşadığı toplumda günlük olarak o toplumda hayata katılma maliyetini yansıtan bir başka miktardır (WB,World Development Report, 1990: 26- 27).
Bireysel olarak alınması gereken miktarı hesaplamak için herhangi bir sorun yoktur, ancak ikinci şıkta belirtilen harcamaların miktarı çok esnektir. Bundan dolayı hesaplanmasında büyük güçlükler bulunmaktadır. Yoksulluk tanımında gelire bağlı olarak kabul edilebilir günlük asgari bir gıda ve diğer ihtiyaçlar bir sepet içinde ele alınmalıdır. Bu sepet gelir ile ilişkilendirilmeli ve bulunan seviye yoksulluk sınırı olarak kabul edilmelidir (Dumanlı, 1996:11).
Birçok ülkede yapılan çalışmalarda yoksulluğun derecesi genellikle tüketime dayalı, kalori esaslı yoksulluk çizgisi yardımıyla ölçülmektedir. Burada yoksulluk ile eşitsizlik (inequality) kavramlarını birbiri ile karıştırmamak gerekir. Đkisi aynı şey değildir. Yoksulluk, toplumun belli bir kesiminin mutlak yaşam standardı ile ilgili iken; eşitsizlik, toplumda yer alan çeşitli hayat standartları arasındaki nisbi farklılıklarla ilgilidir (WB,World Development Report, 1990:26).
Temel İhtiyaçların Maliyeti Yaklaşımı
Temel ihtiyaçların maliyeti yaklaşımı; farklı kesim ve bölgeler itibariyle normatif temel ihtiyaçları içeren mal sepetinin maliyeti olarak tanımlanmakta ve bu mal sepeti öngörülen kalori düzeyini almayı sağlayacak, yoksul nüfusun tüketim alışkanlıklarını temsil eden mal ve hizmetlerden oluşmaktadır (Akyüz, 2006:205). Bu yaklaşım bireyin sadece minimum gıda harcamasını değil onun yanında giyinme, barınma, ısınma gibi diğer temel ihtiyaçlarını da dikkate almaktadır (Balcı, 2007:102).
Temel ihtiyaçların maliyeti yaklaşımında iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, temel ihtiyaçların tercihler dikkate alınmadan bir demet halinde belirlenmesi; bir ihtiyaçlar listesi belirlenerek bunun dışında kalan temel ihtiyaçların ikame etkisinin sıfırlanmasıdır. Đkincisi, yoksulluktan kaçınmak için gerekli olan asgari normatif ihtiyaçları sosyalleştirmektir. Amaç; temel ihtiyaç maliyetini kanuni asgari ücrete oldukça yakın bir zemine çekmektir. Burada asgari ücret en düşük yaşanabilir hayat seviyesinde tek kişinin elde etmesi gereken gelir olarak dikkate alınmaktadır. Böylece temel ihtiyaçlar dizisi asgari ücretle ilişkilendirilmektedir.
Ancak bu yaklaşımda gözden kaçırılmaması gereken iki nokta vardır: Birinci nokta, bu yaklaşımda tüketici tercihlerine yer verilmemesidir. Đkinci nokta ise maliyetler dikkate alınırken tüketici bütçesi ile birlikte temel ihtiyaçlar listesinde yer alan mal kapsamında değişiklik yapılmasına imkan tanınmamasıdır. Tüketici (birey veya hanehalkı) belki de aynı bütçe ile farklı yapı ve özellikte mal ve hizmet satın alabilecek, daha fazla fayda temin edebileceği mal ve hizmet bileşenleri elde edebilecektir. Bu yaklaşım, karşılaştırılabilirliği korumak amacıyla buna imkan vermemektedir (Dumanlı, 1996:15).
Gıda Kalori Alımı Yaklaşımı
Gıda kalori alımı yaklaşımına göre yoksulluk, ekonominin farklı bölge ve kesimleri için bir dönem boyunca; önceden belirlenmiş gıda enerjisi ihtiyacına denk kalori değeri içeren gıda maddelerine yapılacak harcamalar tutarının hesaplanması yoluyla saptanmaktadır.(Ancak kalorisi aynı, fiyatı çok pahalı gıda maddeleri saptırıcı olabilir çünkü fiyatlar kaloriye göre belirlenmemektedir.) Bu yaklaşım dünyanın birçok yöresinde yoksulluğu bu yöntem ile hesaplamaktadır. Bireyin günlük kalori gereksinimini karşılayabilmek için gerekli tüketim harcaması miktarını veya bunu karşılayabilecek gelir seviyesini esas almaktadır (Akyüz, 2006:205-206).
Bu yaklaşımda, bireyin alması gereken günlük kalori ihtiyacına göre bir sınır belirlenmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Dünya Bankası raporunda bu sınır 2400 k/cal’dir. Bu sınır ülkelerin sosyo-ekonomik yapılarına göre değişiklik gösterebilir.
Gıda kalori alımı yaklaşımı önemli eksiklikleri de içermektedir. Bireyin alması gereken günlük kalori miktarı belirlenirken, bireyin yaşı, cinsiyeti, mesleği gibi faktörler ele alınmamaktadır (Karabulut, 2007:8). Ayrıca bu yaklaşım dengesiz beslenmeyi de gözardı etmektedir. Burada amaç dengeli beslenilip beslenilmediği olmayıp, alınan kalorinin yeterli ya da yetersiz olduğudur. Yaklaşım, tüketime bağlı yoksulluğu ölçmeyi amaçlamaktadır. Buraya dengeli ve yeterli beslenme kalıbı da dahil edilmelidir (Dumanlı, 1996:16).
Göreli Yoksulluk
Göreli yoksulluk, bir kişinin veya grubun yaşam düzeyini, kendisinden daha yüksek gelire sahip bir referans grubunun geliriyle karşılaştırılması sonucunda ortaya çıkan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. Göreli yoksulluk; daha yaygın olarak maddi kaynakların, toplumda adet haline gelmiş veya en azından özendirilen ve onaylanan normal etkinliklere katılımın ve konfora ve yaşam koşullarına sahip olmanın olanaksız veya son derece kısıtlı hale gelecek kadar yetersiz kalması olarak tanımlanmaktadır (Şenses, 2006:91).
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nın 2000 yılı raporunda göreli yoksulluk; gıda gereksinimleri dışındaki zorunlu gereksinimlerin (giyim, enerji, barınak gibi) karşılanması için gerekli olan gelirden yoksun olma durumu olarak tanımlanmıştır (UNDP Poverty Report 2000/2001: 20).
Bu tanımı ilk olarak Townsend∗ 1973 yılında yapmış olsa da, kökenleri Adam Smith’in bu doğrultuda yaptığı tanımlama ile temellenmektedir. Göreli yoksullar,
Peter Brereton Townsend, Đngiliz sosyologtur. Son görev yeri, profesör olarak, London School of Ecenomics’in Uluslararası Sosyal Politika kürsüsüdür. Çalışmaları yoksulluk, yoksullar ve toplumdaki engelliler üzerinedir.temel ihtiyaçlarını mutlak olarak karşılayabilen, ancak kişisel kaynaklarının yetersizliği yüzünden toplumun genel refah düzeyinin altında kalan ve topluma sosyal açıdan katılmaları engellenmiş olanları kapsamaktadır.
Mutlak yoksulluk kavramına göre bir toplumda hiç kimse yoksul olmayabilir, fakat göreli yoksulluğa göre yoksulluk bir eşitsizlik olgusu olarak ele alınacak ve bazı uygulamalara göre gelir dağılımıyla doğrudan ilişkilendirilecektir. (Örneğin, gelir dağılımının en altındaki yüzde 30-40’lık kesim.) Böylece göreli yoksulluk kavramına göre toplumda her zaman yoksul olan bir kesim olacaktır (Şenses, 2006:91-92).
Townsend’e göre, yoksulluk göreli bir yoksulluktur. Bir zorunluluk olarak bu tanım yapılmaktadır. Yoksulluk, yalnızca normal bir yaşam sürdürebilmek için gerekli kaynak yokluğu değildir. Aynı zamanda zenginler tarafından doğrudan kullanımla hissedilen ve gerçekten kullanılan kaynak yokluğunu da ifade eder (Aldemir, 2003:9). Bu da bizi yine gelir dağılımındaki eşitsizliğe çıkaracaktır.
Göreli yoksulluk; Đnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa Şartı gibi insan hakları belgelerinde, onurlu yaşam hakkı şeklinde yer almaktadır. Onurlu yaşam hakkı vurgulaması, yaşam hakkının bireyin biyolojik süreklilik düzeyinde düşünülmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle insan hakları belgelerinde gizli olan yoksulluk çizgisi (poverty line) anlayışının da göreli yoksulluk anlayışı üzerinden tanımlandığı söylenebilir (Tekeli, 2000:143).
Göreli yoksullukta yoksulluk çizgisini belirleme aşamasında, toplumda yaratılan ortalama gelirin yarısı yoksulluk çizgisi olarak kabul edilmektedir. Elde ettikleri gelirleri yoksulluk çizgisinin altında kalan fertler ise yoksul olarak adlandırılmaktadır. Bu yöntem günümüzdeki yaşam koşullarına bağlıdır. Eğer toplumda genel gelir düzeyi yüksekse, yoksulluk çizgisi de yüksek bulunacaktır (Akyüz, 2006:206).
Sen’e göre, gelirler bakımından göreli yoksulluk, kapasiteler bakımından mutlak yoksunluğu getirebilir. Zengin bir ülkede göreli yoksul olmak, kişinin mutlak geliri dünya standartlarından yüksek de olsa büyük bir kapasite engeli olabilir. Genelde bolluk içinde olan bir ülkede, aynı toplumsal işlevi kazanmak için yeterli metaları satın almak daha fazla gelirimiz olmasını gerektirir. Örneğin, bir grup insanın “topluluğun hayatında rol alması” her “toplumsal dışlama” araştırması için hayati önem taşıyabilir.
Topluluk hayatına katılma ihtiyacı, modern araçların (televizyonlar, video kayıt cihazları, otomobiller vs.) az çok yaygın olduğu bir ülkede bu imkânlara (refahın fazla yüksek olmadığı ülkelerde ihtiyaç duyulan şeylerin aksine) olan talebi doğurabilir ve bu, zengin bir ülkede yaşayan görece yoksul kişiye, bu kişi bolluğun daha az olduğu ülkelerde yaşayan insanlarınkine kıyasla çok daha yüksek bir gelir düzeyinde olsa bile bir yük getirir (Sen, 2004:130).
Son olarak belirtirsek, göreli yoksulluk kavramı az gelişmiş ülkelerden çok, özellikle mutlak yoksulluğun sorun olmaktan büyük ölçüde çıktığı gelişmiş ülkelerde yaygın olarak kullanılmaktadır (Şenses, 2006:92).
Kentsel Yoksulluk
Küreselleşen dünyada varsılların yoksullara gereksinmesi hızla azalmakta ve dışlanma olgusu ortaya çıkmaktadır. Dışlananlar, sınıfaltı (underclass) gruplar olarak adlandırılmaktadır. Bu adlandırma ABD’deki yoksulluk yazınında daha çok kullanılmaktadır. Bu nedenle daha çok bu ülkeye özgü bir yoksulluk kategorisi oluşturmaktadır. Özellikle nedenleri konusunda farklı yorumlara ve yoğun tartışmalara yol açan bu kavramın genel kabul gören bir tanımı olduğunu söylemek güçtür.
ABD’nin, özellikle büyük kentlerinin merkezlerinde yoğunlaşan ve istihdam olanaklarının da azalması sonucunda işgücü içinde sürekli bir biçimde yer almama, çalışma gerektiren fırsatlardan yararlanma konusunda isteksizlik, daha genel olarak yetişkinlerin formel ekonomik sistemin dışında kalması ve bunların da katkısıyla davranış bozuklukları ve sosyal açıdan tecrit olma gibi diğer yoksul kesimlerden de farklı özellikler ve davranış biçimleri sergileyen insanlardan oluştuğu söylenebilir (Şenses, 2006:90-91).
Kentsel yoksulluk sadece bir gelir azlığı, temel kentsel hizmetlerden yoksun kalma değil, aynı zamanda alt sosyal statülü mahallelerde yaşama, kent mekanında marjinalleşme, sağlıksız çevre koşullarında yaşamını sürdürme, adalet, eğitimden, sağlık hizmetlerinden daha az yararlanabilme, şiddete daha açık olma, yeterli güvenliğe sahip olamamaktır. Bu bütünlük hem mekansal düzeyde hem de bu mekanda yaşayan bireyler üzerinde yoksulluğun sürekli olarak yeniden üretilmesinin koşullarını yaratmakta, onu yaşayanlar için bir kader gibi algılanmasına yol açmaktadır (Tekeli, 2000:145).
Bu yoksulluk deneyimin bütünlüğü mekansal (bir başka deyişle kentsel) ve komüniter nitelikli bir olgu olmasıyla yakından ilişkilidir. Yoksul bir ülkenin, gelişmemiş bir bölgesinin yoksul bir mahallesinde doğan bir çocuğun yoksul olma olasılığı çok yüksektir. Ancak bu örnek bir yanlış anlaşılmaya yol açmamalıdır. Gelişmiş bir ülkenin, dünya kenti niteliğindeki bir metropolünde, çok yoksul mahallelerin bulunması beklenen bir durumdur. Bu mahallelerde de yoksulluk hep birlikte yaşanan bir deneydir. Çocuğun içine doğduğu bir yoksul mahallede; yoksulluk çok rahatsızlık uyandırmayan, razı olunan bir yaşam biçimi haline gelebilmektedir (Tekeli, 2000:145).
Kırsal Yoksulluk
Küreselleşmenin etkisini arttırdığı dönemde kırsal yoksulluk daha çok az gelişmiş ülkelerde görülen bir yoksulluk türüdür. Kırsal yoksulluk, kentsel yoksulluktan “tarım” faaliyeti ile ayrılmaktadır. Kırsal yoksulluğun eksenine, eksik istihdam içindeki topraksız köylüler, topraksız tarım işçileri (geçici veya mevsimlik tarım işçileri), topraklarının miktarı az olan toprak sahipleri girmektedir. Bunlara ayrıca köylerde ve kırsal bölgelerde basit yöntemlerle mal ve araç üreten zanaatkârlar ve kent ile kırsal bölge arasında kalan ekonominin yeni gelişmeye başladığı yerlerde yaşayan bireyler dahil edilebilir.
Kırsal yoksulluk, kentsel yoksulluğa göre daha şiddetlidir çünkü kırsal bölgelerde nisbi olarak kişi başına gelir düşüktür. Ayrıca tüketim kalıpları dar ve üretim teknolojileri de basit ve ilkel kaldığından geri kalmışlık söz konusudur. Tarım da geleneksel üretim yapılan bir sektör olduğundan, yoğun istihdama rağmen kişi başına düşen üretim ve gelir yerleşiktir. Bu da kırsal bölgede yaşanılan yoksulluğu kalıcı hale getirir (Dumanlı, 1996:12).
Dünya üzerine yayılmış yoksulların çoğu; toprak bakımından zengin olmayan, tarımsal verimliliğin düşük olduğu, kuraklığın hüküm sürdüğü, her türlü taşkın ve toprak aşınmasına açık, çevresel bozulmaların had safhada olduğu bölgelerde yaşamaktadır (WB,World Development Report 1990:30).
Bu bölgeler; üretim yapısı ağırlıkla tarıma dayalı olduğu için Asya ve Afrika’daki kırsal alanların oluşturduğu bölgelerdir (Şenses, 2006:135). Kırsal yoksulluk kente olan göçlerle azalmaktadır. Ancak bu geçiş sürecinde kentin dışında yeni yerleşim bölgeleri oluşturulmaktadır. Bu süreçte ne tam kentli ne tam kırsal olunmaktadır. Kentteki ekonomik faaliyetlere katılmaya çalışarak gelir etmeye çalışan insanlar; kentin sosyal hayatına katılamayarak kırsal alanda kalmaya devam etmektedirler (Dumanlı, 1996:13).
Kentsel yoksulluk ile kırsal yoksulluk ayrımında ortaya bazı sorunlar çıkmaktadır. Bu sorunlar genel hatlarıyla şunlardır (Dumanlı, 1996:18-20):
– Kentsel ve kırsal alanlarda farklı bir yaşam biçimi, tüketim alışkanlıkları, gelenekler, gelir ve harcama kalıpları söz konusudur.
– Günlük alınması gereken kalori ihtiyaçları farklılık gösterebilir.
– Kent ve kır için ayrı yoksulluk çizgisi kullanılacaksa, kentli kesimin gerçek harcama seviyesi kırsal kesimin gerçek harcama seviyesinden daha düşük olacaktır. Başka bir ifade ile kentteki fiyatlar yüksek olduğundan kentli bir birey, aynı harcama miktarıyla, kırdaki benzeri bir bireye göre daha az kaloriyi ihtiva eden bir tüketim sepetine sahip olabilecektir. Bu yüzden elde veriler mevcutsa her iki kesim için ayrı ayrı yoksulluk çizgisi tespit edilmelidir.
– Tüketici tercihleri, kır ve kent arasındaki gelişmişlik farkının büyüklüğüne göre farklılıklar gösterecektir. Bütünleşmiş kır-kent ilişkisinde tercihler birbirine yaklaşırken, bütünleşmemiş durumda kentsel ve kırsal tüketim tercihleri birbirinden uzaklaşacaktır.
– Kentli tüketicinin zevk ve alışkanlıkları, kırdaki tüketicinin zevk ve alışkanlıklarından farklılık gösterecektir. Bu da aynı parasal tüketim seviyesinde kimin yoksul olduğu konusunda yol göstermeyecektir.
– Özellikle kırsal kesimde yerleşik birey veya hane halklarının kendi ürettiklerinden tükettikleri hesaplamalarda dikkate alınmalıdır.
Yeni Yoksulluk
Yeni yoksulluk Batı toplumlarının savaş sonrası dönemde ortaya attığı bir yoksulluk türüdür. Batı savaş sonrası dönemde sosyal güvenlikteki gelişmelerin daha fazla sosyal adalete ulaşmakta yeterli olduğunu düşünüyordu. Modern topluma geçişle birlikte ortaya çıkan yeni yoksulluk kavramı, sosyal güvenliğe bağlı hizmetlerin ya da gelirin yeniden dağılımı mekanizmasının dayanıklılığı üzerine yapılan tartışmaları, analizleri aşan çok boyutlu ve özgün bir görünüm almaktadır.
Aile yapısı ve istihdamdaki değişimlere bağlı olarak; işsizlerden, yaşlılardan, kadınlardan oluşan yeni bir yoksulluk şekli ve yeni toplumsal sorunlar ortaya çıkmaktadır. Günümüzde bu yoksulluk şekli; yeterli geçim kaynaklarının olmaması, sosyal gereksinimlerini karşılayamaması gibi yaşamsal öneme sahip birtakım araçlar yeni yoksulluğu meydana getirmektedir (Balcı, 2007:103).
Bu tanımdan hareketle günümüzde yapılan yoksullukla mücadele politikalarının, uzun vadede etkili olabilmesi için sadece gelir eksikliği olarak değil, bir dışlanma süreci olarak da tanımlanmaktadır. Bu politik yaklaşımların temelinde, yoksulluğu toplumsal yapının sunduğu hak ve olanaklara ulaşabilme eksikliği olarak tanımlayan yoksulluk anlayışı yatar (Đnsel, 2001:70).
Yeni yoksulluk kavramında yer alan sosyal dışlanma, bireyin kendi geleceğini oluşturmasında fırsatlara tam olarak erişimini engelleyen temel gereksinimlerden yoksunluk; bireyin toplumla olan bağlarının kopması; sivil, siyasal, ekonomik ve sosyal yurttaşlık haklarından yoksun olma-bırakılma durum ve süreçleri olarak tanımlanabilir (Balcı, 2007:104).
Kültürel Yoksulluk
Kültürün sözlük anlamını ilk olarak ele alırsak; kültür tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür. Latince kökeni ise cultura < colere (bakmak, özenmek)’dir (Çevrimiçi)http:www.tdk.org.tr, 10 Kasım 2009.
Kültürün günümüzde kapitalizm ile ilişkisi çok boyutludur. Küreselleşme ise kültürün çoğaltılması, yenilenmesi ve homojenize edilmesi için kapitalizmin sistem argümanlarını toplumun ve toplumun ayrıştırılabilen katmanları üzerine uygulamaktadır.
Kapitalizmin toplumsal ilişkilere ilişkin olan verili potansiyelleri aşırı biçimde tükettiği ya da tüketmek zorunda kaldığı günümüzde, dünya düzeyindeki tüm sosyal ilişkileri, değerleri, inançları, yerel varoluşları, toplumsal doğamızı ve dahası yaşam ortamının hızla tahrip edecek bir düzeye ulaştı ve bu aşama aynı zamanda kapitalizmi dinamik hale getiren aktörlerinin belirli bir güç, donanım kazanması anlamına gelmektedir (Ercan, 2006a:76).
Kapitalizmin modernleşme sürecini/mekanizmasını kullanarak kültürü yeniden yapılandırdığı görülmektedir. Bu yeni kültürel çerçeve ilk etapta yaratıcı özgürleşme sürecinin başlamasına neden olmuştur. Ama kültürün kapitalist topluma ilişkin değerlerle örtüşmesi ile birlikte yoğun olarak değişim geçirmiştir. Böylece gelişmiş bir makineye dönüşen Batı toplumları ve yaşama biçimleri adeta kutsanırken, Batı’ya ait olmayan yaşam biçimleri ve değerleri ise “öteki” içinde homojen, “ilkel” geleneksel kavramlar dolayımında tanımlanmıştır (Ercan, 2006c:213).
Bu ikili ayrımla birlikte kültürel anlamda yoksulluk azgelişmiş ülkelerde daha şiddetli hissedilmektedir. Zaten ekonomik olarak baskılanan bireyler, bir de kültürel zeminde çarpışmaktadır. Kültürel yoksulluğu 3 temel başlık altında toplamak mümkündür: Dil, bilgi ve değerler sistemi. Dil, toplumda kullanım alanının daralması ve hakim yabancı dilin kullanımının artması ile bozulmaktadır.
Bilgi, kapitalist gelişmiş ülkeden azgelişmiş ülkeye doğru yayılmakta, böylece kültürel geçmişle oluşan azgelişmiş ülkenin bilgisi bozulmakta hatta yok olmaktadır. Son olarak değerler sistemine baktığımızda, azgelişmiş ülkelerin kendine özgü değerler sisteminin kapitalist Batı ile ilişkileri dolayımında Batı’ya ait değerler sistemi tarafından baskı altına aldığını görürüz (Ercan, 2006c:214-215).
Yoksulların, maddi kaynakların yanı sıra kültürel kaynaklardan da yoksun olmaları ve bu yoksunluğa ilişkin beliren yaşamsal ihtiyaçları, toplumsal kurumlardan beklentileri ile örtüşmektedir. Toplumun isteklerine karşılık vermeyen yoksul kesim, toplumdan da kendi beklentilerine yönelik fayda bulamaması durumda toplumsal güven ve aidiyet ortamı oluşamamaktadır (Aksan ve Alptekin, 2009:7).
Kültürel yoksulluk altında kalan birey ve bu bireyin ait olduğu sınıf, kendini diğer bireyler ve onların dahil olduğu sınıflarla karşılaştıracaktır. Kendinde olmayanı, kültürel yaşamın getirilerini aramaya itilen birey kültürel yoksulluğun etkisiyle iyice dışlanacaktır. Zaten ekonomik anlamda zayıflayan yoksul birey, kültürünün değiştiğini ve başkalaştığını göremeyecektir. Kapitalizmin gerek gelişmiş toplumlarda olsun, gerek azgelişmiş toplumlarda olsun kültürel açıdan homojenize ettiği bireye dönecektir. Aradaki tek fark bir taraf bunu bilerek, bir taraf ise bilmeyerek dönüşecektir. En nihayetinde kültürel yoksulluk kapitalizmin bireyi kendisine bağlaması sonucu oluşan bir dönüşümden ibarettir.
Yoksulluğu Ölçme Yöntemleri
Yoksulluğun ölçümünde iki önemli unsur bulunmaktadır. Bu unsurlardan ilki, yoksulluk çizgisinin tespit edilmesine olan ihtiyaçtır. Bu çizginin belirlenmesinde, bir başlangıç asgari gelir tespit edilir ve bu miktar yoksullukla ilişkilendirilir. Bu şekilde tespit edilen bir sınırın, o toplumda kabul edilebilecek sosyal bir yaşam biçimini temsil edebilecek asgari bir hayat standardını da ifade edebileceği kabul edilebilir.
İkincisi ise; yoksul olanlar arasında yoksulluğun yoğunluk derecesidir. Yani kim ne kadar yoksuldur, sorusuna verilecek cevaptır. Yoksulluk çizgisi altında kalanların, yoksulluktan etkilenme dereceleri nedir? Yoksul bir kesim vardır fakat bu kesimin kendi içindeki durumu nedir? Bu konuda yeterli bir açıklık bulunmamaktadır. Yoksulluk çizgisi altında yer alan gruplardan bir kısmı, bu çizgiye yakın bir yoğunlaşma gösterirken bir başka grup ise çok daha aşağılarda yoğunlaşma gösterebilir. Bu iki küme arasındaki gelir yelpazesi oldukça geniş olabilir. Aşağıda bir örnek grafikle bu durumu açıklayalım: Yoksulluk Çizgisi
Grafik 1: Yoksul hanelerin yoğunlaşması
Bu grafikteki hanelerin hepsi yoksulluk çizgisi altında olmasına rağmen elde ettikleri gelirler birbirinden farklıdır. Dolayısıyla her grup yoksulluğu farklı şiddette yaşamaktadır (Dumanlı, 1996:21-22).
Yoksulluğu ölçme yöntemleri son yirmi beş-otuz yılda birçok araştırmacının ilgisini çekmiştir. Bu süreçte, birçok farklı ölçüm yöntemi ve endeks geliştirilmekle kalmamış, bu endeksleri birbiriyle kıyaslayan, ölçüm sorunlarını en ince ayrıntısına kadar irdeleyen çalışmalara sıkça rastlanır olmuştur (Şenses, 2006:65).
Çalışmamızda yoksulluğu ölçme yöntemlerinden literatürde en yaygın şekilde yer alan 4 adet ölçüm yöntemini ele alacağız. Bunlar; Birey Sayım Endeksi (Head- Count Index), Yoksulluk Açığı Endeksi, Sen Endeksi ve Foster Greer Thorbecke (FGT) Endeksidir.
Yoksulluğun Söylem Haline Getirilmesi
Yoksulluğun araştırma nesnesi haline getirilmesi / iş edinilmesi, karmaşık matematiksel yöntemlerle ölçülmesi, yoksulluğun kendisinin değil de ölçüm biçiminin – yanlışlığı / doğruluğu, eksikliği / yeterliliği-tartışılmasını ön plana çıkartmaktadır. Bu tartışmalarda merkezi bir konumda bulunan Dünya Bankası, 1990 ve 2000-2001 yıllarında yayınladığı raporlar ile hem yoksulluğun ölçülmesi konusunda hem de yoksulluk sorununa getirdiği çözüm yöntemleri ile yoksulluğu teknik bir mesele ve hegemonik bir söylem haline getirmiş ve yoksulluk konusundaki bilgi üretimi süreçlerini tekeline almış durumdadır (Akyüz, 2006:211).
Küreselleşmenin hızlanması ile birlikte dünya genelinde yoksullar üzerinde yapılan araştırmalar çoğalmıştır. Bu çalışmalarda hakim iktisadi görüşün (günümüzde neo-liberalizm) yoksulluğu piyasa mekanizması ile çözmeye çalışması (piyasa üzerinden yoksulluğu çözme konusunda ilerleyen bölümlerde daha kapsamlı bir açıklama getirilecektir), yoksulluğu birtakım sayısal ve istatistikler arasına sıkıştırması yoksulluğu söylem ve analiz kalıbına sokmaktadır. Ancak bu kalıp kimin nasıl ve neden yoksul olduğuna bakmamaktadır. Yoksulluğu ölçme yöntemleri de her ne kadar geliştirilse de, bu kalıbın duvarlarını süsleme dışında bir işlevi olmamaktadır.
Yoksulluk söylem haline getirilirken başvurulan sayısal analizler ve yoksulluğu ölçme yöntemleri, gelir düzeyine ve bölüşüm mekanizmasına göre hareket eder.
Bir ülkede bir anket yahut herhangi bir şekilde gelirleri sorgulayan yahut belirleyen bir araştırma yöntemi uyguluyorsak, bireyleri ve haneleri gelir büyüklüğüne göre sıralarız. Bu sıralamada nüfusun en yoksul yüzde 20’sinden başlayarak en zengin yüzde 10’una yahut yüzde 1’ine göre gelir paylarını belirleriz.
Böylece toplum ya da araştırılan insan kategorisi gelir dilimlerine bölünür, yani gelir dağılımı da bir sıralama sorunuymuş gibi algılanır. Örneğin, en alt gelir dilimi içinde kimler vardır? Kapitalist toplum biçimi için; az topraklı köylü, tarım işçisi, işsizler, enformel sektörün çalışanları, kayıtdışı işçiler, enflasyon kıskacındaki emekliler, asgari ücretliler hatta krizde iflas etmiş patronlar vardır.
(Gelir dağılımı anketi yapılırken, bu patronlar sıfır gelir beyan edeceklerdir, dolayısıyla onlar da bu gruba dahil olacaktır.) Sonuç olarak bu kadar karmaşık bir toplum profili içinde, yoksulları bir kalıba veya dilime nasıl sıkıştırabiliriz? Mümkün değildir. Her biri oraya farklı ekonomik süreçler ve farklı çatışmalar içinde girmiştir. Bazıları bu çatışmalar içinde yenik düşmüştür, işsiz düşmüştür ya da ücret pazarlığını yapamamıştır. Kendi kontrolü dışındaki etmenlerden ötürü toprağını yitirmiştir (Boratav, 2006a:42).
Bölüşüm meselesini yoksulluğa indirgeme patenti Dünya Bankası’na aittir. Yoksullukla mücadele hükümetlerin programları içerisinde yer aldı ve giderek “gelir dağılımı” tartışması değil, “yoksullukla mücadele” adı altında konuya yaklaşılmaya başlanmıştır. Bütün problem de bir yoksulluk çizgisi altına çekilmeye çalışılmaktadır. Yoksulluğun tanımı yapılırken bu blokasyon ciddi bir manipülasyona yol açmaktadır (Sönmez, 2006:21).
Dünya Bankası’nın 2000/2001 raporunda yoksulluğa getirmiş olduğu tanımlamalarında ve çözümlemelerinde iki yönlü söylemsel şiddetin varlığı sezilmektedir. Diğer bir ifadeyle, Dünya Bankası ilk olarak yoksulluk konusundaki her türlü bilgi ve bilginin üretilmesini tekeline almakta ve ikinci olarak da yoksulluk konusunu anlamayı zorlaştırmakta ve asla anlaşılmamasını sağlamaktadır (Akyüz, 2006:213).
Sayısal Analizlerin Hakimiyeti
Yoksulluğu ölçmede kullanılan gelir dağılımı, bütün nüfusun gelir dağılımı yerine sadece yoksulların gelir dağılımı ile ilgilenmektedir. Mutlak yoksulluk çizgisi özellikle yoksulların gelirlerine dayandırılmaktadır (Dumanlı, 1996:27).
Akademik alanda, birçok sosyal bilim dalının yoksulluk konusuna artan ölçülerde ilgi gösterdiği ve yoksulluğa yol açan temel süreçleri anlamaya yönelik kapsamlı çabalar içinde olduğu görülmektedir. Özellikle iktisadın dışında sosyoloji, psikoloji-sosyal antropoloji ve kent çalışmaları alanlarında da çalışmalar yürütülmektedir.
Sosyal bilimler alanındaki bu geniş dinamizme karşın, iktisadın yoksulluk konusuna karşın ilgisinin genellikle, gelir ve tüketim harcamaları gibi tek değişken etrafında, yoksulluğun nedenlerinden çok sonuçlarına odaklanan; nedenleri üzerine odaklandığında da var olan mülkiyet yapısını ve ona bağlı olarak siyasal güçler dengesini veri olarak alan ve ölçüm sorun ve yöntemlerini ön plana çıkaran, son derece yavan ve yetersiz bir yaklaşımla sınırlı kaldığı görülmektedir.
Giriş düzeyinde iktisat kitaplarında dahi iktisadın temel sorunsalının ne ve nasıl üretelim soruları yanında kimin için üretelim olarak tanımlandığı bir bilim dalında ulaşılan bu nokta konumuz açısından da kaygı vericidir (Şenses, 2006:326).
Yoksulluğun söylem haline getirilmesi ve sayısal analizler içine hapsedilmesi ile “yeni yoksulluk” kavramı da gözardı edilmektedir. Dışlanma ve sınıf-altı alt başlıkları ile öne çıkan bu yoksulluk türünün tanımı, eldeki mevcut sayısal analizler ile açıklanamamaktadır. Ne kentli ne de kırsal olamayan bu yeni toplum katmanı haliyle günde 1 doların altı veya üstü yoksulluk çizgilerine giremeyecektir. Gündelik işler ile hayatlarını sürdüren, çalışma gücü ya da şansı (fiziki engellerin yanında sosyal engeller de buna dahildir) olmadığı için sosyal yardımlarla geçinen, kültürel anlamda da yoksullaşan kitleler; politik kurguda yer aldıkları için siyasetin oyuncağı olmaktadırlar. Böylece seçim dönemlerinde yoksul oldukları için yardım karşılığı oyunu satan kitleler, seçim sonrası oluşan politik kurgudan dışlanacaklardır. Yoksulluk bir söylem haline getirilerek, mevcut iktidarların var olma nedenlerinden biri haline gelmektedir.
Ayrıca dışlanma ile içerilme aynı güç ilişkilerinin belirlediği bir durum olduğu ölçüde, hem dışlanma hem de içerilmenin süreklilik arz eden bir durum olmadığı ve her iki durumda da kaybeden ve kazanan farklı sınıf ve grupların olduğunu belirtmek gerekir. Böylece yerel yapı ve dinamiklerin verili oyun içinde belirli avantajlar kazanma ya da şu çokça dile getirilen ve kabusa dönüştürülen dışlanmama yönündeki aktiviteler, sermaye için gerekli altyapı ve diğer donanımların maliyetinin toplumsallaşmasına neden olduğu ölçüde, yerel güç oldukları ile uluslararası düzeye varan güç odakları arasındaki ilişkilerin çok daha fazla donanım kazanmasına neden olmaktadır (Ercan, 2006b:70-71).
Sosyal bilimlerin içine giren iktisat bilimi, sosyal gerçekliğin neden ve sonuçlarını göstermek zorundadır. Bu zorunluluk tarihsel olanı yani bir süreç olarak yoksulluğu yaratan koşulları ve bu koşulların gerçek öznesi olan yoksulları analizin temeline yerleştirmelidir. Sosyal bilimcinin yoksulluk gibi oldukça sorunlu bir alanın bilgisini üretirken farkına varmadan yoksulluğu üreten koşulların gelişip- derinleşmesine yardımcı olması kabul edilemezdir (Ercan, 2006a:112).
KÜRESELLEŞMENİN YARATTIĞI YOKSULLUK
Küreselleşmeyi “kapitalizmden” ayrı düşünemeyiz. Temel dayanağını tarihsel süreçte oluşan kapitalizm olgusundan alan küreselleşme, ekonomik alanda ve diğer alanlarda yayılmaya devam etmesini kapitalizme borçludur. Sermayenin günümüzde rahat dolaşmasının, küresel finans sistemlerinin gelişmesinin ve her yere yayılmasının itici gücü kapitalizmdir. Kapitalizm, yüksek karların ve rantın izini sürerken piyasa mekanizması ile de kitleleri yoksullaştırmaktadır.
Tarihsel kapitalizm yaklaşık olarak beş yüz yıllık varlığı boyunca iki dönemde “iktisat” hegemonya siyasetinin dilini oluşturmuştur. Bu iki dönemden ilki klasik liberalizm, ikincisi de neo-liberalizm olarak anılmaktadır. Klasik liberalizm İngiltere’nin hegemonya dönemine, neo-liberalizm ise 20. yy.’ın son çeyreğinde ortaya çıkan ve “küreselleşme” olarak da adlandırılan ABD’nin tehdit altında süregelen hegemonya dönemine tekabül eder. Bu iki dönemde, kapitalist devletin sınıf devleti niteliği belirgin bir şekilde güçlenmeştir. Liberalizmin iki dönemde de hakim bir ideoloji olarak hegemonya projesini güçlendirdiği dönemlerde siyasetin söylemini “iktisat” oluştururken, devlet de ulus devlet niteliğinden uzaklaşmakta ve doğrudan hakim kapitalist sınıfların özel çıkarlarına hizmet eden bir örgütlenmeye dönüşmektedir (Köse ve Öncü, 2003:114).
Kapitalizmin tarihi zıtlıkların tarihidir. Zenginlik ile yoksulluk, gelişme ile azgelişmişlik, özgürlük ile zorbalık kapitalizmin insanlık tarihinde düzenli olarak ürettiği ve normalleştirmeye çalıştığı asimetrinin eksenleridir. Bir toplumsal yapı olarak kapitalizmin temel çelişkisi bu asimetrik ilişkilerin normalleştirilmesinde yatmaktadır. Bu anlamda normalleşme çelişkisi mülk sahibi sermaye sınıflarıyla mülk sahibi olamayan emekçi kitleler arasındaki çelişkinin düzenlenmesine denk düşmektedir (Köse ve Bahçe, 2007:1-2).
Küreselleşmeyi (yukarıda belirttiğimiz gibi Amerikan hegemonyası kapitalizmi) ilerleme olarak düşünen ve savunanlar; gelişmekte olan ülkeler, eğer büyümek ve yoksullukla mücadele etmek istiyorsa bunu kabul etmek zorunda olduğunu söyleyip durmuşlardır. Ancak küreselleşme onların savunduğu gibi gelişmekte olan ülkelerdeki birçok insana, vaat ettiği ekonomik faydaları getirmemiştir. Zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasında uçurum gittikçe büyümüştür.
20. yy.’ın son on yılında defalarca tekrar edilen yoksulluğu azaltma vaatlerine karşın yoksulluk içinde yaşayan insanların gerçek sayısı neredeyse 100 milyon artmış ancak bu sırada dünyanın toplam geliri yılda ortalama yüzde 2.5 artmıştır (Stiglitz, 2006:27). 1990 yılında günde 2 doların altında yaşayan yoksulların sayısı 2.743 milyar iken, bu rakam 1999 yılında 2.845 milyara çıkmıştır. Son olarak, yoksulluk oranını hesaplama yöntemini değiştiren Dünya Bankası 2005 yılında yoksul insanların sayısını 2.530 milyar olarak açıklamıştır (Çevrimiçi) http://www.worldbank.org, 10.Aralık.2009.
Gelişmiş ülkeler, küreselleşmeyi gelişmekte olan ülkeler karşısında kendi lehlerine daha fazla çıkar sağlayacak şekilde yönlendirdi. Burada sorun yalnızca, daha gelişmiş sanayi ülkelerinin, gelişmekte olan ülkelerin piyasalarını daha zengin ülkelerin mallarına açmaya zorlarken, kendi piyasalarını gelişmekte olan ülkelerin ürünlerine açmayı reddetmesi; daha gelişmiş sanayi ülkelerinin tarımı sübvanse etmeye devam ederek gelişmekte olan ülkelerin rekabet etmesini zorlaştırmaları ve bu arada gelişmekte olan ülkelerine sanayi ürünleri üzerindeki sübvansiyonları kaldırmaya zorlamaları değildi.
Dış ticaret hadlerine (gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin ürettikleri ürünler için aldığı fiyatlar) baktığınızda, 1995’te yapılan son (sekizinci) anlaşmanın net etkisi, dünyanın en yoksul ülkelerinden bazılarının ihracatları karşılığında aldıkları fiyatların, ithal ürünlere ödedikleri paraya oranla azalmasıydı. Sonuç; dünyanın en yoksul ülkelerinden bazılarının durumunun aslında kötüleşmesi olmuştur. Bu son anlaşma 1986’da Uruguay’da başlayan Uruguay Turu (Uruguay Round) adı verilen görüşmelerin sonuncusuydu. Bu görüşmelerin 1993’te bitişi ile Dünya Ticaret Örgütü’nün temelleri atılmış oldu. (Stiglitz, 2006:29).
Kapitalizmin yarattığı ikilik, bugün kendini iyice göstermektedir. Merkez – çevre ikiliği, kapitalist yayılmacılığın doğasında bulunan uluslararası kutuplaşmaya, çeşitli görüntülere bürünen bir iç toplumsal kutuplaşmaya neden olmaktadır. Gelir dağılımında artan eşitsizlik, kitlesel işsizlik, dışlama vb. Dünya, analizin merkezine konulursa, çatışmaların neden ve niçin olduğu; yani sermayenin yedek ordusunun neden esas olarak çevrede bulunduğunu açıklayan olgunun gerçek boyutu da kavranabilir (Aldemir, 2003:134).
Küreselleşme ile merkezde sermaye-yoğun teknoloji kullanan üretim faaliyetleri bulunurken; emek-yoğun teknoloji kullanan üretim faaliyetleri ise çevre ekonomilerde yoğunlaşmaktadır. Bu durum, bir taraftan merkezdeki emeğin sendikal gücünün kırılmasına ve diğer taraftan emek-yoğun alanlarda da merkeze göre çok daha düşük ücretli emek kullanılmasına neden olmakta ve böylelikle merkezdeki sermaye birikimi hızlandırılmaktadır.
Böylece sermaye, hem merkez hem de çevrede sendikal gücü kırarak, her tür üretim teknolojisinde emek payını baskılama gücünü hakimiyeti altına almıştır. Her iki durumda da farklı derecelerde yaratılan katma değer içinde emeğin payı, sermayenin payına göre geriletilmiş olmaktadır. Bu oluşumun sonucunda emek payından sermayeye aktarılan artık değer, merkeze transfer edilmektedir. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak da, hem merkez hem de çevre ekonomilerde gelir dağılımı bozulurken, çevresel ekonomiler mutlak iyileşme yaşıyor olmakla birlikte, göreli yoksullaşma ile karşı karşıya kalmaktadır (Önder, 2001:2).
Chossudovsky’e göre; küreselleşme dünya ölçeğinde ucuz emeğe dayalı bir ihracat ekonomisinin gelişimine destek olmaktadır. Dünya çapındaki düşük ücretli işçi kitlesi veri alındığında, üretim olanakları yüksek boyutlara ulaşmıştır. Buna karşın, yoksul ülkeler kendi aralarında ticaret yapmazlar ve yoksul insanlar kendi ürettikleri mallar için pazar oluşturmazlar. Tüketim talebi dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 15’iyle sınırlanmış, büyük oranda OECD ülkelerinden ibaret kalmıştır. Bu sistem içinde ve Say’in önermesine aykırı olarak, arz kendi talebini yaratmamaktadır. Aksine yoksulluk “düşük üretim maliyetleri” anlamına gelmekte ve ucuz emek ekonomisinin bir “girdi”si olmaktadır (Chossudovsky, 1999:91).
Kapitalist sistem, gelişmekte olan ülkeleri borç kıskacına almaktadır. Bu da ülkelerin birer çevre ekonomisi olarak kalmalarına neden olmaktadır. Küreselleşme ile birlikte, gelişmekte olan ülkelerde dış borçlarda artış yaşanmış ve bu ülkelerin gelişmiş ülkelere olan bağımlılıklarının devamı sağlanmıştır. Bu durumla karşı karşıya kalan çoğu ülkede, vergi gelirleri borç faizlerini ödemeye yetmemekte ve tekrar borçlanmaktadır. Dolayısıyla yoksullara yönelik harcamalar yapılamadığı gibi, tekrar borçlanabilmeleri için dayatılan yapısal uyum politikaları sonucunda iç borçların artışı dolayısıyla, ülke içinde dar gelirlilerin yüksek gelirlileri; ülkeler arasında ise dış borçların artışı dolayısıyla yoksul ülkelerin zengin ülkeleri finans etmesinin yolu açılmaktadır (Aldemir, 2003:143-144).
Yukarıda açıkladığımız küreselleşme yoksulluk ilişki ekonomik bazlı bir ilişkiydi. Bunun yanında küreselleşme, ekonomik bağlamdan hareketle sosyal düzeni de etkilemektedir. Eğitim, sağlık, kültür ve çevre gibi sosyal yaşamın olmazsa olmazları küreselleşmeden etkilenmektedir. Özellikle yoksullar doğrudan veya dolaylı en büyük etkiye maruz kalabilmektedir. Çevre ülkelerde yaşayan ve emek- yoğun faaliyetlerin içerisinde olan yoksul insanlar; yeterli eğitime ulaşamamaktadır. Hatta yoksul nüfusun kalabalık olduğu ülkelerde çocuklar temel eğitim dahi alamamakta, enformel sektörde düşük ücretle çalıştırılmakta adeta 21. yy.’ın kölelik düzeninde yaşamaya çalışmaktadır.
İster günde 1 dolar, 2 dolar gibi yoksulluk çizgilerine sıkıştırılmış kitleler; isterse göreli yoksulluk düzeyinde yaşayan insanlar olsun, küreselleşmenin açtığı bu yoldan geçmektedirler. Gelişmiş ülkelerde ise iyi eğitim almış insanlar, metaların dilemmasına tutularak tek tipleştirilmektedir. Sosyal yaşamın bu parçalanması homojenize gruplar yaratmaktadır. Yoksullar ve zenginler, eğitimliler eğitimsizler gibi. Herkes kendi grubunda yaşamaya mahkum edilmektedir. Bu da kapitalizmin istediği şeydir.
Çevrenin küreselleşme ile kirlenmesi, çokuluslu şirketlerin maliyetleri olabildiğince aşağıya çekmek istemesinden hareketle daha da artmaktadır. Bundan en çok etkilenenler ise yoksullardır. Sanayi üretiminde emeğine fiyat arayan yoksullar, çevreyi kirleten üretim merkezlerine yakın yerlerde yaşamak zorunda olduğundan, bu kirlilikten en çok etkilenenler olmaktadır. Ayrıca kuraklık, iklim değişikleri ve aşırı üretim gibi sorunlarla boğuşan kırsal nüfus giderek yoksullaşmakta ve kente göç etmektedir.
Küreselleşme, kendi kavramlarını yaratmada başarılıyken çözmede o kadar başarılı olamamaktadır. Günümüzde yaygın kullanılmaya başlanılan ve artık sıkça tartışılan küresel ısınma da bunlardan bir tanesidir. Kapitalizmin ilk dönemlerinde yenilenmesi mümkün olmayan kaynakların kullanımı; vahşi kapitalizm ile artışa geçmiş ve küreselleşme ile kaynakların kullanımı tavan yapmıştır. Bu kaynak kullanım şartlarında dünya geri dönülemez çevre felaketleri ile karşı karşıya kalmıştır.
Bu felaketlerden (seller, kuraklık, bitki ve hayvan türlerinin yok olması vb.) en çok etkilenen yine yoksullardır. Bu çevre sorunları beraberinde sağlık sorunlarını da getirmektedir. Zaten yeterli teşhis, tedavi ve ilaca ulaşamayan yoksullar (uluslararası kuruluşların tüm çabalarına rağmen) bir de çevresel şartların kötüleşmesi ile sağlık sorunlarına daha fazla maruz kalmaktadır. Aynı zamanda malların ve insanların dolaşımının baş döndürücü bir hız aldığı küreselleşme evresinde, yeni salgınlar ve hastalıklar da ortaya çıkmaktadır (AIDS, kuş gribi, domuz gribi gibi) Bu salgınlar dünya çapında etki göstermekte, korku ve kaosun kapılarını açmaktadır.
Son olarak kapitalizm; tarihsel sürecinde işgal, savaş, yağma ve köleleştirme ile sermaye birikimini oluşturmuştur. Yüzyıllarca deniz aşırı ülkelere ve henüz el değmemiş topraklara giden ve oralara yıkım getiren kapitalizmin; günümüzde de bu alışkanlığından vazgeçmemesi doğasına uygun bir harekettir. Küresel boyutta düşünüldüğünde ekonomik darboğazlara giren hegemonik ülkeler; savaş ekonomisi ile hem kendi ekonomik darboğazlarını atlatmakta hem de işgal ettikleri topraklarda yeniden yapılanma adı altında kendi ülkelerindeki şirketleri ve savaşta beraber hareket ettikleri ülkelerin şirketlerine iş imkanı sağlamaktadırlar.
Böylece savaşın sürdüğü veya işgal altında yaşayan ülkelerin insanları yoksulluğa itilmektedir. Kendi kullanım imkanı bulamadıkları iktisadi kaynakları, gelişmiş ülkelere doğru akmaktadır. Kapitalizm, kaynakların bol olduğu ülkelere kendi savaş açarken, sadece insan gücünden ve yoksulluktan başka bir şeyi olmayan ülkelerde iç çatışma yaratarak (ki bu çatışmalar genellikle toplumsal temeli olmayan ancak kışkırtılması kolay olan toplumsal farklılar yoluyla yaratılmaktadır) silah ticareti ile kirli kârlar elde etmektedir. Tüm bu değerlendirmeler ışığı altında, küreselleşme yoksulluğu yaratmamıştır. Çünkü yoksulluk hep var olan bir şeydir. Ancak küreselleşme yoksulluğu derinleştirmiş ve şiddetini arttırmıştır.
NEO-LĐBERALİZM – YOKSULLUK İLİŞKİSİ
Neo-liberal küreselleşme hem süreç hem de projedir. Üzerinde durulması gereken en önemli nokta, neo-liberal politikaların bu süreçte oynadığı roldür. Küreselleşmenin sahip olduğu diyalektik fenomen oynadığı rol ve yapıları sınırlandırmaktadır. Bu açıdan baktığımızda küreselleşme bir elinde piyasaların genişlemesini ve ilişkilerin güçlenmesini tutarken diğer elinde ekonomik liberalizm hedefini tutmaktadır. 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında, küreselleşme yeni bir yüksekliğe ulaşmış veya başka bir deyişle derinleşmiştir (Overbeek, 2002:75).
Neo-liberal ekonomi politikalarının son çeyrek yüzyılda yaygınlaşan politikaları, gerek sanayileşmiş ve gerekse gelişmekte olan ülkelerde başta yoksullukla mücadele olmak üzere, bütün sosyal politika alanlarında da ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. Uluslararası finans kuruluşlarının denetiminde, ilk aşamada dış ticaret, finans piyasaları ve sermaye hareketleri gibi temel alanlarda liberalizasyonu amaçlayan neo-liberal politikalar demetinin ana eksenini devletin ekonomideki rolünün azaltılması oluşturmuştur.
Bir sonraki aşamada, işgücü piyasalarını kapsama alanına alan bu politikalar, daha sonra bütün sosyal politika alanlarında etkili olmaya başlamıştır. Bu süreç içinde, ulusal devletlerin denetimindeki ekonomi ve sosyal politika araçları birer birer elden çıkarken, bu alanların tümü tedrici olarak serbest piyasa kurallarının ve bu kuruluşların şartlılık kıstaslarının etkisi altına girmiştir. Bu politikaların uygulanması ile birlikte, yoksulluğa ilişkin değerlendirmeler ekonomik nedenlerden, giderek sosyal ve psikolojik nedenlere kayarken, yoksulların giderek edilgenleştiği ve örgütsüzleştiği gözlenmiştir.
Bu durumda yoksullukla mücadele programları, bizzat devletin içinden, örgütlü hareketlerin önemli bir etkisi ve yoksulların katılımı olmaksızın oluşturulmaya başlanmıştır. Kitlesel hareketlerin, mevcut “sosyoekonomik düzen” için bir tehdit oluşturduğu ve devleti, yoksulluğa karşı ciddi ve kapsamlı önlemler almaya zorladığı eski bir dönemin aksine, yoksulluğun ABD başta olmak üzere birçok sanayileşmiş ülkede, şimdilerde getto içinde yoğunlaşması ve artan suç oranı gibi olumsuzlukların bütün toplum yerine, büyük ölçüde yine gettoyla sınırlı kalması yoksullukla mücadele politikalarının da gevşetilmesi anlamına gelmiştir (Şenses, 2006:281-283).
Neo-liberalizm günümüzde yukarıda bahsettiğimiz politikalarını uygularken sorunsalını gelişmişlik-azgelişmişlikten, finansal getiri olgusalına kaydırmıştır. Artık “azgelişmiş ülkeler” tanımı önemini kaybederken, yerini “yükselen piyasalar”(emerging markets) tanımı almaktadır. Dolayısıyla, azgelişmişlik bir sorun olmaktan çıkmış, (az) gelişmekte olan ülkeler de artık yükselen piyasaya dönüşmüştür (Yeldan, 2002:19-20).
Özellikle 1980’lerde eski Doğu Bloku ülkelerinin sistemlerinin bir bir iflas etmesiyle birlikte, neo-liberal strateji, alternatifi olmayan bir politika-ekonomi-kültür olarak kitlelere sunulmuştur. Stratejilerin yaşama geçirilmesi için gerekli olan ideolojik dayanak böylece sağlanmış oluyordu. Bu stratejiler, bir dizi aktörün küreselleşmenin verili olanaklarını kullanma adına, kendi aralarında yaptıkları açık veya örtülü stratejik ittifak çerçevesinde belirlenmektedir.
İttifak, uluslararası firmalar, kapitalizmin ortak bilincini temsil eden uluslarüstü kuruluşlar (IMF, DB, OECD vs.), ülke içindeki uluslararası sermaye ile bütünleşmek isteyen ve bu düzeye ulaşan sermaye kesimleri arasında gerçekleşmektedir. İttifakın en önemli belirleyicisi, makro ölçekte yeniden düzenlemeleri yapacak devletin işlevlerinin yeniden tanımlanmasıdır (Ercan, 2006b:72). Neo-liberal küreselleşme, sermaye tüm siyasal coğrafyaları ele geçirdikçe benzer gerçeklik ve parçalanmalar tüm toplumların dokusuna işlemektedir (Köse ve Bahçe, 2009:387).
Neo-liberalizmin hemen hemen tüm dünya ülkelerinde uygulamaya sokulmasında iktidarlar temel aktör olmuştur. Deregülasyon, kamusal alanların özelleştirilmesi, emeğin örgütlü gücü olan sendikaların belirli baskılara tabi tutulması ve yeni makro düzey hukuksal düzenlemelerle emek üzerinde yeni kontrol rejimlerinin kurulması, sermayenin hareket alanını ülke içinde ve uluslararası düzeyde arttıracak stratejilerdir. Diğer yandan DB ve IMF’nin doğrudan müdahaleleri olan “yapısal uyum programları” yaşamın hemen hemen her alanını yeniden kurgularken, OECD, DTÖ gibi örgütler, çokuluslu şirketlerin haklarını korumak için çok taraflı anlaşmaları, yani sermayenin küresel ölçekte güvence altına alınmasını sağlayacak mekanizmaları yaşama geçirmeye çalışmaktadırlar.
Neo- liberalizmin tüm bu stratejileri, küreselleşmenin dinamiklerini yukarıdan aşağıya inşa etmeye çalışırken, diğer yandan aşağıdan yukarıya doğru kapitalizmin toplumsal olarak yeniden kurgulanması için bir yandan yerel yönetimler yeniden tanımlanırken, diğer yandan toplumsal alanlar NGO olarak tanımlanan sivil toplum kuruluşları tarafından yeniden belirlenmeye başlamıştır.
Neo-liberal kaynaklar tarafından finanse edilen bu sivil toplum kuruluşları, bir yandan neo-liberal politikaları tanıyan anti-devletçi eğilimi desteklerken, diğer yandan çok daha önemlisi neo-liberal politikaların yarattığı eşitsizliklere karşı gelişen sınıfsal ve toplumsal ölçekli alternatiflerin önünde önemli birer engel haline gelmeye başlamıştır (Ercan, 2006b:72-73).
1980’den başlayarak piyasada finans hareketlerinin artması ve küresel finansın akıl almayacak şekilde büyümesi, neo-liberalizmin bir başarısı olarak sunulmaya başlanmıştır. Ancak reel ekonomiye ve üretken kaynaklara aktarılmayan bu sermaye, ülkeler arasında dolaşmaya başlamış ve ilk ciddi krizler ve şoklar da, bu dönemlerde gelmeye başlamıştır.
Küresel finansta yaşanan bu büyümeyi Mc Kinsey Global Institute tarafından yapılan araştırmaya bakarak örnekleyebiliriz: 1980 yılında dünyadaki finansal varlıkların (banka mevduat ve kredileri, hisse senetleri, tahvil ve bono) toplamı 12 trilyon dolarken, dünya GSYH’sı 10 trilyon dolardı. Her iki büyüklük birbirine yakındı. 2007 yılı sonunda baktığımızda, bu iki büyüklüğün birbirinden koptuğunu görmekteyiz. Küresel finansal varlıkların toplamının 196 trilyon dolara sıçradığını, dünya GSYH’sının ise ancak 55 trilyon dolara erişebildiğini görmekteyiz. Đki zaman arasında küresel finansal varlıklar 16 kat, dünya GSYH’sı ise ancak 5 kat artmıştır. Bu 196 trilyon dolarlık finansal varlık getiri peşinde koşmakta, küresel finans sistem de bu getiriyi sağlamak için çaba harcamaktadır (Ulagay, 2009:35).
Yaklaşık otuz yıldır devam eden bu sürecin ana unsurunu, ulusal piyasalarda faiz ve döviz kuru arasındaki dengesizliklerden kaynaklanan arbitraj öğesine dayanan kısa vadeli sermaye sıcak para akımları oluşturmaktadır. “Sıcak paranın” iktisat yazının da genel kabul gören kesin bir tanımı olmamasına karşın, “spekülatif”, “kısa dönemci” ve “aşırı dalgalanma ve akışkanlık” gibi unsurlar içerdiği; ve yol açtığı iktisadi istikrarsızlıkların da özü itibariyle bu örgütten kaynaklandığı bilinmektedir (Yeldan, 2006:22-23).
Yaşanan bu istikrarsızlıklar sonucunda dünya üzerindeki ekonomiler (bazıları çok güçlü olarak adlandırılan) domino etkisi ile çökmeye başlamışlardır. 1990’lı yıllarda uluslararası parasal sistem türbülansa girmiştir. Bu türbülans eski Sovyet Bloku ülkelerinde hiper enflasyonla başlamış, oradan 1994 yılında Meksika’ya geçmiş ve Asya Krizi 1997 yılında yaşanmıştır. 1998 yılına gelindiğinde Rusya da ekonomik olarak çökmüştür. Ve bu birbirine ardına yaşanan krizler diğer ülkelere de bulaşmıştır.
Krizlerin yaşandığı her ülkede ciddi bedeller ödenirken, tasarruflar erimiş, işsizlik artmış, satın alma gücü azalmıştır (Conway, 2006:115). Sürecin sonuna geldiğimizde her ülkede yoksulluk artmıştır. Bu krizler mevcut olan yoksulların sayısına yenilerini eklemiştir. Krizden çıkmak için mücadele eden iktidarlar, neo-liberal politikaların uygulanması sırasında iki seçenek arasında bırakılmışlardır. Yapısal uyum programlarını mı uygulayacaklardı ya da yoksulluğun derinleşmesine engel mi olacaklardı? Tabii ki ilk şıkkı seçmek zorunda kaldılar. Aksi takdirde IMF ve DB kredi musluklarını kapatacaktı. Süreç böyle işlemeye başladığında yapısal uyum programları kurtarıcı politikalar olarak sunulmuştur.
Oysa yoksulluk açısından büyüme, sürdürülebilir olduğu sürece yoksulların durumunu daha iyileştirecekti. Ancak neo-liberal politika savunucuları büyümenin ülkeden ülkeye farklılık gösterdiğini gözardı etmişlerdi. Büyümenin, gelir dağılımının görece eşit olduğu ülkelerde yoksulluk oranında daha büyük düşüşlere yol açması, buna karşılık gelir dağılımının bozuk olduğu ülkelerde, özellikle de nüfusun hızla arttığı durumlarda, yoksulluğun, büyümeye karşın, düşmek bir yana daha da artması olasıdır.
Gelir dağılımı düzeltilmeden sosyal harcamalarda gerçekleşecek bir artışın da, ağırlıkla, görece yüksek gelirli kesimlere yarar sağlaması beklenebilir. Büyümenin yararlarının yoksul kesimlere ulaşma yollarının beklendiği ölçüde açık olmadığı görülmektedir. Büyüme sonucunda sağlanan sağlık ve eğitim olanakları gibi, istihdam olanaklarının da merkezlerden uzak bölgelerde yaşayan bazı yoksul kesimlere ulaşamayıp, görece daha yüksek gelirli kesimler üzerinde yoğunlaştığı durumlara sıkça rastlanmaktadır.
Neo-liberal politikaların savunucuları tarafından büyüme açısından gözardı edilen ikinci nokta da, büyümenin küreselleşme sürecinde, eskisine kıyasla çok farklı koşullarda ve parametrelerde yaşanan bir süreç olduğudur.
Ulusal devletlerin, iç piyasaya dayalı büyümenin hızını ve sektörel bileşimini, çoğu kez merkezi planlamanın da katkısıyla büyük ölçüde denetim altında tutabildikleri eski sürecin tersine, neo-liberal büyüme süreci, bu denetim mekanizmalarının ortadan kalktığı, devletin ekonomi üzerindeki etkisinin giderek azaldığı, üretim yapısının artan ölçüde dış talep tarafından biçimlendirildiği ve serbest piyasa kurallarının giderek egemen olduğu bir süreçtir.
Bu nedenle, bu “küresel” ortamda, büyüme ile yoksulluk arasındaki etkileşimin de dış konjonktürle çok daha yakından ilişkili olması ve belli başlı dış piyasalardaki dalgalanmalardan daha çok etkilenmesi beklenebilir (Şenses, 2006:262-263).
Neo-liberal yoksullukla mücadele yaklaşımı, yoksulluğun azaltılma amacının devletin rolünü azaltma amacıyla çelişebileceğini de yeterince dikkate almamaktadır. Oysa geniş çaplı olarak, en son Büyük Dünya Bunalımı sırasında görüldüğü gibi, yoksulluktan çıkış için hızlı büyümeden medet umulduğu dönemler, gelişmiş ülkelerde de, genellikle devlet müdahalesini yoğun olduğu dönemler olmuştur. Öte yandan denetimsiz piyasa ağırlıklı hızlı büyüme dönemlerinin, sanayi devriminin başlangıcından bu yana yol açtığı derin yoksulluğu sadece akademik yazından değil, 19. yüzyıl edebiyatından∗ da izlemek mümkündür. 19. yüzyılın ikinci yarısında, bugünküyle kimi ortak özellikler taşıyan bir küreselleşme süreci yaşanırken,
∗ Victor Hugo’nun 1862 yılında yayınlamış olduğu “Sefiller” romanı buna örnek gösterilebilir, yoksulluğun bugün olduğu gibi o zaman da sistemik unsurlardan kaynaklandığının bir belgesi sayılabilir (Şenses, 2006:288).
ULUSLARARASI KURULUŞLARIN YOKSULLUĞU ÇÖZÜMÜ
Yoksulluğun çözümü günümüzde uluslarüstü bir yapıda tartışılmaktadır. Bretton Woods üçlüsünden ikisi olan Dünya Bankası ve IMF yoksulluğun çözümüne ilişkin politikalar geliştirmekte ve hayata geçirmeye çalışmaktadır. Öte yandan bu iki kuruluş ekonomik küreselleşmenin de baş aktörleridir. Birleşmiş Milletler ise yaptığı istatistik çalışmaları ve yardım programları ile yoksulluğun çözümüne katkıda bulunmaktadır.
Uluslararası kuruluşların yoksulluğu çözmek için yaptıkları tüm çalışmalara alternatif akımlara karşılık da verilmektedir.
Bunların en önemlisi Dünya Sosyal Forumu’dur. Bretton Woods kurumlarının kendi çıkarlarına göre hareket ettiğini düşünenler, Dünya Sosyal Forumu altında örgütlenmektedir. Uluslararası kuruluşların yoksulluğu çözüm önerileri uyguladıkları politikalar aşağıda açıklanacaktır.
Dünya Bankası’nın Yoksulluk Politikası
Dünya Bankası yoksulluk politikasını açıklamadan önce bankanın kısaca tarihine bakmak gerekir. Bretton Woods Konferansı’nda alınan kararlardan biri de, 2. Dünya Savaşı’nın harap ettiği ekonomileri yeniden inşa etmekti. Bu amaçla Uluslararası Đmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) kuruldu. Üyelerden toplanan aidatlar ve uluslararası sermaye piyasalarından alınan borçla finanse edilen banka, üyelerine ticari bankalardan daha düşük faizli kredi sağladı. Banka savaşın en çok etkilediği altyapı yatırımlarına kredi sağladı. Ancak Avrupa’ya akan bu finansal kaynak yeterli olmayınca, ABD’nin öncülüğünde bir strateji değişikliği oldu ve ABD Marshall Planı’nı devreye sokarak, daha gevşek koşulları olan plan çerçevesinde, Avrupa ülkelerine kredi yerine hibe şeklinde doğrudan para vermeye başladı (Ellwood, 2002:29).
1950’li yıllara gelindiğinde ise Avrupa’da savaşın yaralarının sarılmasından sonra, Uluslararası Đmar ve Kalkınma Bankası’nın ilgisi Üçüncü Dünya’da sömürgelikten yeni kurtulup, bağımsızlıklarını kazanan yeni ulus-devletlere yöneldi. Böylece kurum, Dünya Bankası olarak anılmaya başlandı. Dünya Bankası’nın kalkınmakta olan ülkelere alt yapı yatırımlarını gerçekleştirebilmeleri için düşük faizli krediler vermesi, hem bu ülkelerde piyasanın altyapısının oluşması ve piyasanın gelişmesi, hem de sosyalizm alternatifinin ortadan kaldırılmasına yönelikti (Bingöl, 2003:86).
Dünya Bankası’nın sunduğu düşük faizli kredilere karşı en yoksul ülkelerin borç ödemelerinde zorlanacakları en başından belliydi. Bu nedenle Dünya Bankası 1950’lerin sonunda Uluslararası Kalkınma Kurumu’nu (IDA) kurmak zorunda kaldı. Bankanın bu kolu, düşük veya sıfır faizli “kolay krediler sağlayacak ve yeni Üçüncü Dünya ülkelerinin Bretton Woods kurumlarından ayrı olarak BM himayesinde faaliyet gösterecek bağımsız bir kredi kuruluşu oluşturma girişimlerini savuşturacaktı.
Banka daha sonra iki ayrı bölüm daha kurdu: Bankanın onayladığı projelere özel sektörün yatırım yapmasını destekleyen Uluslararası Finans Kurumu (IFC) ve bankaya üye ülkelerden birinde yatırım yapmaya karar veren yabancı şirket ve bireylere risk sigortası sağlayan çok taraflı Sigorta Garanti Kurumu (Ellwood, 2002:30).
Dünya Bankası’nın yoksulluk konusuna karşı ilgisi, onar yıllık periyotlar halinde birbirine zıt eğilimlere yol açan kırılma noktalarına sahiptir. 1970’li yılların başı ile başlayan bu kırılma noktaları, sırasıyla 1980’li ve 1990’lı periyotlar ile devam etmiştir.
1970’li yılların başlarında Dünya Bankası, o zamana kadar uygulanan ve hızlı sermaye birikimine ve sanayileşmeye dayalı büyüme modelinin gelir dağılımını bozduğu ve yoksulluk sorununa kalıcı bir çözüm bulamadığı gerekçesiyle, yoksulluk konusunun gelişme gündeminin başına geçmesinde, temel ihtiyaçlar ve büyümeyle birlikte yeniden dağıtım stratejilerinin oluşmasında ve ağırlık kazanmasında önemli bir rol oynamıştır. Kırsal yoksulluk ve özellikle 1970’li yılların sonlarına doğru kentsel yoksulluk Dünya Bankası’nın temel ilgi alanlarını oluşturmuştur. Örneğin, toplam Dünya Bankası kredileri içinde yoksullukla ilgili tarımsal kredilerin toplam payı bu dönemde %28’den %63’e çıkmıştır (Şenses, 2006:39).
1980’li yıllara gelindiğinde Dünya Bankası, IMF ile birlikte hareket etmeye başlamıştır. Sonradan “Washington Uzlaşması” olarak da adlandırılan ve neo-liberal ekonomi politikalarının ağırlıklı olarak gündeme geldiği politikaları uygulamaya başlamıştır. Bu birliktelik ile bütün dikkatler IMF’nin üzerine yoğunlaşırken, 1980’li yılların başlarından itibaren birçok ülkede uygulamaya koyduğu yapısal uyum programları aracılığıyla Dünya Bankası, neo-liberal politikaların yaygınlaşmasında çok daha önemli bir rol üstlenmiştir.
IMF, kısa dönem istikrar politikaları üzerinde odaklanırken, dış ticaret liberalizasyonu, finansal liberalizasyon, özelleştirme gibi orta ve uzun dönemli dönüşümde asıl etkili politikalar Dünya Bankası güdümündeki yapısal uyum programları aracılığıyla uygulamaya konulmuştur. 1980’li yıllar, özellikle Dünya Bankası açısından, sadece yoksulluğun değil, bütün uzun dönem gelişme sorunlarının bir yana itildiği hatta bunlardan hemen hemen hiç bahsedilmediği, sanayileşme, yoksulluk, gelir dağılımı, eğitim, sağlık, toprak reformu ve istihdam gibi konuların gündemden büyük ölçüde düştüğü bir dönem olmuştur. (Şenses, 2006:39-40).
Dünya Bankası son kırılma noktasını da, 1990 yılında yayınlandığı Dünya Kalkınma Raporu ile gerçekleştirmiştir. Dünya Bankası, bu raporla yoksulluk konusuna on yıllık bir aradan sonra yeniden dönmüş ve yapısal uyum politikalarının yoksulluk üzerindeki olumsuz etkilerinin uzun bir süre gözardı edildiğini itiraf ederek yoksulluğu “gelişme topluluğunun karşı karşıya olduğu en acil sorun” olarak tanımlamıştır. Yoksulluğun azaltılmasını ekonomik gelişmeyle özdeşleştirerek “hiçbir amacın bundan daha önemli olamayacağını” ve bunun Dünya Bankası açısından da “en önde gelen” amaç olduğunu ilan etmiştir (Şenses, 2006:41).
1990 yılında yayınlanan raporda yoksullukla ilgili birkaç temel vurgu vardır. Bunları aşağıda kısaca açıklayabiliriz (Uzun, 2003:160-161): Ekonomik Büyüme: Banka hiçbir ülkenin ekonomik büyüme olmadan yoksulluğu azaltamayacağını savunmaktadır. Bu genel olarak doğru yaklaşım olabilir, ancak önemli olan büyümenin ne şekilde olacağıdır. Çünkü Dünya Bankası, daha çok emek yoğun sanayiye ve geniş tabanlı tarımsal kalkınmaya dayalı bir büyüme stratejisini önermektedir. Bu öneri nüfusun büyük ölçüde tarımla uğraştığı ülkeler için savunulabilir gözükmektedir, ancak bankanın büyüme ve dolayısıyla yoksulluğu azaltmak için önerdiği neo-liberal politikaların (tarım ürünlerine olan fiyat sınırlamalarının kaldırılması, sermaye yoğun sanayilere sübvansiyonların azaltılması, ithalat kısıtlamalarının kaldırılması ve döviz kuru reformları gibi) gelişmekte olan ülkelere ne ölçüde uygun olduğu tartışmalıdır.
İnsana Y atırım Y apmak: Banka, büyümenin nimetlerinden yoksulların yararlandırılması için eğitim, sağlık ve aile planlamasına ağırlık vermektedir. Özellikle bu raporda kadınların eğitimine ağırlık verildiği görülmektedir.
Ekonomik Denge: 1980’li yıllarda Dünya Bankası’nın izlediği yapısal denge politikaları gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulları olumsuz etkilemiştir. Banka ekonomik reform ve makro ekonomik denge konusunda ısrar etmekle birlikte, bu politikaların yoksullar üzerindeki olumsuz etkilerini bertaraf etmek amacıyla zarar görebilecek kesimler için güvenlik ağları oluşturulması, kamu harcamalarından temel sosyal hizmetlerin etkinliğinin arttırılması gibi önlemlerin alınmasını istemektedir.
Katılım ve Çevre: Yoksulluğun azaltılması için bu kesimlerin proje dizaynı ve uygulamasına katılımları sağlanmalı ve bu amaçla sivil toplum kuruluşları güçlendirilmelidir. Yoksulların yönetime daha etkin ve aktif katılımları için demokrasinin güçlendirilmesi gerekmektedir. Banka ayrıca, özellikle yoksullar için yaratabileceği olumsuzluklar açısından çevrenin korunmasına da büyük önem vermektedir.
Dünya Bankası Borçları: Banka yoksulluğun azaltılmasına dönük olarak borç verme hedefini giderek ön plana çıkarmaktadır. Özellikle, yoksullukla mücadele kapsamında beşeri kaynakların geliştirilmesi, kırsal bölgelerdeki temel altyapı hizmetlerinin gerçekleştirilmesi, sosyal sektörlere daha fazla kaynak sağlanması ve çevrenin korunması gibi alanlarda kaynak sağlama eğilimindedir.
2000/2001 yılında yayınlanan raporda (World Development Report 2000/2001:Attacking Poverty) 1990 yılında yayınlanan rapordan bir dizi farklılıklar içermektedir. Geçen on yıllık süreçte yoksulluk ile mücadele başlığında öngörülen ilerlemenin söz konusu olamaması nedeniyle küresel yoksulluk söyleminin daha geniş boyutlarıyla ele alınması gerekliliği vurgulanmaktadır.
Bu amaçla, Dünya Bankası yoksulluk başlığında yeni bir düzenlemeye gitmiş, bu süreçte mutlak yoksulluk tanımı geri plana itilerek yoksulluk tanımı farklı bir çerçeveye oturtulmuştur. Barınma, açlık, giyim, sağlık, eğitim gibi başlıkların ötesinde daha geniş kapsamlı bir yoksulluk tanımının yapılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Buradan hareketle, Amartya Sen tarafından yapılan yoksulluk tanımı raporda yer almıştır.
Yapabilirlik tanımı ile bireyin sahip olduğu yapabilirlikler, değer verdiği, istediği yaşam tarzının kendisini özgür kılıp kılmadığı ile alakalı olarak açıklanmaktadır. (Ancak Afrika’nın herhangi bir ülkesinde yaşayan bir birey ile New York’un merkezi ile yoksul mahallelerinde yaşayan bireylerin yapabilirliklerinin farklılıklar içereceği dikkate alınmamaktadır) Yoksulluk iyi olma halinden, iyi yaşam koşullarından yoksun olma hali olarak tanımlanmaktadır (Tahsin, 2001:40).
Bu raporda ön plana çıkan en önemli vurgular, daha geniş bir yoksulluk kavramına bizleri ulaştırmaktadır. Yoksulluk sadece gelir açısından değil, aynı zamanda eğitim, sağlık ve sosyo-kültürel imkanların yetersizliği olarak da ele alınmıştır. Yeni raporda yoksulluğun önlenmesi konusunda daha kapsamlı bir yaklaşım ile hem büyümenin gerekliliğine hem de kamu kurumlarına ve siyasal sorunlara yer verilmiştir.
Ayrıca bu raporda kırsal gelişmenin de ele alındığı görülmektedir. Bu çerçevede kurumsal altyapının yeterli olmaması halinde piyasaların liberalize edilmesinin olumsuz etkilerine, kırsalda bulunan kurumların yoksullar için daha aktif rol üstlenmesinin önemine, piyasa reformlarının yoksul kesimler üzerindeki etkisini yeni sosyal koruma önlemleriyle bertaraf etme gereğine işaret edilmiştir (Uzun, 2003:164).
Dünya Bankası’nın yoksulluk politikasının esas amacı; yoksulluğu ortadan kaldırmak gibi görülse de, yoksulluğu yönetme programlarını yerleştirmek ve uygulamaktır. Yani başka bir deyişle Dünya Bankası “balık” vermemekte “balık tutmayı” öğretmektedir. O zaman yoksulluk sorunu ortadan kalkmayacak, yoksullukla yaşar hale gelinecektir. Yine bu süreçte Dünya Bankası’nın sivil toplum örgütlerine ve akademiyaya yaptırdığı çalışmalarla, yoksulların sesine kulak verdirilmektedir. Ancak yoksulların konuşması bir süre sonra yoksulun, kendi yoksulluğunu dinler hale getirmektedir (Minibaş, 2006:72).
Çok sayıda azgelişmiş ülkeyi “istikrar ve yapısal uyum” programlarının cenderesinden geçiren ‘Dünya Bankası, bu sürecin sonunda sayıları giderek artan yoksulları ve yoğunlaşan sefaleti görmezlikten gelememiştir. Bankanın gündeme taşıdığı esas sorun yoksulluğa makul bir fiyat biçmektir. Buna göre mutlak olarak tanımlanan yoksulluk/açlık sınırı için küresel düzeyde kabaca kabul gören fiyat günlük 1 dolardır.
Söz konusu geliri elde edemeyenlerse yardıma muhtaçtırlar. Bankanın bu fiyat ekseninde oluşturduğu gözlemleri hiç de iç açıcı değildir: Dünya nüfusunun beşte birine yakını mutlak olarak yoksuldur ve sefaletin küresel düzeyde yoğunlaştığı coğrafyalar vardır. Güney Asya ve Sahra’nın güneyi bu sefaletin küresel mekanlarıdır. Dün için fiili talanın coğrafyaları, bugün için artık terk edilmiş, çölleşmiş, değersiz mekanlarıdır(Köse ve Bahçe, 2009:395).
Dünya Bankası’nın Yoksulluk Çözümü Đçin Meydana Getirdiği Hedefler
Dünya Bankası’nın 2000/2001 yılında yayınladığı raporda yoksulluğu çözmek için meydana getirdiği 3 hedef vardır. Bu hedefler; yetkilendirme (empowerment), güvenlik (security) ve fırsattır (opportunity).
Aşağıda bu 3 hedef ana hatlarıyla ele alınacaktır.
Yetkilendirme
Yetkilendirme, yoksulların siyasal süreçlere ve yerel karar mekanizmalarına katılımının arttırılarak güçlendirilmelerini; bu bağlamda toplumsal cinsiyet, etnisite ve sosyal statüden kaynaklanan sosyal ve kurumsal engellerin ortadan kaldırılması ve kamu idaresinin, hukuk kurumlarının ve sosyal hizmet sisteminin etkinliğinin artırılması ve topluma hesap verir özelliklere kavuşturulmasıdır (Şenses, 2006:43).
Yoksulluk; sosyal, ekonomik ve siyasi güçlerin etkileşiminin bir sonucudur. Yoksullukla uğraşan devlet kurumlarının hesap ve yanıt vermesi önemlidir. Kamu idaresinin sorumlu olması, yoksulların üzerindeki etkisini yayacaktır. Kamusal hareketler toplumsal öncelikler üzerine odaklanmalıdır. Prosedürler basitleştirilmiş ve şeffaf olmalıdır. Yolsuzluk sınırlanmalıdır. Hukuk sistemi yoksulların eşit bir şekilde erişebileceği bir sistemi teşvik etmelidir.
Hukuk sistemi genellikle gücünü kendi çıkarlarını korumak üzere odaklanır. Ve yoksul insanlar hukuksal hakları hakkında çok az bilgiye sahiptirler. Hukuk sistemlerinin karışımı-sömürgeci, geleneksel, yeni- gelişmekte olan birçok ülkede yetkililere büyük otorite ve keyfilik verir, bu da yoksul insanların hukuk sistemine olan güvenini azaltır. Ayrıca yetkilendirme ile merkezi ve yerel yönetimlerin kamu hizmetlerinin sunumuna geniş katılım için ademi-merkeziyetçi mekanizmaları oluşturmalı ve yerel elitlerin etkisini en aza indirmelidir. Hükümetler yoksul insanların siyasi kapasitesini arttırırken, yoksul olanlar ile olmayanlar arasındaki koalisyonu güçlendirirken, yoksulluğa karşı siyasi destek yaratmalıdır. Siyasi rejimler hukukun üstünlüğünü her şeyin üzerinde tuttuğunu siyasal bir söylem haline getirmelidir. Katılımcı siyasi rejimler daha istikrarlı bir büyüme ile ilişkilidir (Boer, 2001:285).
Yetkilendirme sadece devlet kurumlarının yaşamlarını sürdürmek için yoksulların kapasitelerinin arttırılması anlamına gelmemektedir. Ayrıca yoksulların önündeki engellerin kaldırılması anlamına da gelmektedir. Sosyal kuruluşlar yoksullara yardım edebilir ve yoksullar ile fırsatlar arasındaki engelleri kaldırabilirler. Bu birçok şekilde olabilir. Dünya Bankası’nın hazırladığı rapor; cinsiyet eşitsizliği, sosyal tabakalaşma ve sosyal parçalanma üzerine odaklanmaktadır. Ayrımcı uygulamalar cinsiyet, etnik köken, ırk, din ya da insanların sosyal dışlanmaları ile ilgilidir. Bu tür ayrımcı uygulamaların kaldırılması ile yoksulların sosyal yapılarını inşa edebilmelerine ve bu yapıları genişletmelerine yardımcı olacaktır. Raporun bu kısmı bir dilek listesi gibi okunmaktadır. Bu amaçların nasıl gerçekleştirileceği muğlaktır (Boer, 2001:286).
Fırsat
Ekonomik büyüme, yoksulluğun azaltılmasında güçlü bir etkendir. Buradaki önemli nokta fırsatın yaratılmasına riayet etmektir. Sorular şudur: Ekonomik büyümeyi ne yaratmaktadır ve niçin benzer büyüme oranı olan ülkeler farklı oranlarda yoksulluğu azaltabilirler? Bu soruları cevaplamak yoksulluğu azaltma stratejilerine etki edecek gerekli formülasyonu yaratmaktır. Yapılan analizler yeni değildir ve Washington Konsensüsü halen varlığını sürdürmektedir. Ekonomi politikaları (uluslararası ticarete açık, sağlam para ve mali politikaları olan, gelişmiş finansal sistemi ve gelişmiş hükümeti olan) ekonomik büyümeye güçlü olarak yardım eden politikalardır.
O zaman soru; yoksullardan yana olan sürdürebilir büyümeye nasıl hız kazandırılacağıdır. Piyasalar, formel ve enformel, yoksulların yaşadığı bölgelerin merkezindedir. Piyasa yeni reformlar yaparken, yoksulların üzerindeki etkisi hesaba katılmalıdır. Kalkınma raporları piyasaları reform sürecinden geçirirken yoksulların üzerindeki etkilerini ihmal etmektedir. Dünya Bankası’nın bu ihmaldeki rolü raporlarda yansıtılmamaktadır.
Ve yaşanan bu süraç içinde piyasa reformları zordur. Gelişmekte olan ülkeler Washington Konsensüsü’ne uyarak, uzun vadeli büyüme performanslarından memnun olmuşlardır. Ancak gelişmekte olan dünyada büyüme istenildiği gibi sonuçlanmamıştır. Reformlar yoksulları olumsuz yönde etkilemiştir. Makro ekonomik reformların gelir bölüşümündeki etkileri az olmuştur.
Yapılan derinlemesine analizlerde sorulan soru; ekonomik reçetelerin sıklıkla sosyal ve politik realitelerde niçin başarılı olamadığıdır. Politik realiteler bu analizler ile bilinmeye başlamıştır. Reformlar kesin olarak yoksulluğun azaltılmasında piyasaların iyi bir performans göstererek başarılı olacağını düşünmektedir. Bir başka deyişle toplum yoksul insanların engelleri aşmasında yardımcı olmak, serbestçe ve adil olarak piyasalara katılımını sağlamak zorundadır (Boer, 2001:284).
Özetlersek; “fırsat” yoksulların sürekli işaret ettiği iş, kredi, yol, elektrik, kendi ürünlerine pazar, okul, temiz su, sağlık vb. isteklerine cevap vermeyi amaçlamaktadır. Bu isteklerin yaratılabilmesi için en başta büyümenin ve dolayısıyla yatırım ve teknolojik gelişmenin sağlanması kaçınılmazdır. Bu açıdan istikrarlı mali ve parasal politikalar ile basit ve şeffaf düzenlemeler yapılarak yatırımların önü açılmalıdır. Özel yatırımlar kamu yatırımlarıyla desteklenmelidir (Uzun, 2003:165).
Güvenlik
Yoksul insanlar genelde en savunmasız insanlardır çünkü bir dizi risklerle karşı karşıyadırlar. Bu savunmasızlık ölçülebilir. Bir hanehalkının yoksulluk çizgisinin altına ne sıklıkla düştüğüne bakılarak ölçülebilir. Yani ortada geçici bir yoksulluk durumu oluşabilir. Bu da geçici yoksulluğun toplam yoksulluk içinde önemli bir parça teşkil ettiğini bize göstermektedir. Yoksul, karşısına çıkan riskleri ortadan kaldırabilmek için resmi ve gayrı resmi birtakım mekanizmalar geliştirmiştir, ancak bu güvenlik açığını ortadan kaldırabilecek yeteneğe sahip değildir (Boer, 2001:286).
Güvenlik açığı yoksul insanları çok büyük risklerin ortadan kaldırılmasına karşın isteksiz yapmakta ve bu yoksulları içinde bulundukları durumdan kurtarmamaktadır. Böylece insanlar yoksulluğun içinde sıkışıp kalırlar. Riskler mikro, makro düzeyde ve olayın doğası gereği ekonomik, doğal vb. şekilde sınıflandırılabilir.
Riskin doğasını bilmek riski önlemek için önemlidir. Kalkınma raporu özellikle yoksul insanların; sağlık sigortası, refah programları ve sosyal fon gibi ilgili risk yönetim araçlarının birtakım değerlendirmeler sonucu yoksulların risklerle başa çıkabilme mekanizmalarını belirtmektedir. Sorunlar ve sınırlamalar geniştir.
Gelirlerin düşük olduğu ülkelerde, sağlık hizmetleri sınırlanmakta ve her türlü hastalık için en az fayda verecek düzeyde sunulmaktadır. Yoksullardan yana olan kalkınma raporu haklı olarak ölümcül hastalıklar ve önlenemeyen yaralanmaları seçerek, daha yoksul olan insanların önemi az hastalıklardan çok daha fazla etkileneceğini vurgulamaktadır. Bu hastalıklara karşı kamunun sağlık güvencesi sağlaması yoksul insanların durumunu iyileştirebilir.
Ekonomik krizler, doğal afetler ve şiddetli çatışmalar güvensizliğin önemli yaratıcılarıdır. Tekrar belirtirsek, yoksullar savunmasızdır. Ekonomik krizlerden kaçınmak en önemli yoksulluk karşıtı stratejisi olmalıdır. Yoksulluk; suç hareketleri, fuhuş, çocuk emeğinin sömürüsü gibi istenmeyen davranışlara yol açabilir. Yoksul insanların güvenliğinin arttırılması ile hastalıklar, ekonomik şoklar ve doğal afetler gibi risklerin azaltılmasına ve ani gelen şoklarla baş edebilmelerine olanak verecektir (Boer, 2001:287).
Einar Braathen’in Dünya Bankası Kalkınma Raporu’nda geçen temel hedefler için aşağıdaki tabloyu karşılaştırmalı bir perspektif olarak ele almıştır.
Tablo 1’i incelersek, karşımıza ilk olarak, yetkilendirmenin temelde sosyal dışlama üzerine odaklandığı görülmektedir. Temel yaklaşımı ise sosyal paternalizmdir. Tabloda sosyal paternalizmin yoksulluğu; tek boyutlu ve parasal ele aldığı ve çözümü içinse sadaka, küçük girişimcilik gibi öneriler getirdiği görülmektedir.
Yetkilendirme kavramının altında tablodan çıkarılabilecek sonuç; yoksullara kendi durumlarını yönetebilecek yetkinin verilmesi, fakat bu yetkinin üstten/yukarıdan daha doğrusu “bizim tarafımızdan” verilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Öte yandan yoksulluk konusunda yolsuzluk ve kamu kurumlarının etkinsizliği gibi teşhisler de yapılmaktadır. Đyi yönetişim, yoksulların lehine olan yönetişime (pro-poor governance) çevrilerek yoksulların yoksulluktan kurtulmaları için en iyi çözüm olarak sunulmaktadır (Akyüz, 2006:214).
Tabloda, fırsat amacını sosyal liberalizm ile bağdaştırabiliriz. Sosyal liberalizm, liberal sosyal demokrasiye dayanmakta ve yoksulluğun piyasa mekanizmasının aksak çalışmış olmasına bağlamaktadır. Dolayısıyla, eğer insanlara sosyal ekonomik haklar eşit olarak sağlanırsa böylece fırsat eşitliğinin sağlanacağı vurgulanmaktadır (Akyüz, 2006:215).
Güvenlik ise, sosyal eşitsizlik sorunu altında incelenmekte ve temel yaklaşımı sosyal radikalizmdir. Eşitlik, demokratik hakların yeniden dağıtımı ve kamuya yoksulluğu çözmesi için yetki vermektedir.
Dünya Bankası’nın Yoksulluğun Çözümü İçin Önerileri
Dünya Bankası’nın yoksulluğun çözümü için meydana getirdiği hedeflere bağlı olarak, bir takım çözüm önerileri geliştirmiştir. En eskisi yaklaşık 60 yıl öncesine dayanan (kalkınma) bu çözüm önerileri günümüze kadar revize edilerek gelmiştir. Revizyon sırasında dünya ekonomisinin değişimine bağlı olarak kimi çözüm önerileri önemini azaltırken, kimi çözüm önerileri üzerinde en çok durulan öneri halini almıştır.
Çalışmamızda bu çözüm önerilerden önemli yer teşkil eden kalkınma, mikro girişimcilik ve piyasa aksaklıklarının giderilmesi ele alınacaktır.
Kalkınma
İktisadi kalkınmanın üzerinde fikir birliğine varılmış genel geçer bir tanımı bulunmamaktadır. Günümüzde pek çok iktisatçı kesin bir tanım verememektedir. Bunun yerine iktisadi kalkınmanın varlığına işaret ettiği kabul edilen bazı standartları kullanmayı tercih etmektedir. Bu standartlar belirli bir zaman sürecinde ekonomide üretilen mal ve hizmet miktarı, ekonomik yapıda meydana gelen pozitif değişiklikler, nüfus yapısı, gelir ve gelir dağılımı vb. olarak benimsenmektedir.
Ancak kalkınmanın unsurları olarak da düşünülen bu standartların yardımıyla iktisadi kalkınma bir ülkede belirli bir zaman dilimi içerisinde gerçekleştirilecek üretim artışı miktarı ile, o ülkede ekonomik yapıda meydana getirilecek değişiklerin kombinasyonu olarak tanımlanabilir. Bir başka deyişle, iktisadi kalkınma bir ülkede ekonomik büyümeye eşlik eden ekonomik ve sosyal alandaki pozitif yapısal değişikliklerdir. Yani iktisadi kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi için ekonomideki gelişmeleri üretim ve gelir artışı ile destekleyen ekonomik büyüme tek başına yeterli olmamakla birlikte, kalkınmanın yapı taşını oluşturmaktadır (Çak, 2007:5).
Yaklaşık 60 yıllık bir süreçte birçok ülkede kalkınma yoluyla gelişme yolunda büyük çabalar sarf edilmiştir. Ancak bu ülkelerin çok azı gelişmiş ülke statüsüne kavuşmuştur. Bunun en önemli nedeni, detaylarla ilgilenmeyen ve kimi zaman o ülkenin iç dinamikleriyle bağdaşmayan kalkınma planlarının benimsenmiş olmasıdır. Birbirinin kopyası sayılabilecek kalkınma modelleri, kopya eden ülkede başarısızlıkla sonuçlanmıştır (Çak, 2007:13).
Bu durumda kalkınma olgusunun sonuna mı gelinmiştir? Sonuna gelinmese de kabuk değiştirdiğini söyleyebiliriz. Kimi iktisatçılar neo-liberal küreselleşmenin, azgelişmiş ülkelerce geliştirilebilecek kalkınma hedeflerini nasıl engellediğini ve kalkınma olgusunu iktisat politikaları gündeminden nasıl çıkartılmaya çalıştığını tartışmaktadır.
Erinç Yeldan’a göre (Yeldan, 2002:19) ABD Hazine Dairesi ile IMF ve Dünya Bankası ikizinin (Washington Konsensüsü diye anılan) baskısı sonucu azgelişmiş ülkeler teker teker ulusal kambiyo rejimlerini serbestleştirmeye zorlanmakta ve bağımsız para, döviz kuru ve faiz politikaları izleyebilme ve dolayısıyla özgün kalkınma hedefleri saptayabilme olanağından yoksun kılınmaktadır.
Kalkınma iktisadının oluşumunu incelersek; 20. yüzyılın son çeyreğinde yaşadığımız küreselleşme dalgası, 1914’de 1. Dünya Savaşı’nın başlaması ve Sovyetler Birliği öncülüğünde kapitalizme karşı yepyeni bir dünya sisteminin kurulması sonucu kesintiye uğramıştır. Ulusal kurtuluş savaşları ile desteklenen bu “ara dönem” kalkınma iktisadının da yükselmesine olanak sağlamıştır.
Dolayısıyla “kalkınma” felsefesinin kapitalizmin küresel genişlemesinin, bir ara birikim rejimine olanak verecek şekilde tökezlemesinin bir sonucu olarak, ortaya çıktığını ve bir yandan sosyalizm deneyiminin, bir yandan da bağımsızlıklarına yeni kavuşan genç ulus devletlerin var olduğu bir dünyanın özgün koşullarının bir unsuru olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan iktisadi kalkınma olgusunu hızlı büyümenin bir uzantısı olarak, “uluslararası iş bölümünde daha yüksek bir konuma ulaşma ve yaşam kalitesinin yükselmesi” şeklinde tanımlayabiliriz. Bu genel yaklaşım altında iktisadi kalkınmanın gerçekleşmesi için şu 5 olgunun altını çizmek gerekir: -Sürdürülebilir büyüme, -Üretim ve tüketim kalıplarının yapısal değişime uğraması,
-Teknolojik ilerleme,- Sosyal, siyasi ve kurumsal modernleşme, – Yaşam standartlarında geniş çaplı iyileşmedir (Yeldan, 2002:24).
Kalkınma felsefesi, ulus devlet aygıtına da yeni iktisadi görevler yüklemiş ve yeni bir kalkınmacı devlet tipinin öne çıkmasına olanak sağlamıştır. Buna göre kalkınmacı devlet, 1950’yi izleyen çeyrek asır boyunca hem üretici, hem yatırımcı, hem de düzenleyici nitelikler sergilemiştir. Ancak, neoliberal politikalarla yeni bir küreselleşme dalgası altında misyon kazanan devlet artık yatırımcı ve/veya üretici niteliğinden arındırılmış ve toplumsal gelir dağılımını – sermaye lehine – düzenleme işlevini üstlenmiştir (Yeldan, 2002:25).
Öte yandan ulusal kalkınma stratejileriyle çokuluslu şirketlerin özel yatırım stratejilerinin birleşmesinin sonucunda kapitalizmin, eski uluslararası işbölümüne geleneksel olarak tabi tutulmuş bölgelere yayılması, aslında dünya ekonomik haritasında köklü bir yeniden şekillenmenin başlangıcıydı. Kalkınmalarını, ithalat temellerini çeşitlendirmeden kendi doğal kaynaklarını daha iyi değerlendirmek üzerine kurabilmeyi amaçlayan uluslar, uluslararası ekonomik ilişkilerinde amansız bir marjinalleşmeye uğramışlardır ki,bunun içerideki toplumsal ve politik sonuçları çok vahim olabilir.
Uluslararası uzmanlaşmalarını değiştirmeyi ve küresel imalat ürünleri pazarlarına adım atmayı başarabilenler, artık küresel boyutta serbestçe dolaşım halinde olan sermayeler için kuvvetli bir çekim alanı oluşturmaktadır. Gelişmiş Kuzey’le gelişmemiş ya da gelişmekte olan bir Güney arasındaki ilişkiyi tanımlayan geleneksel bağımlılık ilişkilerinin üstüne artık, hem Kuzey’de hem Güney’de, uzun vadede kendi ulusal ekonomisinde rekabeti gerçekleştirmeyi beceremeyen, her devleti kırılganlaştırabilecek bir rekabet ilişkisi eklenmiştir (Adda, 2007:147-148).
Özellikle Asya’da devlet, ulusal kalkınmanın öncüsü olmuştur. 1997’de Çin’e bağlanana kadar tamamen liberal bir ekonominin dünyadaki önemli örneklerinden biri olan Hong Kong’un dışında, Asya’nın kalkınmasında devlet her alanda var olmuştur. Burada devlet, pazarın yerini almak gibi bir iddiada olmadan ona yol gösterir, bilginin dolaşımını düzenler, özel sektördekilerin karar koordinasyonlarını kolaylaştırır ve kalkınma için stratejik olduğuna karar verilmiş yatırımlar için gereken kaynakların harekete geçmesini temin eder.
Kamu hizmetlerinin yerine getirilmesi ve kollektif ve toplumsal altyapıların finansmanı için gerekli kaynakları vergi yoluyla toplayan devlet aygıtlarının yerleşmesiyle, çok taraflı kurumlar tarafından uzun zamandan beri yayılan liberal görüşten apayrı bir yol izleyen devletin bu müdahale yetkinliği mümkün hale gelmiştir (Adda, 2007:146-147).
Azgelişmiş ülkelerin savaş sonrası gelişme performansları içinde beşeri kalkınma kıstasları (çeşitli sağlık ve eğitim göstergeleri) açısından kayda değer kimi olumlu gelişmeler gözlenmişse de, gelir dağılımı çok olumsuz bir görünüm sergilemeye devam etmektedir. Bu konudaki tek istisna Güneydoğu Asya ülkeleridir. Öte yandan, başta Latin Amerika olmak üzere, birçok azgelişmiş ülkede gelir dağılımı eşitsiz yapısını korumuş, bazılarında ise daha eşitsiz hale gelmiştir. Örneğin yapılan bir çalışmada Meksika’nın en zengin 17 milyarderinin toplam gelirinin, en yoksul 17 milyon Meksikalının toplam gelirinin iki katından fazla olduğu belirtilmiştir (Şenses, 2007:98-99).
Ancak küreselleşme, yapısal uyumun en yüksek faturasını yoksulların ödemeye devam ettiği Güney’deki kalkınmayı da rayından çıkarmıştır. (Güney’den kasıt Afrika ve Güney Amerika ülkeleridir) Gelişmekte olan ülkeler, ihracatı arttırmak ve alacaklılara karşı yükümlülüklerini yerine getirmek için sağlık ve eğitim harcamaları ile küçük çiftçilere yapılan yardımlarda kesinti yapmak zorunda kalmıştır. Yapısal uyum politikalarının uygulanması ile, gelir dağılımından en az pay alanlar, en çok kaybetmektedirler. Brezilya’da yakın geçmişte yaşananlar buna tipik bir örnek oluşturabilir.
Ülke ekonomisi 1998’de krize girdiğinde IMF, kamu harcamalarının yaklaşık beşte bir oranında kesilmesinde ısrar etti. Sekiz milyondan fazla yoksul Brezilya hükümetinin karneyle dağıttığı fasulye, pirinç ve şekerle hayatta kalabiliyordu. Hükümet, erzak dağıtım harcamalarında yarıdan fazla kesinti yapmak zorunda kalmıştır. Okulda öğrencilere verilen yemekte devlet %35 kesinti yapmıştır (Ellwood, 2002:94).
Bu şartlar ve örnekler altında, neo-liberal hegemonyanın azgelişmiş ülkelere önerdiği “kalkınma” modeli, daraltıcı para ve maliye politikalarına dayanan ve yüksek finansal getiri ve devalüasyon riskinden arındırılmış bir döviz kuru sistemini amaçlayan, dışa açık (yabancı sermayeye bağımlı) bir iktisadi yapıyı öngörmektedir. Bu yapı altında merkez bankaları “bağımsız” kılınarak, sadece ve sadece ulusal paranın değerini korumakla görevlendirilmekte ve bu amacın dışında başka hiçbir rol oynamamaları için ellerindeki bütün müdahale olanakları kısıtlanmaktadır (Yeldan, 2002:31-32).
Son yıllarda özellikle Birleşmiş Milletler ve daha yoğun bir şekilde Dünya Bankası çalışmalarında yoksulluk ile kalkınma kavramı sık kullanılır olmuştur. 1951 yılında yine BM’in öncülüğünde keşif edilen ve dolayısıyla tanımlanan “azgelişmiş ülke” ifadesi beraberinde azgelişmiş ve modern dünyanın nimetlerinden yoksun kesimlerin nasıl gelişeceği/kalkınacağına ait bir dizi teorik açılım ve bu açılımları hayata geçirilen stratejiler geliştirilmişti. Gerek teorik (kalkınma teorileri) ve gerekse pratik önerilerinin (kalkınma stratejileri) temel yönelimi ve meşruiyetini bir dizi söz üzerinden gerçekleştiriyordu. Daha fazla üretim, işsizliğin azaltılması, modern kentsel sektörlerin gelişmesi ve dahası sermaye birikiminin gereklerinin yerine getirileceği ifade ediliyordu.
Ama bildiğimiz gibi süreç farklı işledi, sermaye birikimi sağlandı ama işsizlik, yoksulluk azalmadı. Kalkınma iktisadı 1970’lerden itibaren vaat ettiklerini veremediği için yoğun eleştirilere konu oldu ve daha önce de belirttiğimiz gibi 1970’lerin sonunda kalkınma iktisadının sonu ilan edildi. Ancak 1990’larda “kalkınma” yeniden popüler oldu. Bu seferde kalkınmanın temel yönelimi/amacı yoksulluğun azaltılmasına yönelik olarak tanımlanmıştır.
Aslında kalkınma iktisadı ya da düşüncesinin günümüzdeki ifadeleri ile 1950’lerdeki gelişimi arasında önemli farklılıklar bulunmasına karşın, bir dizi yöntemsel benzerliğin de var olduğunu söyleyebiliriz. En önemli benzerlik; 1950’li yıllarda azgelişmişliğin nedeni daha çok içsel dinamiklere, yani azgelişmiş ülkelerin maddi ya da sosyo-kültürel özelliklerine bağlanırken, günümüzde DB, BM ya da IMF “yoksulluğun” temel nedenlerini ciddi bir şekilde araştırmadan yine bu yoksulluğu yaşayan ülkelerin içsel dinamiklerine bağlamaya yönelmişlerdir. Son yıllarda liberal iktisatçılara göre azgelişmiş ve gelişmekte olan insanlar birbirine güvenmeyen, yolsuzluk yapan, rüşvet veren, hortumcu, disipline olmayan ev ödevini yapmayan bir ruh hali içinde gösterilmiştir (Ercan, 2006a:112).
Son olarak Stiglitz’in kalkınma yorumuna bakacak olursak (Stiglitz, 2006:278-279);sürdürülebilir kalkınmanın asıl amacı, adil ve demokratik büyüme sağlayacak politikaları yaratmaktır. Kalkınmanın asıl amacı budur. Kalkınma, birkaç kişinin zengin olmasına katkıda bulunmak veya yalnızca ülkenin elit kesiminin yararlandığı bir avuç anlamsızca korunmuş sanayi dalı yaratmak demek değildir. Kalkınma kentli zenginlere lüks tüketim markalarını getirip kırsal kesimdeki yoksul insanları sefalet içinde bırakmak demek değildir.
Kalkınma toplumun dönüşmesi demektir. Yoksulların hayatlarını daha da iyileştirmek ve herkesin başarı şansına, sağlık, eğitim hizmetlerinden yararlanma fırsatına sahip olması demektir. Eğer ülkelerin uygulayacağı politikaları yalnızca birkaç kişi dikte ederse, bu tür kalkınma gerçekleşmez. Demokratik kararlar alınmasını sağlamak demek, gelişmekte olan ülkelerden çok çeşitli ekonomist, yetkili ve uzmanın tartışmaya aktif olarak katılmasını sağlamak demektir. Ayrıca uzmanlar ve politikacıların ötesinde geniş bir katılım olması demektir. Gelişmekte olan ülkeler kendi geleceklerinin sorumluluğunu üstlenmek zorundadır.
Mikro Girişimcilik
Dünya Bankası’nın yoksulluğun çözümü için son yıllarda üzerinde çokça durduğu mikro girişimcilik, piyasa temelli ve piyasa aksaklıklarının yoksulları etkilediği ülkelere yönelik bir çalışmanın ürünüdür. Son yıllarda mikrokredi adıyla anılmaktadır.
1970’li yıllardan itibaren özellikle bazı azgelişmiş ülkelerde uygulanıp başarılı sonuçlar vermeye başlayan mikrokredi yönteminin bu tip ülkelerde yaygınlaştırılması çabalarında artışlar gözlenmiştir. Mikrokredi ile kalkınma yaklaşımında azgelişmiş ülkelerin tipik karakteristiklerinden olan yoksulluk ve yoksul kesim üzerinde yoğunlaşılmakta, bu insanların öncelikle mevcut bilgileri ile üretken hale getirilmesine çalışılmaktadır. Bu sistemle ulaşılmak istenen insanların birçoğu hayatlarının hiçbir döneminde düzenli bir gelire ya da düzenli bir çalışma hayatına sahip olamamış insanlardır.
Buradaki amaç gelir bakımından toplumun en alt tabakasında bulunan insanlara ulaşmak, onları üretim sürecinde değerlendirip düzenli bir gelir elde etmelerini sağlayabilmektir. Böylece ekonomide bir üretim artışı, yani büyüme oranının yükseltilmesi ve gelir artışı sağlanması hedeflenmektedir. Mikro girişimcilik ile büyük ölçekli, modern ve ekonomideki belirli sektörlere yönelik kalkınma programları yerine, işe kişi başına düşen gelir ve üretim miktarını arttırmakla başlanmakta, bu sayede genelde emek yoğun bir strateji ile insanların esas olarak doğuştan gelen ya da aile içindeki öğrendiklerinden yararlanmak suretiyle kalkınma hedeflenmektedir (Çak, 2007:14-15).
Mikrokredi sisteminin bugünkü temelleri Profesör Muhammed Yunus tarafından atılmıştır. Grameen Bankası Projesi (Grameen Bangladeşçe’de “kırsal” ya da “köylü” anlamına gelmektedir) 1976 yılında Yunus’un başlatmış olduğu bir araştırma projesidir. 1978 yılında Grameen Bankası Projesi Bangladeş (tarım) Bankası’nın deneysel bir şubesi haline gelmiştir (Mikrokredi Projesi Uygulama Esasları, 2004:14).
Grameen Bankası Projesi’nin belirli hedefleri şunlardır (Çevrimiçi)http://www.grameen-info.org, 14 Ocak 2010:
- – Yoksul kadın ve erkeklerin bankacılık imkanlarını genişletmek,
- – Tefecilerin yoksullara kredi karşılığı sömürülerini ortadan kaldırmak,
- – Büyük çoğunluğu Bangladeş’in kırsalında yaşayan insanlara fırsatlar ve istihdam yaratmak,
- – Yoksul hanehalkı içinde özellikle kadınların dezavantajlı konumlarını belirlemek ve kendilerini anlamalarını ve durumlarını iyileştirme sürecine dahil olmalarını sağlamak,
- – Eski bir kısır döngü olan “düşük gelir, düşük tasarruf ve düşük yatırım” yerine kredi enjeksiyonu ile döngüyü çevirerek “daha fazla gelir, daha fazla tasarruf, daha fazla yatırım ve daha fazla gelir” elde etmektir.
Aralık 2009 itibariyle bankadan kredi alanların sayısı 7.97 milyondur. Bunun yüzde 97’sini kadınlar teşkil etmektedir. 2562 şube ile, 83.458 köyde Grameen Bankası faaliyet göstermektedir (Çevrimiçi)http://www.grameen-info.org, 14 Ocak 2010.
Mikrokredi uygulamaları, uyguladığında ülkelerde başarılı sonuçlar vermiş olsa bile, özünde piyasanın içine dahil edildiği ve yoksulların neden yoksul olduklarını sorgulayamadığı bir sistemi de beraberinde getirmiştir. Aynı zamanda mikrokredi sistemi uygulanması sırasında birtakım zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu zorluklardan ilki finansal yetersizliktir. Sistemin en zayıf yönü hâlâ birçok ülke uygulamalarından da izlenebildiği gibi finansal anlamda kendi kendine yeterliliği sağlayamamasıdır.
Birçok mikrokredi kuruluşu tarafından yüzde 99’lara varan yüksek geri ödeme oranlarından bahsedilse dahi, bu oranlar şimdilik sunulan hizmetlerin bir bölümünün maliyetlerini karşılayabilmektedir. Bu nedenle mevcut uygulamaların birçoğunda gönüllü bağışlardan, çeşitli devlet desteklerinden ve hayır kuruluşlarınca yapılan yardımlardan yararlanılmaktadır (Çak, 2007:85).
Diğer bir zorluk ise idari zayıflıktır. Bazı çalışmalarda birtakım uygulamaların başarısızlıkla sonuçlanması, tümüyle zayıf idari yapıya ve işten anlayan teknik personelin kuruluş bünyesinde barındırılamamasına bağlanırken, bu tür organizasyonların yoksullukla savaşmak bir yana az olan kaynakları bilinçsizce tükettikleri ve yoksul insanların beklentileri ile oynadıkları için adeta yoksulluk ürettikleri belirtilmektedir.
Öte yandan küreselleşme ile etkisi çok fazla hissedilen finansal sistemlerdeki kırılganlıklar, yoksul kesimi kredi imkanları ile tanıştırmaya çalışan mikrokredi uygulamalarını etkilemektedir. Karşılaşılan bir diğer zorluk da budur. Ayrıca mikrokredi sistemi açısından yeni sayılabilecek bir diğer zorluk ise bu alanda faaliyet gösteren kuruluşların belirli bölgelerde toplanmaları ile birlikte ortaya çıkan rekabet ortamı ve söz konusu bölgelerde ilgili piyasanın talep açısından doyma noktasına ulaşmasıdır.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde mikrokrediye olan talep her geçen gün artış gösterirken, mikrokredi kuruluşlarının belirli bölgeleri kuruluş yeri olarak belirlemeleri bu bölgelerde hem rekabeti arttırmakta hem de arz talep dengesini bozmaktadır (Çak, 2007:86-87).
Özetlersek; yoksulluğun azaltılmasına yönelik politikaların en önemli belirleyenlerinden biri mikro girişimciliği destekleyen politikalar olmuştur. Örnek olarak yoksulluktan en fazla etkilenen kesimler olarak kadınları güçlendirmek için kadın girişimciliğini geliştirmeye yönelik çabalar bu anlamda ilgiye değerdir. Tüm bu politikalar aslında yoksulluğu yaratan sistemik unsurların daha da derinleştirilmesine yol açmaktadır. Bu yöndeki gelişmeyi DB’nın 2000/2001 yılında yayınladığı Atracking Poverty Raporu’nda daha açık görebiliriz.
Yoksulluk artık bir zorunluluk olarak tanımlanmaktadır. Bu zorunluluktan kaçmak için piyasa merkezli çözümler ileri sürülmektedir. Raporda yoksulların en önemli sorunlarının piyasaya girememeleri olarak ifade edilmektedir. Yoksulların piyasaya giriş şartlarını arttırmak için onların emek- yoğun güçlerine nitelik kazandırılması ve dahası girişimci olabilmeleri için minimum kredi olanaklarının sağlanmasına yönelik çözüm önerileri öne sürülmektedir.
Özel yatırımların cesaretlendirilmesi bu anlamda temel strateji olmaktadır. Eskiden hak olarak tanımlanan eğitim, sağlık ve iş bulma artık fırsat olarak değerlendirilmektedir. Küreselleşen dünyada rekabette ayakta kalma adına taleplerin gelişmesi, aynı zamanda yoksulların daha fazla piyasa sürecine çekilmesi ve daha etkin bir girdiye dönüştürüldüğünü görmekteyiz. Yoksulluk yazını böylece yeniden kalkınma kavramları ile ifade edilmeye başlanmıştır ve adı bütünlükçü kalkınma olarak konmuştur. Böylece bütünlükçü kalkınmada, piyasa merkezli devletin oluşumunun kurumsal gerekleri yerine getirilmektedir (Ercan, 2006a:114).
Piyasa Aksaklıklarının Giderilmesi
Piyasa aksaklıkları bilindiği üzere tam rekabet piyasasından ayrılarak, aşırı kâr amacıyla monopol veya oligopol piyasalarına geçilmesiyle arzın kısılması ve kaynak tahsislerinin optimumdan sapması sonucunda israfın ortaya çıkmasıdır. Monopol kârların gerçekleştirilebilmesi, fiyatların marjinal maliyetleri aşmasına bağlıdır. Daha çok Keynesçi ekonomistlerin savunduğu bir görüştür. Piyasanın hiçbir zaman tam rekabet koşullarına ulaşamayacağını ve devlet müdahalesini ve düzenleyiciliğini savunmaktadırlar. Genel olarak devletin piyasa müdahalesinin gerekçeleri şunlardır; Kamusal mallar, asimetrik bilgi, dışsallıklar, eksik rekabet ve işsizlik, enflasyon, eşitsizliklerdir.
Aslında, kapitalizmin işleyiş dinamiklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan piyasa aksaklıkları/yetersizlikleri “sosyal devlet politikaları” söylemi ile bir anlamda perdelenmiş olmaktadır. Sosyal devlet politikaları bütçelerde sosyal nitelikli harcamalara ağırlık veriyordu. Üretim alanlarına ve faaliyetlerine fazlaca müdahale etmeden, sosyal harcamaların arttırılması yoluyla ekonomiye müdahale yönteminde, kapitalizme uygun olarak, kapitalizmin önünü açacak harcamaların arttırılması yanında, sermayenin üretim faaliyet alanları kısılmamış olmaktadır (Önder, 2004:338).
Kalkınma stratejilerine yeniden odaklanma ile birlikte, yoksulluğu azaltmada ekonomik büyümenin ve finansal gelişmenin katkıda bulunabileceği üzerine ilgi artmıştır. Bu ilgi, yaygın bir kredi ve sigorta ile özellikle finansal hizmetlere yoksulların erişimini, geliştirilmesini ve yoksulların verimli gelirlerini güçlendirmeye ve sürdürülebilir geçimlerinin potansiyellerini arttırmaya yöneliktir. Piyasa aksaklıkları yoksulluğun temel nedenidir ve finansal piyasa aksaklıkları özellikle asimetrik bilginin ve kredilerin yüksek maliyetli olmalarından ileri gelmektedir (Jalilian ve Kirkpatrick, 2001:5).
Dünya Bankası’nın yayımlamış olduğu 2000/2001 raporunda piyasa aksaklıklarından 2. bölümde “fırsat” ana başlığı altında bahsedilmektedir. Rapora göre, piyasalar özel nedenleri yüzünden yoksullara iyi hizmet veremezler. Piyasada krediyi verenler ile alanlar arasındaki asimetrik bilgi, ters seçim ve ahlaki tehlike sorunlarını yaratmaktadır. Bu soruna geleneksel yaklaşım kredi için borçlulardan teminat talep etmektir. Ancak bu geleneksel çözüm yoksulların bu teminatları vermede yetersiz olmaları nedeniyle piyasadan dışlanmalarına yol açmaktadır. Ayrıca, işlem maliyetleri yoksul insanların talip olduğu küçük krediler için göreceli olarak yüksektir. Ve nüfus yoğunluğunun düşük olduğu bölgelerde fiziksel olarak bankacılık hizmetlerine erişim zor olmaktadır (WB, World Development Report, 2000/2001:74).
68
Sonuç olarak yoksulların piyasa aksaklıklarının ortadan kaldırılması ile kredilere ulaşması kolaylaştırılacak ve kredi alımı ile ortaya çıkan risk sigortalanacaktır. Bu hizmetlerin sunumu yoksulların kredi alma korkuları ortadan kaldırılacaktır.
Đyi çalışan piyasalar yoksul insanların yoksulluktan kurtulmaları için fırsatlar yaratacaktır. Ancak piyasalar kurulurken – daha iyi çalışması için – yoksulların piyasalara özgür ve adil erişimi zor ve zaman almaktadır. Zaman zaman piyasa reformları yoksullar için istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Önemli olan bu hatalardan ders almak ve ülkenin ekonomik, sosyal ve politik koşullarına göre yeniden dizayn etmektir. Piyasa yanlısı reformlar, kazananlar ve kaybedenler yaratır. Kaybeden yoksullara toplumun bu geçiş sürecinde yardımcı olması zorunludur (WB, World Development Report, 2000/2001:76).
Birleşmiş Milletlerin Yoksulluk Politikası
Birleşmiş Milletler, 24 Ekim 1945’te kurulmuştur. Dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararası ekonomik toplumsal ve kültürel bir işbirliği oluşturmak amacıyla 192 üye ülkeye sahip bir kuruluştur.
IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nde seslerini fazla duyuramayan çevre ülkeler açısından Birleşmiş Milletler (BM) önemli bir kurum olarak görülür. Diğer uluslararası kurumlarda her ülkenin oy ağırlıkları farklı iken, BM’de her ülkenin tek oy hakkı vardır. Bu sayede çevre ülkelerin BM çatısı altında seslerini duyurabilme şansları daha fazladır (Bingöl, 2003:93).
BM’nin 1948 yılında kabul ettiği Đnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 25.maddedeki “Herkes, kendisinin ve ailesinin sağlığı ve refahı için yeterli yaşam düzeyi (gıda, giyim, konut, sağlık hizmetleri ve gerekli sosyal hizmetler dahil) hakkına ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık koşullarından kaynaklanan geçinebilme güçlükleri karşısında güvence hakkına sahiptir” ifadesi örneğinin bugünün yoksulluk gündeminde yer alması düşünülen temel amaç ve politikaların çok büyük kısmını kapsamaktadır.
Değişik ülke deneyimlerine ilişkin değerlendirmelerden çıkaracağımız bir temel sonuç, yoksulluğun hafifletilmesi ve zaman içinde ortadan kaldırılması için temel yaklaşımlar ve önlemler konusunda çok büyük bir belirsizlik bulunmadığı, neler yapılması gerektiğinin açıkça ortada olduğu, daha zor sorunun bunların nasıl gerçekleştirileceği ile ilgili olmasıdır (Şenses, 2006:301).
BM, 1996 yılını Yoksullukla Mücadele Yılı, 1997-2006 yılları arasında kalan dönemi de Yoksullukla Mücadele On Yılı ilan etmiştir. Ve 2000 yılında Milenyum Zirvesi (Millennium Assembly)’ni düzenlemiştir (Şenses, 2006:25).
Milenyum Zirvesi 2000 yılının Ekim ayında New York’ta BM genel merkezinde 189 ülkenin devlet veya hükümet başkanlarının katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Zirvede özgürlük, eşitlik, dayanışma, tolerans, doğaya saygı ve sorumluluğu paylaşma için gerekli olanlar tartışılmıştır. Ve amaç 2015 yılında mutlak yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının yarıya indirilmesi olarak belirlenmiştir. Đlk kez 2000 yılında Cenova’da BM Genel Kurulu’ndaki 24. Özel oturumda kabul edilen Milenyum Kalkınma Hedefleri, Milenyum Zirvesi ile kalıcı hale gelmiştir (The United Nations Development Agenda, 2007:7).
Milenyum Kalkınma Hedefleri şunlardır (UN:The Millennium Development Goals Report, 2009):
– Aşırı yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldırmak,
– Herkes için evrensel ilköğretimi sağlamak,
– Cinsiyet eşitliğini teşvik etmek ve kadınları güçlendirmek, – Çocuk ölümlerini azaltmak,
– Anne sağlığını iyileştirmek,
– HĐV/AĐDS, sıtma ve diğer hastalıklarla mücadele etmek,
– Çevresel sürdürülebilirliği sağlamak,
– Kalkınma için küresel işbirliğini kurmak.
Genel olarak yoksullukla mücadelede bazı iyi gelişmeler kaydedilmiş olmasına rağmen, küresel boyutta yoksulluk olgusu varlığını devam ettirmektedir. Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Milenyum Zirvesi’ndeki kalkınma hedeflerine ulaşılması için gelişmiş ülkelerin yıllık yardımlarını iki katına (100 milyar dolar) çıkarması gerektiğini vurgulamıştı. Dünya Bankası da 2002 Ocak ayında yayınladığı bir raporunda yıllık 40-60 milyar dolar ilave bir yardım gereğine vurgu yapmıştır (Uzun, 2003:159).
BM çatısı altında yer alan IFAD (Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu), son on yılda yoksulluğun azaltılmasına ilişkin uluslararası çabaların azaldığına, bu konuda sağlanan başarının önceki yirmi yılla kıyaslanamayacak kadar düşük kaldığına, BM’nin Milenyum Zirvesi’nde benimsenen yoksulluğun 2015 yılına kadar yarıya indirilme hedefinin tutturulamayacağının da şimdiden ortaya çıktığına ve kırsal yoksulluğun azaltılması hedeflerinin, özellikle Güney Sahra ülkeleri için, çok altında kalındığına dikkat çekmektedir (Şenses, 2006:315).
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP-United Nations Development Programme) BM’nin kalkınma ve dolayısıyla yoksulluğu azaltma alanında faaliyet gösteren kuruluşudur.
BM’nin küresel kalkınma ağı olarak UNDP; bireylerin seçeneklerini arttırmak, onların uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmeleri için kapasitelerini geliştirmek, bilgiye ulaştırmak, kaliteli bir yaşam standardına kavuşturmak ve içinde bulundukları toplumu ve yaşamlarını etkileyen kararları için çalışmaktadır. UNDP 166 ülkede, çeşitli ortakları ile birlikte toplumlara kendi buldukları çözümlerde yardımcı olarak, onların ulusal ve küresel kalkınma çabalarına destek vermektedir. UNDP dünyada kurduğu bir çok ortaklıkla temel birkaç alanda çalışmaktadır. Demokratik yönetişim, yoksulluğun azaltılması, krizleri önleme ve krizlerden çıkma, enerji ve çevre, HIV/AIDS (Çevrimiçi)http://www.undp.org.tr, 27 Ocak 2010.
İnsani Kalkınma Raporları
UNDP ilk kez 1990 yılında İnsani Kalkınma Raporu (Human Development Report) yayınlayarak, yukarıda belirtilen alanlarda yeni ölçüm araçları, yenilikçi analizler ve çoğunlukla da tartışmalı politikalar üretmektedir.
Dünya Bankası çalışmalarında olduğu gibi UNDP’nin çalışmaları da birey merkezli kalkınma modelini içermektedir. Bu model çerçevesinde yürütülen tartışmalarda küreselleşme sürecinde yaşanan eşitsizliklere dikkat çekilmekte ve bu eşitsizliklerin bir sonucu olan yoksulluk ile mücadele kullanılabilecek politik araçlar tanımlanmaktadır.
“Küresel yoksulluk” kavramı, yaşanan bu eşitsizlikleri tanımlamada kullanılan başlıca kavramdır. 1990 yılından itibaren UNDP tarafından düzenli olarak yayınlamaya başlanan İnsani Kalkınma Raporları’nda, bireylerin tercihlerini göz önünde bulundurmayan bir büyüme sürecinin eksiklik olacağı vurgulanmakta, kalkınmanın gereği olarak bireylerin tercihlerini genişletebildikleri bir büyüme modelinin esas alınması gerektiği dile getirilmektedir.
Yine bu çalışmalarda, nicel olarak insani kalkınma endeksi ile insani yoksulluk endeksi verileri kullanılarak, insani kalkınma düzeyi hakkında yapılan araştırmalara yer verilmektedir. 1996 yılına ait raporda ise küreselleşme sürecinde dramatik gelişmelere tanıklık edildiği belirtilmekte; bireylerin tercihlerinin etkin bir şekilde ifade edilemediği, doğal kaynakların etkin olarak kullanılamadığı, kültürel kimliklerin tehdit altında olduğu bir büyüme süreci yaşandığı ifade edilmektedir.
1997 yılının kalkınma raporunda gelişmekte olan ülkelerdeki nüfusun yaklaşık üçte birinin günde 1 ABD dolarından daha az gelire sahip olduğu belirtilmektedir. Küreselleşme süreci ile birlikte ticari gelirlerdeki artışa rağmen gelir dağılımında en üstte yer alan yüzde 20 ile en alttaki yüzde 20 arasındaki eşitsizliklerin giderek artması, üzerinde durulması gereken bir başlık olarak önemini korumaktadır. (Tahsin, 2001:39).
2009 yılında yayınlanan Đnsani Kalkınma Raporu insani hareketliliği öne çıkarmaktadır. Rapora göre küresel dağıtımlarda eşitsizlikler vardır. Đnsani kalkınma için, hareketlilik potansiyeli arttırılmalıdır. Mevcut uluslararası formlarda tartışılan – en önemlisi küresel göç ve kalkınma forumu – değerli fırsatlar yaratmak için değişiklikleri anlatmak ve tecrübeleri paylaşmak olmuştur. Bu tartışmalardan hükümetlerin ulusal düzeyde göçmenlere ve hareket halindekilere temel hizmetleri sağlaması tavsiyeleri sonucuna varılmıştır. 2009 yılı raporuna göre hareketlilik (mobility) insani kalkınma için potansiyeli, hedef toplumlar için – kalanlar ve gidenler arasında – arttırmak zorundadır (UNDP, Human Development Report 2009:112).
İnsani Kalkınma Endeksi
Bileşik ölçütler arasında en çok ilgiyi, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından geliştirilen ve ölçüm yöntemleri zaman içinde kimi değişikliklere uğrasa da 1990 yılından bu yana kullanılmakta olan Đnsani Kalkınma Endeksi (HDI – Human Development Index)’nin çektiği söylenebilir. Endeks; iyi ve uzun yaşam, bilgiye erişim ve yüksek yaşam standardı esasına dayalı bir insani gelişme tanımından yola çıkarak gelir, eğitim ve sağlık göstergelerinden oluşmakta, sosyo- ekonomik göstergeleri ekonomik büyümeyle ilişkilendirmekte ve gelişmiş ülkeler ve azgelişmiş ülkelerin durumlarını birlikte izleyerek uluslararası kıyaslamalar yapılabilmesine olanak sağlamaktadır. HDI ilk bakışta 1970’li yılların sonlarında Morris tarafından geliştirilen Fiziksel Yaşam Kalitesi Endeksi’ni çağrıştırsa da, daha iyi bakıldığında farklı olarak merkezinde Sen’in dilimize “yapabilirlik” olarak çevrilebilen “capabilities” kavramının yer aldığı bir temele dayanmaktadır (Şenses, 2006:100-101).
HDI sıralaması 0 (düşük insani kalkınma) ve 1 (yüksek insani kalkınma) arasında değişir. HDI, gelir eşitsizliğini doğrudan kapsamaz; bununla birlikte yakından ilişkilidir. Gelirin daha düzenli dağıldığı ülkelerin kişi başına geliri veri olarak alındığında, bu ülkelerin ortalama yaşamda ve eğitimde daha yüksek bir ortalamaya yöneldikleri ve dolayısıyla daha yüksek HDI değerine sahip oldukları görülmektedir.
Çünkü bir ülkede kişi başına düşen gelir düşük olduğundan veya kötü dağıldığından yoksulluk oranı yüksekse, pek çok hane halkının insani kalkınma üzerine yaptığı harcamalar da düşük olacaktır. Đnsani kalkınma ile ilişkili maddelere harcama yapılması, büyük ölçüde yoksulluğun düşüş oranından etkilenir. Doğal olarak, eğer yoksul bir hane halkı ekstra gelir sağlarsa, gıda harcamaları ve kalori tüketimleri belirgin şekilde artacaktır (Aldemir, 2003:23).
HDI kavramına ek olarak “insani yoksulluk” kavramı geliştirilmiş ve ortaya insani yoksulluk endeksi (HPI-Human Poverty Index) çıkmıştır. HPI’da verili bir nüfusta aynı elementlerin dışında minimum gelir seviyesi, yaşam süresi ve eğitim gibi faktörlerin de şart koşulmasıyla bunların yeniden dağılımı hesaba katılır. Bu seviyenin altında kalan nüfus yüzdesi ise HPI olarak adlandırılır. HDI değeri aynı ve benzer olan iki ülke arasında HPI değerleri farklılık gösterebilir.
İnsani yoksulluk endeksinin, insani kalkınma endeksi yerine geçen bir endeks olarak görülmemesi gerekmektedir. Her ikisinin de kendi amaçları vardır ve birbirlerini tamamlarlar. HDI, yaşam kalitesinin farklı özelliklerini inceler ve tüm insani kalkınmanın derecesi üzerinde toplam bir yargıya varır. HPI ise yaşam kalitesindeki yoksunlukların farklı özelliklerini araştırır ve yoksullaşmanın getirdiği yoksulluğun oluş derecesi hakkında toplam bir yargıya varır (Aldemir, 2003 27-28).
İnsani yoksulluk yaklaşımıyla, bireyin toplumsal hayata katılabilmesi için, asgari gelirden öte nelerden mahrum olduğu yansıtılmak istenmektedir. Aynı zamanda bu yaklaşımla, ülkeler arası karşılaştırmalarda bir ülkenin diğerine göre yoksullukla mücadelede aldığı yol ölçülmektedir. Ancak HPI, bir ülkedeki yoksul sayısını ve oranını hesaplama olanağı vermemekte, yoksullukla mücadelede bir ülkenin aldığı yolu, yani yoksullukla mücadele politikalarının etkinliğini somut göstergeler ışığında ölçme olanağı vermektedir.
Salt parasal olmayan somut göstergeler ışığında da, ülkeler arası karşılaştırmalar yapmak olanaklıdır. Ancak bu somut göstergelerin, aynı zamanda insani kalkınma göstergeleri olduğu dikkate alınırsa; insani yoksulluk endeksinin, insani kalkınma endeksiyle arasındaki farkın azaldığı ve insani yoksulluk endeksinin çözümleme özgürlüğünü yitirdiği söylenebilir (Đnsel, 2001:71).
Analizlerde ve raporlarda iki farklı insani yoksulluk endeksi kullanılmaktadır. HPI-1 ve HPI-2 olarak ikiye ayrılan endekslerden, HPI-1 gelişmekte olan ülkeler için kullanılırken, HPI-2 gelişmiş ülkeler için kullanılmaktadır.
HPI-1, gelişmekte olan ülkelerin insani yoksulluğunu ölçerken; uzun ve sağlıklı bir yaşam yoksunluğunu, “bugün doğan ve kırkına ulaşmayı ummayan kişi yüzdesi” ni kullanır. Bilgi yoksunluğu, “okur-yazar olmayan yetişkin oranı” ile, ekonomik koşullardaki yoksunluk ise, “sağlık hizmetleri ile birlikte iyi suya ulaşamayan nüfus yüzdesi” ve yetersiz beslenen beş yaşın altındaki çocuk yüzdesiyle ölçülmektedir (Aldemir, 2003:29).
HPI-2’de ise uzun ve sağlıklı bir yaşam yoksunluğu; “bugün doğan ve 60’ına ulaşmayı ummayan kişi yüzdesi” ile ölçülmektedir. Bilgi yoksunluğu, “fonksiyonel okur-yazar olmayan yetişkin oranı” ile ve ekonomik koşulların yoksunluğu da “gelir yoksulluğunun (çünkü gelişmiş ülkelerde özel gelir ekonomik koşulların daha büyük kaynağıdır) varlığı” ile ölçülmektedir. Ek olarak bir yıldan fazla süren uzun dönemli işsizlik de endekse dahil edilmektedir (Aldemir, 2003:30).
Bu iki endekse ek olarak Toplumsal Cinsiyet Bazında Gelişme Endeksi (GDI – Gender Empowerment Index) de yer almaktadır. GDI yoksulluk konusuna toplumsal cinsiyet açısından yaklaşmakta ve HDI’da yer alan temel göstergeleri kadınların ve erkeklerin ulaştıkları oranlar kapsamında değerlendirmektedir.
Uluslararası Para Fonu’nun Yoksulluk Politikası
Bretton Woods Konferansı’nın doğurduğu diğer bir kuruluş olan Uluslararası Para Fonu (IMF) küresel bir bunalımın bir daha çıkmasını engellemek görevi ile kurulmuştur. IMF ekonomik istikrarı sağlamak için küresel düzeyde bir kollektif faaliyete ihtiyaç olduğu inancına dayanılarak meydana getirilmiştir. BM politik istikrarı sağlamak için küresel düzeyde bir kollektif faaliyete ihtiyaç olduğu düşüncesiyle çalışırken, IMF de ekonomik istikrarı sağlamak için çalışmaktadır.
IMF dünya çapında vergi mükelleflerinin ödediği paralarla kurulan, uluslararası bir kuruluştur. Bunu unutmamak gerekir çünkü bu kuruluş ne finanse eden insanlara ne de yaşamlarını etkilediği insanlara rapor vermemektedir. Bunun yerine devletlerin maliye bakanlıklarına ve merkez bankalarına rapor vermektedir. Kuruluşundan bu yana karmaşık bir oylama sistemine sahiptir. Günümüze kadar bu oylama yetkisinde ufak tefek değişiklikler olmasına rağmen ABD’nin fiili veto hakkı vardır (Stiglitz, 2006:33-34). Keynes’in savunduğu Dünya Merkez Bankası önerisinin reddedilmesi de, IMF’nin ABD’ye bağımlı ve üzerinde daha etkili olduğu kuruluşa dönüşmesini sağlamıştır.
IMF’nin temel görevlerini şöyle sıralayabiliriz (Çevrimiçi)http://www.teskomb.org.tr, 30 Ocak 2010:
– Parasal konularda uluslararası işbirliğini güçlendirmek,
– Üye ülkeler arasında düzenli kambiyo ilişkilerini güçlendirmek,
– Uluslararası ticaretin dengeli büyümesi ve yaygınlaşmasını sağlamak,
-Ödemeler dengesi sorunlarını aşmaları için hükümetlere mali kaynak sağlamak,
-Uygulanan programları toplumun en yoksul kesimlerini olumsuz etkilememesini sağlamak.
IMF kurulduğu günden bugüne geçen yıllarda gözle görülür bir şekilde değişmiştir. Piyasaların kötü işlediği inancı ile kurulmuşken, günümüzde piyasaların üstünlüğünü savunmaktadır. Geçmişte genişlemeci ekonomi politikaları (ekonomiyi canlandırmak için harcamaları arttırmak, vergileri azaltmak ya da faiz oranlarını düşürmek gibi temel politikalar) izlemeleri için uluslararası bir baskı uygulamak için kurulmuşken; bugün IMF açıkları kapamak, vergileri arttırma ya da faiz oranlarını yükseltme gibi ekonomide küçülmeye yol açacak politikaları benimseyen ülkelere fon sağlamaktadır (Stiglitz, 2006:34).
IMF, Dünya Bankası ile birlikte ABD Hazine Bakanlığı arasında Washington Konsensüsü olarak adlandırılan neo-liberal politikaların uygulayıcısı konumundadır.
Washington Konsensüsü’nün içerdiği politikalar şunlardır (Rodrik, 2006:978):
– Mali disiplin,
– Kamu harcamalarındaki politik tutumu değiştirme, – Vergi reformu,
– Finansal liberalizasyon,
– Döviz kurlarını konsolide etme,
– Ticaret liberalizasyonu,
– Özelleştirme,
– Develüasyonlar,
– Mülkiyet haklarının korunması.
IMF’nin finansal programlara yaklaşımı giderek daha karışık modelleri kapsayacak şekilde gelişmektedir. Yıllar içinde IMF’nin konumu ödemeler dengesine basit parasal yaklaşımdan daha geniş bir iktisat teorisi ve etkenler sahasına doğru kaymıştır. 1980’lerin ortalarından beri, finansal program çerçevesinin oluşumuna IMF’nin kısa vadeli istikrar amaçları yanında, orta ve uzun vadeli uyum (adjustment), hedeflerine doğru genişleyen arz-yanlı seçeneklere doğru yönlendirirken, istikrardan uyuma geçiş de iki şekilde biçimlenmektedir.
Bunlardan ilki, ana akım iktisat analizine dayanan finansal ve ticari serbestleşmeler ile deregülasyonlar ve özelleştirmelerdir. Bu önlemler iktisat yazınında genişçe tartışılmıştır. Đkinci yönelime ise öneri niteliğinde yaklaşılmış ve ilgili yazında çok az tartışılmıştır. Bu ikinci yönelim, IMF’nin finansal program modelinin DB’nın Genişletilmiş Minimum Standart Modeli (RMSM) ile birleştirilmesidir. Bu model teorik eksikliklere ve çelişkilere sahip oldukları yönünde tartışmalara açık olmaktadır (Fine, 2003:71).
IMF kısa dönem ve istikrarla, DB da uzun dönem büyümeyle ilgileniyorsa, bunların faaliyetlerinin birbirlerinden bağımsız hareket ettiğini ya da IMF ve DB’nın birbirlerini güçlendirdiğini düşünmek tamamen mantıksızdır (Fine, 2003:75). IMF ve DB güdümünde uygulamaya konan istikrar ve yapısal uyum programları her yerde aynı amaçları hedefledi.
Bunlar arasında – daha önce de belirttiğimiz gibi – piyasa yanlısı dışa açık modelin bir gereği olarak ithalat liberalizasyonu, reel ücretler üzerinde denetim, finansal liberalizasyon, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve genel olarak devletin küçültülmesi yanında daraltıcı para ve maliye politikaları ve sosyal harcamaların kısılması sayılabilir.
Güney Amerika ve Güney Sahra ülkeleri başta olmak üzere, birçok azgelişmiş ülke, IMF ve Dünya Bankası programları aracılığıyla hızla neo-liberal ekonomi politikaları yörüngesine girdi ve temel ekonomi politikaları üzerindeki etkilerini büyük ölçüde bu iki kuruluşa devretti (Şenses, 2006:17-18).
Yapısal uyum programları, 4 milyardan fazla insanın geçimini doğrudan etkilemektedir. Yapısal uyum programının hayata geçirilmesi tekil borçlu ülkelerin büyük bir bölümünde, makro ekonomik politikanın; güçlü, mali ve siyasal çıkar grupları adına hareket eden IMF ve DB’nın doğrudan denetimi altında “uluslararasılaştırılması”nı sağlamaktadır. Bu yeni ekonomik ve siyasal egemenlik biçimi, piyasa güçlerinin görünüşte “tarafsız” etkileşimi aracılığıyla insanları ve hükümetleri ikinci plana itmektedir (Chossudovsky, 1999:42).
Uygulanan makro-ekonomik politikaların yoksulluğu çözmesi üzerine yapılan birçok araştırmada gelir dağılımının incelenmesi tuzağına düşülmüştür. Ancak genelde yoksullar uyum politikalarından olumlu yönde etkilenmemektedir, çünkü bu kitlelerin çoğu kırsal ekonomiden çözülen ve enformel sektörde veya geçimlik üretimde çalışanlardır ve toplumdaki güvenlik ağının büyük bir kısmı orta sınıfa aktarılmaktadır.
Ekonomideki söz konusu büyüme yoksulun gelirini de arttıracaktır. Bu, toplumların en alttaki beşte birlik dilimi için geçerli olmaktadır ve büyümenin yoksulların geliri üzerindeki etkisi açısından fakir ülkeler ile zengin ülkeler arasında bir fark yoktur. Buradan hareketle IMF ve ortağı DB’nin konuyu makroekonomik politikanın sosyal içeriği yerine, bu politikaların sosyal etkisi üzerine biçimlendirdiklerini söyleyebiliriz.
Bu onların programlarında yoksulluk etkileri üzerine odaklandıkları, ancak politika seçimlerini belirleyen “toplumsal güç dengesi”ni dikkate almakta yetersiz kaldıkları anlamına gelmektedir. Sonuç şudur: 1) Büyüme, zorunlu olarak zenginleşenlerden toplumun yoksul kesimlerine doğru bir gelir aktarımını ve sosyal adaleti getirmez; 2) eşitsizliğin kendisi büyümeyi engeller, örneğin eğtim erişiminde eşitsizlik beşeri sermayede düşük kapasite anlamına gelmektedir; 3) geçici güvenlik ağları bir yoksulluk azaltma politikası oluşturmaz (Fine, 2003:77-78).
Sonuç olarak yapısal uyum politikalarının ve eş anlı olarak uygulanan istikrar programlarının yoksulluk üzerindeki etkisinin de genellikle olumsuz yönde olduğu kanısında yaygın bir görüş birliğine varılmaktadır. Örneklerle açıklarsak; Güney Amerika ülkelerinde, 1980’li yıllarda insanların yaşam standartları belirgin bir biçimde kötüleşmiştir.
Kolombiya, Uruguay ve bir ölçüde de Kosta Rika ve Şili dışında kalan ülkelerde gelir dağılımı daha da bozulurken, hem mutlak hem de göreli yoksulluk artmış, sınıf yapısındaki kutuplaşma daha da belirginleşmiştir. Đşgücü arzındaki artış, düşük büyüme hızları ve sınırlı istihdam artışları sonucunda artan işsizlik, reel ücretlerdeki hızlı düşüş, buna karşılık üst gelir gruplarının yüksek reel faizlerden sağladığı kazançlar ve kamu harcamalarındaki kısıntı sonucunda hizmetlerin miktar ve kalitesinde gözlenen gerileme, 1980-94 yılları arasında Güney Amerika ülkelerinde gözlenen gelir eşitsizliklerinin ve yoksulluk artışlarının arkasındaki temel unsurlar arasında yer almıştır.
Çin’de 1970’li yılların sonunda uygulamaya konulan ekonomik reformlar sonucunda sağlanan büyümeden, başlangıçta daha iyi konumda olan güneydoğu kıyılarındaki yerleşim alanları, kuzeybatı bölgelerinin iç kısımlarına kıyasla daha çok yararlanmıştır. Bunun sonucunda bölgesel eşitsizlikler ve yoksulluk önemli ölçüde artmıştır.
Birçok ülkede kamu borçlanma gereksinimindeki artış, finansal liberalizasyonla birleşince özellikle küçük tarım ve sanayi üzerindeki kredi faiz yükü ağırlaşmış ve bu kesimlerde de eşitsizliklerin artmasına yol açmıştır. Azgelişmiş ülkelerde kentsel yoksulların, yapısal uyum sürecinden, artan dış rekabet, reel ücret kayıpları ve yükselen gıda fiyatları yoluyla, kırsal alandaki yoksullara kıyasla, daha fazla etkilendikleri ileri sürülmüştür. Güney Amerika ülkelerinde kentsel yoksulluk oranının 1980 yılında yüzde 35 iken 1990 yılında yüzde 39’a çıkması bu görüşü doğrulamaktadır (Şenses, 2006:198-199).
YOKSULLUĞUN ÇÖZÜMÜNE İLİŞKİN ALTERNATİF GÖRÜŞLER
1-Dünya Sosyal Forumu: Dünya Sosyal Forumu, neo-liberalizme, sermaye tarafından yöneltilen bir dünyaya veya emperyalizmin herhangi bir türüne karşı çıkan sosyal hareketlerin, ağların, sivil toplum kuruluşlarının (STK) ve diğer toplum örgütlerinin düşüncelerinin peşinden gitmek, fikirlerini demokratikçe tartışmak, çözüm önerileri geliştirmek, deneyimlerini özgürce paylaşmak ve etkili bir eylem ağı geliştirmek amacı ile bir araya geldikleri bir açık buluşma ortamıdır.
2001’deki (Porto Alegre’de) ilk dünya buluşmasından bu yana neo-liberal politikalara alternatifler arayan ve üreten küresel süreç halini almıştır. Dünya Sosyal Forumu, başka bir dünya kurmak için somut eyleme girişmiş bütün örgütler arasında, yerelden uluslararasına kadar bütün düzeylerde merkezi olmayan koordinasyonu ve ağı kurmayı önerir, ancak dünya sivil toplumunu temsil eden bir yapı olmak gibi bir niyeti yoktur. Dünya Sosyal Forumu bir grup veya örgüt değildir (Çevrimiçi)http://www.sosyal.forum.org, 31 Ocak 2010).
Dünya Sosyal Forumu’nun 25-30 Ocak 2001 tarihinde ilk buluşmasında birtakım ilkeler belirlenmiştir. Daha sonra bu ilkeler 9 Nisan 2001’de Dünya Sosyal Forumu Organizasyon Komitesi’nde yer alan örgütler tarafından onaylanmış ve kabul edilmiştir. 10 Haziran 2001’de Dünya Sosyal Forumu Uluslararası Konseyi tarafından bazı değişikliklerle onaylanmıştır. Bu ilkelerden bazıları şunlardır (Şensever, 2003:34-37):
– Dünya Sosyal Forumu, neo-liberalizme, dünyaya sermaye tarafından hükmedilmesine karşı duran açık bir buluşma yeridir.
– Porto Alegre’de ortaya atılan “Başka bir dünya mümkün” söyleminin kesinliğiyle, Dünya Sosyal Forumu kalıcı bir alternatif arayışı ve inşası sürecine dönüşmeye başlamıştır.
– Dünya Sosyal Forumu’nda üretilen alternatifler, büyük uluslararası şirketler ve onlara hizmet eden uluslararası kurumlar tarafından ulus devletlerin de onayıyla yönetilen küreselleşme sürecine bir karşı duruş içindedir.
– Dünya Sosyal Forumu çoğulculuk ve çeşitliliğe önem veren, devletçilik merkeziyetçilik ve particilikten uzak bir ortamdır, başka bir dünya inşa etmek amacıyla yerel ve küresel düzeyde somut eylemlilikler içinde bulunan örgütlerin ve hareketlerin merkeziyetçi olmayan bir biçimde birbiriyle ilişkiye geçmesini sağlar.
– Bir tartışma platformu olarak Dünya Sosyal Forumu; sermayenin hakimiyet araçları ve mekanizmaları, bu hakimiyete direniş yolları, kapitalist küreselleşme sürecinin ırkçı, cinsiyetçi ve çevre düşmanı boyutlarıyla küresel düzeyde yarattığı sosyal eşitsizlik sorunlarına getirilebilecek alternatif önerileri üzerine düşünceyi teşvik eden bir fikir hareketidir.
– Deneyim alışverişinin alt yapısı olarak Dünya Sosyal Forumu, katılımcı örgüt ve hareketler arasında karşılıklı saygı ve birbirini tanıma ilişkilerini teşvik eder. Dünya Sosyal Forumu toplumun ekonomik ve siyasi faaliyetinin, şimdiki ve sonraki kuşaklar için insanların ihtiyaçları ve doğaya saygı üzerine temellendirilmesine büyük önem verir.
– Dünya Sosyal Forumu katılımcı örgüt ve hareketlerin eylemliliklerini yerelden ulusal düzeye taşımalarını, küresel bağlamda aktif katılımı amaçlamalarını ve dayanışma içinde yeni bir dünya yaratmak adına denemekte oldukları değişim sağlayıcı pratiklerini küresel gündeme oturtmalarını teşvik eden bir süreçtir.
Dünya Sosyal Forumu yoksulluğun şiddetini ve derinliğini arttıran küreselleşme ve günümüzdeki neo-liberal hegemonyaya karşı durduğundan dolayı giderek güçlenen bir süreçtir. Seattle’da DTÖ’nü protesto edenlerle başlayan küreselleşme karşı hareketler bugün Dünya Sosyal Forumu’nda vücut bulmaktadır.
2-Association For The Taxation Of Financial Transactions For The Aid Of Citizens (ATTAC): Kısaca ATTAC Küresel adalet hareketi içinde yer alan uluslararası bir organizasyon ve ağdır. Neo-liberal küreselleşme ve sürecine karşı olarak sosyal, çevresel ve demokratik haklar için çalışmaktadır. Finansal piyasaların düzenlenmesine, vergi cennetlerine, küresel kamusal malların finansmanına, gelişmekte olan ülkelerin borçların iptaline, adil ticaret kurallarına ve serbest ticaretteki sınırlamalarına, düzensiz sermaye akımlarına karşı durmaktadır. ATTAC 40 ülkede yaklaşık 1000 yerel grupla birlikte etkindir. 1998 yılında Fransa’da kurulmuştur. ATTAC Dünya Sosyal Forumu’nun “başka bir dünya mümkün” sloganından hareketle bir dizi alternatif üretmiştir. Bunlar (Çevrimiçi)http://www.attac.org, 31 Ocak 2010:
– Sermaye akımları düzenlenmeli ve vergilendirilmelidir (Tobin vergisi olarak da bilinir).
– Vergi cennetleri kaldırılmalıdır.
– Uluslararası şirketler demokratik kontrol ve sınırlamalara tabi tutulmalıdır.
– Gelişmekte olan ülkelerin borçları iptal edilmelidir.
– Daha fazla mali gelir için etkili vergi toplanmalıdır.
– Dünya ticaret düzeninin savunucuları, gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını korumalı, aynı zamanda doğaya da saygı duymalıdır.
– Demokratik ve Sosyal Avrupa dünyanın geri kalanındaki insanlarla ilgilenmeli ve dayanışma içinde olmalıdır.
– Sağlık, eğitim, bakım, barınma gibi haklardan herkes yararlanmalıdır. Kamu hizmetleri özelleştirilmemelidir.
– Sosyal ve çevreyle dost tarım uygulamaları sübvanse edilmelidir.
– Eylemlerimiz çatışma ve şiddet içermemektedir, sivil ve barışçıl eylemleri savunmaktadır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE
3.1. TÜRKĐYE’DE KÜRESELLEŞMEYE EKLEMLENME DÖNEMĐNDE YAŞANAN EKONOMĐK OLAYLAR
Türkiye’de yaşanan ekonomik olayların ve yaşanan dönüşümlerin küreselleşme ile eklemlenme sürecinin başlangıcı 1980’li yıllara bağlanmaktadır. Çünkü 1980 yılı Türkiye’de sadece ekonomik alanda değil siyasi ve sosyal alanlarda da dönüşümlerin başladığı bir yıldır.
Bir önceki dönemde (1970-76) ithal ikameci model ve sanayileşme stratejisi Türkiye’de yoğun bir şekilde uygulanmıştır. Bu dönemde Türk ekonomisi yoğun bir biçimde üretim malları üreten ara malı ve temel tüketim sanayi sektörlerinin yurt içinde ikamesine yönelmiş ve kamu sektörü öncülüğünde hızlı bir yatırım programı uygulanmıştır. Bu dönemin bir diğer özelliği ithal malları ile rakip ulusal sanayi sektörlerinin kota ve yüksek tarife oranları ile korunarak, ulusal sanayi burjuvazisine koruma rantlarının aktarılmasıdır. Devletin, ulusal ekonomide mal ve işgücü piyasalarına kamu işletmeleri ve yatırım tercihleri aracılığıyla yoğun bir müdahale içinde bulunduğu bu birikim modeli 1977’den başlayarak bir döviz finansman krizine sürüklenmiş ve 1980 yılında dışa açılma ile sona erdirilmiştir (Yeldan, 2006:38).
Đthal ikameci model devlet himayesinde iç pazarı ele geçiren ve rekabet gücünü geliştirmeyi, dünya pazarlarında rekabet etmeyi düşünmeyen bir özel sektör yarattığı için tıkanmıştır. Kurulan sanayi birçok girdisini ithal ettiği için döviz ihtiyacı yaratıyor, ama kendisi ihracat yapamadığı için Türkiye’ ye döviz kazandıramıyordu. Böylece döviz açığı büyürken, 1970’lerin sonuna gelindiğinde yaşanan döviz krizi bu modelin sürdürülemeyeceğini ortaya koymuştur (Ulagay, 2009:89).
86
1979 yılının sonuna gelindiğinde yaşanan ekonomik bunalımlar, geniş halk kitlelerini ve sermaye sınıflarını derinden etkilemiştir. Geniş halk kitleleri, özellikle kentli emekçiler, temel tüketim mallarında etkisi sınırlı kalan fiyat denetimleri ile karaborsa ve kuyruklarla karşı karşıya kalmıştır. Örneğin; örgütlü işçi sınıfı alışık olmadığı bir enflasyon hızı karşısında en azından sendikal mücadele yoluyla reel gelir düzeylerini koruyabilmenin savaşını vermekteydi. Köylü (çiftçi) emekçiler ise 1977 yılındaki seçimlerinin bir armağanı olan destekleme fiyatlarının 1979’da hızlanan enflasyonun etkisiyle dramatik bir biçimde erimesi karşısında savunmasız kalmışlardı (Boratav,2006b:145). Đthal ikameci modelin maliyetleri sıfırlayıp maliyetlerin toplumsallaştırılması geçerli sosyal dağılım içinde sürdürülemez hale geldikçe, hegemonyanın sonunu ilan eden siyasi istikrarsızlıklar gündeme gelmiştir (Karahanoğulları, 2003:260-261).
Siyasi ortamın giderek bozulması ekonomik istikrarsızlıkların ve krizin giderek üstüne binmişti. 1979 yılının sonuna doğru ara seçimlerdeki yenilgiyi bahane eden Bülent Ecevit istifa etmiş ve hükümeti siyasi rakibi Süleyman Demirel’e devretmiştir. Demirel ise yaşanılan krizlerden çıkmak için yeni bir istikrar programı hazırlama görevini başbakanlık müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a vermiştir. Bu göreve getirme ile Türkiye yeni bir döneme geçirilmeye doğru ilk adımı atmıştır (Boratav, 2006b:146). Bu ilk adım 24 Ocak kararlarıdır.
3.1.1 Dışa Yönelik Sermaye Birikim Süreci (1980-1989)
24 Ocak 1980 günü açıklandığı için “24 Ocak Kararları” olarak kabul edilen
istikrar programı yeni bir birikim dönemine yol açmıştır.
Reel devalüasyonlar doğrultusunda işletilen bir kambiyo politikası, adım adım liberalizasyona yönelen bir ithalat rejimi; pahalı döviz, ucuz kredi ve vergi iadesi gibi teşvik ve sübvansiyonlarla desteklenen ihracatın bir ulusal öncelik haline getirilmesi; fiyat kontrollerinin ve temel malların çoğundaki sübvansiyonların kaldırılması ve iç talebin daraltılmasına dönük makro politikalar, 24 Ocak kararlarının Türkiye ekonomisine damga vuran temel unsurlar olarak sayılabilir (Boratav, 2006b:149).
24 Ocak istikrar programı uluslararası sermayenin “teknik” ve “maddi desteği” (ve dolaylı olarak dayatması ) ile oluşturulmuştur. Bir önceki birikim rejiminde önemli rantlar elde eden büyük burjuvazinin “üstlenmek istemediği” birikim maliyetleri kriz sürecinde devlet borçlarına dönüştürülmüş ve uluslararası sermayenin hegemonya içindeki konumu borç ilişkisi etrafında güçlenerek sürmüştür. Bu hegomonik düzende emekçi sınıfı ve tarım kesimi kendisine yer bulamamıştır (Karahanoğulları, 2003:261-262).
Uygulamaya konan bu istikrar programında Turgut Özal, sermayenin istekleri karşısında emek kesimini sürekli dışlama olanağını 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbe ile bulmuştur. Özal’ı sadece fiilen değil, resmen de “ekonominin patronu” konumuna getiren 12 Eylül rejimi, uygulanacak iktisat politikalarının “sermayenin bir karşı saldırısı” biçiminde gelişmesini, işgücü piyasalarını askeri bir denetim altında tutarak gerçekleştirmiştir. Burada çok çarpıcı bir örnek verebiliriz: Darbenin başındaki isim Kenan Evren, müdahaleden sonra yaptığı ilk konuşmasında “yüksek ücretlerden” de şikayet etmesi gelecek yıllarda toplumun neleri beklediğine dair işaret olmuştur (Boratav, 2006b:148).
1980 yılından başlayarak Türkiye’nin dünya sermayesi ile bütünleşmesi ve dolayısıyla dünya sermayesinin Türkiye’deki olanaklara ulaşmasında belirleyici olgu, gerçekleştirilen askeri darbedir. Bu darbenin sağladığı uygun ortam, aynı zamanda dünya ölçeğinde gerçekleşen sürece eklemlenme için gerekli ittifakın taraflarını da belirlemiştir. Türkiye’nin dışa açılmasında ve uluslararasılaşma süreci için gerekli dönüşüm üçlü ittifak ile gerçekleşmiştir. Bu ittifakın temel aktörleri şunlardır:
– Ülkede belirli bir hegomonik konuma ulaşan ve verili koşullarda bu konumun devamlılığını sağlayamayan “büyük ölçekli sermaye”.
– Siyasal temsil krizi yaşayan ve toplumsal muhalefet karşısında güç kaybeden “devlet ve siyasi yapılar”.
– Dünya ölçeğinde piyasa yönelimli yeniden yapılanmanın ve sermayenin aktörleri DB ve IMF’dir (Ercan, 2004:20).
1980 yılındaki büyük çaplı KĐT zamlarından sonra kamu kesimi fiyat ayarlamaları genel fiyat hareketlerini başa baş izlemiştir. KĐT’lerin durumu askeri rejimde rahatlamıştır. Ancak finansal serbestleşme ile birlikte küçük bankaların ve bankerlerin çoğalması sonucu ile başlayan faiz yarışı, 1982 yılında çökmüş ve kargaşaya neden olmuş ve askeri yönetimi sarsmıştır. Đstifa eden Turgut Özal olmuştur. Bu uygulanan liberal iktisat politikalarının ilk fiyaskosu olmuştur (Boratav, 2006b:151-152).
1980 sonrası dönemde sermaye birikim süreci için tasarlanılan mekanizma, özel sermaye üzerindeki vergi yüklerinin hafifletilerek özel sektörde tasarruf fazlası yaratılması ve bu fazlanın özel yatırımlar ile sermaye birikimine dönüştürülmesi beklentisine dayanmaktadır. Vergi yükü bu dönemde önemli oranlarda azalmıştır. Bununla birlikte, yeni vergi düzenlemeleri ile özel işletmelere; “vergi fonları” ile dolaylı olarak kaynak yaratılması sağlanmıştır (Karahanoğulları, 2003:264). Kurumlar vergisinde şirketler lehine bir dizi istisna ve muafiyet getirilmiş ve 1980’li yılların başında üniter ve artan oranlı bir özellik taşıyan gelir vergisi parçalı, regresif ve adaletsiz bir yapı kazanmıştır.
Gelir vergisinin çok önemli bir denetleme öğesi olan servet beyannamesi 1984 yılında kaldırılmıştır.1985 yılında katma değer vergisinin kabulüyle Türkiye vergi sistemi giderek artan ölçülerde gelir vergisine bordro kesintisiyle katılan ücretlilerin ve tüketicilerin katkılarına dayanır bir hal almıştır. Bu yaklaşım vergi hasılatının milli gelir içindeki payını düşürmüş; sermaye sınıfları lehine verilen vergi ödünleri sonraki yılların mali krizlerin oluşumuna katkı yapmıştır (Boratav, 2006b:154).
Kasım 1983’e yapılan seçimlerle iktidara gelen Özal hükümeti ekonomide daha fazla dışa açılmayı ve serbestleşmeyi savunan politikaları uygulamaya geçmiştir. Dışa yönelik büyüme perspektifinde en önemli rol ihracatın arttırılmasına yönelik olduğundan 1983 yılından sonra ticaretin serbestleştirilmesi uygulamalarına hız verilmiştir. Çünkü ihracatın artması kısa dönemde ithalat kapasitesini ve dış ödemelerden kaynaklanan sorunları ortadan kaldıracaktı (Altıok, 2002:95). ANAP yılları olarak da değerlendirebileceğimiz bu dönem Özal iktidarının parlak dönemini (1984-1987) ve 1980’de belirlenen modelin tıkanışını ortaya koyan 1988 yılını içermektedir (Boratav, 2006b:152). 1988 yılına gelindiğinde yapılan reformlar ivmesini kaybetmiş ve ekonomi bir tıkanmaya girmiştir.
1988 yılının tüm makro ekonomik verileri “ihracata yönelik büyüme” politikalarının iktisadi ve sosyal sınırlarına ulaşıldığını göstermektedir. Bunu izleyen yıllarda artık Türkiye ekonomisinde dışa açılım öncelikleri reel üretim sektöründe değil, finans ve kambiyo hizmetlerini de kapsayacak politika değişiklikleriyle biçimlenmiştir. Bu politika değişikliklerinin en önemlisi 1989 ‘da ödemeler dengesi sermaye hareketleri üzerindeki tüm kısıtlamaların kaldırılarak, kambiyo rejiminin tamamıyla serbestleştirilmesidir. Böylece Türkiye ekonomisi dünya pazarlarıyla eklemlenme ve küreselleşme sürecinde yeni bir dönemeci aşma noktasına gelmiştir (Yeldan, 2006:39).
1989’a kadar olan dönemde uygulanan ekonomi politikaları, uygulayıcılarının ana başarısı “uygun ve doğru” politikaları bulmak değil; Türkiye’nin dış açıklarının kapatılmasında uluslararası finans çevrelerinin olağanüstü desteğini kazanmış olmalarıdır. 1980’li yıllarda siyasi iktidarlara sağlanan bu dış desteği şöyle açıklayabiliriz: 12 Eylül rejiminin ve Özal iktidarının ABD yanlısı dış siyasetinin sonunda uluslararası sermayenin üst organları olarak IMF ve DB’nın kendi politika reçetelerini uygulayıp da başarılı olmuş bir “örnek ülke”ye şiddetle ihtiyaç duyduklarını; bunun için Türkiye’yi seçtiklerini; sözü geçen politika modelinin başarısını ise bu ülkeye yüksek kaynak aktarımları gerçekleştirerek garantiye aldıklarını söyleyebiliriz. Çünkü uluslararası finans kapitalin 1980’li yıllardaki koşullarda bu iki kuruluşun onayını almadan herhangi bir ülkeye büyük boyutlu krediler açmadığını da belirtmekte yarar vardır (Boratav, 2006b:160-161).
Sonuç olarak bu dönemde askeri müdahale ile meşruiyet sorununun devlet üzerindeki yükü hafifletilmiştir; ücretler reel olarak düşürülerek, devletin emek verimliliğini arttıracak harcamalarda bulunması ihtiyacı hafifletilmiştir ve bunun sonucu olarak eğitim, sağlık yatırım ve harcamaları giderek azalmış, özel sermaye birikimini teşvik edici altyapı yatırım harcamaları arttırılmıştır. Bu yapılanma etrafında 1980-89 döneminde, birincil bölüşüm probleminin, yeni birikim tarzı için “sorun yaratmadığını” bu yüzden kamu mali düzenlemelerinin ağırlıklı olarak “yatırım harcamalarına” kaydırıldığını söyleyebiliriz.
Bu dönemde kamu açıklarının finansman biçimi, vergi almak yerine borçlanmaya gitmek olarak belirmiş ve bu düzenleme birikim rejiminin de temel belirleyeni olmuştur. Serbestleşme ve uluslararası kapitalizme serbest bir piyasa olarak eklemlenme tercihi, önce ticaretteki düzenlemelerle başlamış daha sonra finansal piyasalar yapılandırılmış, iç ve dış açık “probleminin çözüm mekanizması olarak gündeme gelen” finansal unsurların hâkimiyeti giderek artmış ve bu noktada 1989 düzenlemeleri gündeme gelmiş, bütün bu unsurlarla birikim rejimi ve hegemonya yeniden şekillenmiştir (Karahanoğulları, 2003:265-266).
Mali Sermayenin Tam Serbestleşmesi (1989-1983)
1989 yılında sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalar kaldırılmıştır. Bu sürecin bir parçası olarak, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine dair kararnamenin (32 sayılı kararname) kabulü, (uluslararası sermayenin de dayatmaları ile) bu yapının dünya finans sistemine eklemlenmesinin koşullarını gerçekleştirmiştir ve finansal birikim rejimini kuran temel düzenleme olmuştur. Bu düzenlemeden beklenilen, uluslararası fon akımlarının, hem büyümenin finansmanına hizmet edeceği, hem de kamu açıklarının finansmanını kolaylaştıracağıdır. 1980 sonrası ihracata dayalı sanayileşmenin gelişmemesi ve zayıflaması ile “giderek kötüleşen koşullar içinde Türkiye, büyük hacimli yabancı sermaye girişini ekonomik büyümeyi tekrar sağlayabilmenin kilit mekanizması olarak algılanmıştır” (Karahanoğulları, 2003:297).
Bu politikanın oluşturduğu yapı altında ulusal piyasalarda döviz kuru aşınması ve faiz oranları birbirine bağlanarak Merkez Bankası’nın kontrolünden çıkmış ve ulusal finans piyasaları uluslararası “kısa vadeli yabancı sermayenin” spekülasyonuna yol açılmıştır. Böylece uyarılan kısa vadeli, spekülatif yabancı sermaye akımları, bir yandan ekonominin dış açıklarını finanse ederken diğer bir yandan da ulusal tasarruf eğilimini düşürerek tüketim ve ithalat hacmini genişletmiştir. Döviz kuru ve faiz oranları arasında son derece hassas dengelere dayanan bu yapay büyüme süreci bir yandan ulusal ekonomideki yatırım ve birikim önceliklerinin üretim dışı (spekülatif) rantiyer tipi sermaye birikimine yönlenmesi diğer bir yandan da gelir dağılımının giderek bozulması ve mali piyasalarda bir kredibilite bunalımıyla yeni bir kriz ortamının doğmasına yol açmıştır (Yeldan, 2006:40).
Kısa vadeli sermaye hareketleri iyi getiri sağladığı ülkelere akmakta tereddüt etmemiştir. Ancak kendine avantaj sağladığı noktaların kaybolduğu anda girdiği ülkeden hemen kaçmıştır. Günü kurtarma adına o dönemdeki iktidarın buna göz yumması Türkiye’nin yaşayacağı büyük krizlerin öncüsü olmuştur. Yaşanan ilk büyük kriz 1994 krizidir (Ulagay, 2009:91).
Kriz Dönemleri (1994-2001)
Türkiye’de 1994 krizini hazırlayan etmenlerin en önemlisi düşen kar oranlarını engellemek için devletin sermaye birikim sürecine yaptığı müdahaleler nedeniyle giderek büyük boyutlara varan bütçe açıkları olmuştur. Ülkeye gelen kısa vadeli sermaye girişinin bütçe açıklarının finansmanında kullanılması iç borçlanmayı hızlandırmış, iç borçlanmanın hızlanması faiz oranlarını daha çok yükseltmiş ve kısa vadeli sermaye girişlerini beslemiştir. Dolayısıyla ekonomideki dengesizlikleri dövizle borçlanarak düzeltmeye çalışan devlet, bir borç kısır döngüsüne girerek bütçe açığının temel nedeninin faiz yükü haline gelmesini sağlamıştır.
Böylece kamu kesiminden özel kesime faiz ödemeleri yoluyla kaynak transferi yapılmıştır. Özel kesim de yatırım yapmak yerine yüksek reel faizler nedeniyle kamuya borç vermeye başlayınca sermaye birikiminin dinamiği olan reel yatırımlar azalmış, üretkenlikten kaynaklanmayan bir yolla özel kesim faiz gelirleri artmaya başlamıştır. Bu da gelir dağılımının bozulmasına ve yoksulluğun, işsizliğin daha da artmasına yol açmıştır. Öncelikle mali kesimde başlayan kriz daha sonra reel kesime sıçrayarak genişlemeye devam etmiştir.
Bu bağlamda ortaya çıkan mali kriz bir yandan üretim ve yatırım gibi reel göstergeler üzerinde daraltıcı etkilerde bulunurken diğer bir yandan da enflasyonist baskıları hızlandırmıştır. Nisan 1994’te TL’nin değer kaybetmesi, reel iç borçlanma faizlerinin ise çok yüksek düzeylere çıkması krizin ekonomik maliyetini oldukça arttırmıştır. 1994 krizi yeterince artık değer üretemeyen rekabeti arttıracak sanayi yatırımını yapmayan ve üretimi modernize edecek teknolojik gelişmeyi sağlayamayan sermaye sınıfının krizidir (Altıok, 2002:108-111).
Krizden çıkma adına ilan edilen “5 Nisan Kararları” ise istikrar önlemleri almak, ekonomik dengesizlikleri gidermek amacıyla, büyük ölçüde, sermayenin yeniden yapılanmasında yeni bir evreye geçişi sağlayacak yapısal uyum politikalarını hızlandırmak amacıyla kabul edilmiştir. Alınan önlemler devletin ekonomideki rolünün daraltılması, tarımsal desteğin azaltılmasını içeren sosyal reform ve sosyal güvenlik sisteminin yeniden düzenlenmesi gibi önemli başlıkları içermektedir. 5 Nisan kararlarıyla kısa vadede kamu açıkları azaltılacak, orta ve uzun vadede istikrarın sürekliliği ise kamu kesiminin ekonomideki ağırlığının azaltılmasıyla sağlanacaktır.
Bu anlamda 5 Nisan kararları yeni liberal politikalar demeti olarak önceliğin devletin küçültülmesi stratejisine verildiği yeni bir evreye geçişi hızlandırmakta, piyasada bozulan dengelerin ve kaybolan güvenin yeniden inşasını temel almakta ve ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıda önemli dönüşümler yaratacak uygulamaları öngörmekteydi. IMF reçetelerine göre uygulamaya konulan “5 Nisan Kararları” da klasik ortodoks istikrar programının içerdiği sıkı para politikalarına, ücretlerin baskı altına alınarak yurtiçi talebinin daraltılmasına ve devalüasyona dayanmakta ve heteredoks istikrar politikalarıyla da desteklenmiştir.
Bu amaçla uygulamaya konulan önemli kararlar şunlar olmuştur: Develüasyon yapılmış, faiz oranları yükseltilmiştir. Ücretler düşürülmüş sıfır sözleşmeler veya enflasyonun altında zam uygulamalarına başvurulmuştur. Kamu harcamalarının azaltılması kapsamında, faiz ödemeleri ve askeri harcamalar dışındaki yatırım, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi kamusal alanlarda kısıntıya gidilmiş ve kamuda çalışan işçi ve memurlara bütçe ödenekleriyle sınırlı olmak üzere artış yapılması öngörülmüştür. Kamu personeli alımı durdurulmuştur.
Petrol ürünlerinin fiyatları arttırılmış, akaryakıt vergisinden bütçeye aktarılan pay yüzde 50’den yüzde 70’e çıkarılmıştır. KĐT ürünlerine ise yüzde 100 zam yapılmıştır. Devletin ekonomideki rolünün daraltılması hedefi de özelleştirme uygulamalarına hız verilerek gerçekleştirilmeye çalışılmış bu amaçla gerekli yasal ve kurumsal düzenlemelerin bir an önce yapılması öngörülmüştür. Kamu bankalarının özelleştirilmesi, büyük borç yükü altında olduğu için özelleştirilemeyecek olan KĐT’lerin ise kapatılması amaçlanmıştır. Sosyal güvenlik reformu kapsamında özel sağlık ve emeklilik sigortasının teşvik edilmesi, prim gün sayısının arttırılması ve emeklilik yaşının yükseltilmesi çalışmalarına hız verilmesi planlanmıştır(Altıok, 2002:111-112).
1994 sonrasında ekonomide kalıcı bir istikrar programının uygulanmasının sürekli ertelendiğini, reel ve finans piyasalarında güvensizlik ortamı sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu dönemde büyümenin kaynakları tekrardan yüksek faiz getirisi ile cezbedilen kısa vadeli yabancı sermaye girişlerine bağlanmış görünümdeydi. Ancak 1995 sonrasında kısa vadeli yabancı sermaye girişleri artık çok daha yüksek faiz arbitrajı sayesinde sürdürülebilmiş, aynı zamanda da reel ücretlerin bastırılmasıyla ihracat pazarlarında rekabet edebilme amaçlanmıştır. 1997’deki Asya ve 1998’deki Rusya krizleri ulusal ekonomiyi bu şartlar altında derinden etkilemiştir. 1998’den başlayarak, ulusal mal pazarlarının talep daralmasına itilmiş ve dünya finansal krizinin olumsuz etkileri görülmeye başlanmıştır (Yeldan, 2006:54).
Devam eden yıllarda ekonomide yaşanan durgunluk, yüksek enflasyon, artan işsizlik ve gelir dağılımı bozukluğunun yarattığı ısınma, 1999 yılına gelindiğinde “enflasyonun düşürülmesi” ve sermaye kaçışının önlenmesi amacıyla ekonomiyi canlandırıcı politikalara gereksinimi arttırmıştır. Bu nedenle Aralık 1999’da IMF ile yapılan stand-by anlaşmasında talep genişletici politikalara geçileceğinin sinyali verilmiştir (Altıok, 2002:116). Ayrıca 1999 yılında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) kurulmasıyla, yeni bankaların kurulması güçleştirilirken, bankaların Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devrine ilişkin düzenlemeler kabul edilmiştir.
Yapısal reformların devamı, IMF ile imzalanan stand- by anlaşmasıyla hız kazanmıştır. Anlaşmanın ardından 1 Ocak 2000’den itibaren özelleştirmenin hızlandırılmasını, enflasyonu düşürmeye yönelik para ve kur politikasını ve yapısal reformları içeren enflasyonla mücadele programı uygulamaya konmuştur. Program, bankacılık sektörü ve sosyal güvenlik alanlarındaki yapısal reformlarla desteklenmiştir (Ercan ve Öztürk, 2009:80-81).
İktisatçıların önemli bir bölümü IMF’nin 2000 yılında Türkiye’de uyguladığı programın katı yapısının 2001 krizinin patlak vermesine yol açtığını düşünmektedir. Programın sıcak para giriş ve çıkışları arasında parasal genişleme ve daralmaları otomatik hale getiren öğesi 2000 yılında ekonominin aşırı ısınması karşısında aciz kalmış; sermaye çıkışları başladığında da faizleri astronomik düzeylere sürükleyerek finansal çöküşü hızlandırmıştır. Enflasyonu aşağı çekme amacıyla uygulanan “döviz kuru çıpasının fiyat hareketleri üzerinde beklenildiği ölçüde etkili olamaması da programın çökmesine katkı yapmıştır (Boratav, 2006b:182-183).
2001 krizi yüksek oranda para-sermayenin çok kısa sürede ülke dışına çıkışıyla başlamıştı. Bir ayda portföy yatırımları net 2.5 milyar dolarlık çıkış (rezerv hariç) toplam sermaye hareketleri 2.7 milyar dolarlık çıkış göstermişti. Net hata noksan kalemiyse 1.3 milyar dolarlık kayıt dışı vermişti. Bir ay gibi kısa bir sürede 4 milyar dolarlık bir çıkış yaşanmıştı. IMF programın sürdürülemeyeceği sinyali Kasım 2000’de dolara yönelik yaşanan spekülatif hareketle görülmüştü.
Bu tarihte ciddi bir likidite sıkıntısı yaşanmış ve interbank gecelik faiz oranları yüzde 870’leri bulmuştu. Para-sermayenin kaçışının finans sisteminde yarattığı kaos ve sarsıntı gecelik faizlerin bir anda fırlamasına neden olmakla kalmamış toplumsal yeniden- üretimin bütün alanlarını etkileyen bir krize dönüşmüştü. Kriz esnasında Merkez Bankası resmi rezervleri sarsıcı bir biçimde azalmıştı. 2001 Şubat ayının ortalarında 27.6 milyar dolar olan rezervler, Şubat sonunda 18.8 milyar dolara gerilemişti. Sadece Şubat ayının 19’u ile 22’si arasındaki kayıp 5 milyar dolardı (Ercan ve Öztürk, 2009:82).
Ekonominin Yeniden Yapılandırılması (2001-2009)
2001’de yaşanan bu sarsıcı krize IMF’nin katkı yaptığı dogmatik modelinin yaptığı özel katkıya rağmen, krizden çıkış için bir kez daha IMF’nin ve ikiz kardeşi olan Dünya Bankası’nın program ve talepleri doğrultusunda biçimlenmesi şaşırtıcı olmuştur. 2001 kriz ertesinde Ecevit hükümeti tarafından ekonominin yönetimini devralan Dünya Bankası yöneticilerinden Kemal Derviş’in aktif katkılarıyla bölüşüm ilişkilerini, sosyal güvenlik mekanizmalarını, finansal sistemi, ekonomik altyapı ile kamu yönetiminin yeni baştan biçimlendiren bir dizi yasa hızla TBMM’den geçirilmiştir (Boratav, 2006b:184).
Kriz sonrasında hızla yürürlüğe konan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”, toplumsal üretimin yeniden yapılandırılmasını ve “istikrar” sağlanmasını hedeflemekteydi. Programda enflasyonla mücadele, bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması, kamu finansman dengesinin güçlendirilmesi, enflasyonla uyumlu gelir politikasının sürdürülmesi ve bütün bunların “etkin” ve “ şeffaf” bir biçimde gerçekleştirilmesini sağlayacak yapısal ve yasal altyapının oluşturulması hedeflenmişti.
Programın temel bileşenlerinden biri bankacılık sektörünün yapılandırılmasına yönelikti. Programın reel sektöre yönelik hedefleri ise daha çok ihracatı arttırmaya ve doğrudan yabancı yatırımları desteklemeye ilişkindir. Eximbank’ın kredi kaynaklarının, uluslararası tahkimle ilgili yasal düzenlemenin yapılması, ihracat işlemlerinde ve doğrudan yabancı yatırımlardaki bürokratik işlemlerin azaltılması öngörülmüştü.
Programla eş zamanlı olarak yine bu dönemde IMF yasaları olarak da adlandırılan 15 yasa yürürlüğe konmuştur. Bu yasalar, Bankalar Yasası’nda değişikliği, fonların tasfiyesini, Merkez Bankası Yasası’nı, Telekom’un özelleştirilmesini, Tütün, Şeker, Petrol ve Doğalgaz Yasalarını içeriyordu. Krizin ardından en belirgin yeniden yapılandırmalardan birinin finans alanında gerçekleştirildiği söylenebilir (Ercan ve Öztürk, 2009:83-85).
1994 kriziyle başlayan ve 2008 yılına kadar IMF ile birliktelik Türkiye ekonomisinin yönetiminin, uluslararası finans kurumlarının denetimine girmesine yol açmıştır. 2003 yılı itibariyle AKP iktidarı da IMF programlarının sadık uygulayıcısı olmuştur. Böylece kesintisiz IMF programları ile Türkiye ekonomisi neo-liberal hegemonyanın etkisi altına girmiştir. AKP iktidarı döneminde uygulanan ekonomik politikalarda IMF’nin çizgisinden ayrılınmamış ve Kemal Derviş’in başlattığı ekonomik programlar sıkı bir şekilde uygulanmıştır.
AKP hükümette tek parti olmanın verdiği yasama gücüyle, özelleştirmeleri devam ettirmiş ve kamu kesimine ait olan KİT’leri özel sektöre devretmiştir. Ancak buradan elde edilen gelirler yatırımlara kaydırılmak yerine bütçe açıklarının kapatılmasında kullanılmıştır. Yine bu dönemde cari açık azalmamıştır. Ve bu dönemde siyasi ve sosyal kutuplaşmaların yaşanması akıllara Türkiye’nin tüm alanlarda dönüşüme doğru gittiği tartışmalarına yol açmıştır.
Son olarak ABD’de başlayan 2007 yılında ilk etkilerini gösteren ve daha sonra tüm dünyaya yayılan küresel kriz (2009) Türkiye’yi de etkilemiştir. Ekonomide küçülme yaşanmış ve işten çıkarmalar artmıştır. AKP iktidarı küresel krizi hafife almış ve “teğet geçti” gibi bir açıklama ile krizin etkilerini topluma yanlış aksettirmiştir. Ayrıca AKP iktidarı son stand-by anlaşmasının süresi 2008 yılında bitmiş olmasına rağmen, küresel kriz öncesi yeniden IMF ile anlaşmayarak krizin etkilerini arttırdığı yönünde eleştirilere de maruz kalmıştır.
NEO-LİBERALİZMİN TÜRKİYE’DEKİ YOKSULLUĞA ETKİLERİ
Türkiye ekonomisinin dünya pazarlarına açılması 1980-83 dönüşümü ile başlamış, 1989-90 ile tamamlanmıştır. Bu süreçte öncelikle mal piyasaları dış pazarlara açılmış ve ticaret kotalarının koruması altındaki ithalat rejimi serbestleştirilmiştir. Döviz kuru yüksek bir devalüasyonu takiben esnekleştirilmiş ve dolaylı teşviklerle birleştirilerek sanayinin ihracata yönlendirilmesinde temel bir araç görevi görmüştür. Ulusal mali piyasaların serbestleştirilmesi ve dış finans merkezleriyle eklemlenme süreci 1990’lı yıllara tamamıyla dışa açık bir ekonomi konumunda girmiştir.
Bütün bu gelişmeler altında ulusal ekonominin birikim ve bölüşüm ilişkileri de derinden etkilenmiş ve iktisadi artığın yaratılması ve yeniden dağıtılması sürecine ilişkin dinamikler yeniden yapılandırılmıştır. Gerçekten de 1980 dönüşümü yurt içi talebe dönük ve dış ticarette koruma rantları ile beslenen ulusal sanayinin öngördüğü iktisadi artık biçimlerinin nitelik değiştirmesine yol açmış ve giderek devletin düzenleyici olarak rol aldığı daha dolaylı bir transfer ve kaynak aktarımı mekanizmasının devreye sokulduğu yeni bir büyüme ve birikim modelini geliştirmiştir. Bu arada devlet aygıtı da gerek iktisadi işlevleri, gerekse idari etkinliği ve yükümlülükleri açısından yeniden düzenlemiştir. Bu bilgiler ışığında Türkiye ekonomisinde küreselleşme deneyiminin birbirine bağlı şu üç olguyu yansıttığı görülebilir (Yeldan, 2006:25-29):
– İktisadi artığın yaratılması ve ulusal gelirin bölüşümüne ilişkin süreçler,
– Söz konusu bölüşüm dinamiklerinin “düzenlenmesinde” devletin değişen rolü bunun yol açtığı kamu kesimi finansman açıkları
– Finansal serbestleştirmenin olası kıldığı dış kaynaklı kısa vadeli sermaye girişlerine dayalı, spekülatif finansman ve büyüme.
Yukarıda bahsettiğimiz bu üç olgu, Türkiye ekonomisinin yaklaşık 30 yılına damgasını vuran fasit üçgen (bölüşüm sorunu-kamu kesimi açıkları-dış sermaye girişlerine dayalı finansman) olarak nitelendirilebilir.
Sermayenin uluslararasılaşması ülkede düzenin sağlanması yönündeki ideolojik söylem dolayında gerçekleştirilmiştir. İdeolojik söylemin gereklerini yerine getiren askeri müdahale, sermayenin yapısal mantığı ile egemen kapitalist sınıfların ideolojik mantığı nın birbiriyle uyumlaştırılmasına olanak sağlamıştır. Özellikle işçi sınıfının ve artık geniş kitlelere yayılan anti-kapitalist muhalefetin denetim altına alınma sürecinde devlet baskıcı yönünü açığa çıkarmıştır.
Böylece Türkiye’de neo- liberalizmin küresel hegemonyasında yer edinme çabaları görece meşruiyetten yoksun mekanizmaların hayata geçirilmesine neden olmuştur. Özellikle devletin sahip olduğu karar alma erki, uluslararasılaşmayla birlikte açığa çıkan olanaklara ulaşmak isteyen sermaye içi grupların temel referans noktası olmuştur.
Bu da sınıflar arası ve sınıf içi çelişkilerin devlet ve dolayısıyla yasama, yürütme ve yargı açısından ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1990’lı yılların sonunda ülke içi koşullarca biçimlenen hiyerarşik kazanç sağlama mekanizmaları hızla tahrip edilmiştir. Tahribat süreci, ekonomik-politik krizler olarak kendini göstermektedir.
Krizler ise bir yandan ekonominin/toplumun dünya ölçeğinde işleyen sermayenin kurallarına göre biçimlenme sürecini hızlandırırken diğer bir yandan verili devlet-sınıf ilişkilerinin daha çelişkili bir biçim almasına neden olmuştur. Dünya ölçeğinde süren sermaye birikim sürecine eklemlenmek isteyen sermaye gruplarının, devleti kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışması, bu çelişkili biçimlenme sürecinin önemli göstergelerinden biri olmuştur. Devletin de serbest piyasa adı altında sermayenin yeni birikim rejimi için gerekli donanımını arttıracak kaynakları sağlama çabaları sonuçta sermayenin uluslararası düzeyde sermaye birikim sürecine katılması için gerekli maliyetlerin sosyalizasyonunu sağlamıştır.
Devlet bu anlamda sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda biçimlendiği ölçüde, geniş kitlelerin özellikle emeği ile geçinen kesimlerin ve yer yer küçük ölçekli sermaye sahiplerinin taleplerini siyasal alana taşımalarına olanak tanımamıştır. Böylece yeniden biçimlenen devlet, toplumun geniş kesiminin siyasallaşması önündeki en önemli engel olmuştur. Özellikle dünya ölçeğinde riskleri azaltmak isteyen uluslararasılaşmış sermayeler, devletle sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerin yerel/kendine özgü özelliklerini dışlamak üzere bir dizi yeni uygulamayı gerekli ve zorunlu kılmışlardır. Bu artık uluslararasılaşmış ya da uluslararasılaşmak isteyen sermaye ile erken dönem uluslararasılaşmış sermayelerin ortak stratejisi haline gelmiştir (Ercan, 2004:24-26).
Neo-liberalizmin küreselleşme ile yarattığı bu yeni devlet anlayışına “tüccar devlet” olarak isim verilebilir. Bu yeni devlet modelinde asıl olan, devletin sosyal fonksiyonlarının neredeyse tamamının ortadan kaldırılmasıdır. Bu, yapısal uyum programları ile zorunlu olarak dayatılmaktadır. Devletin asli fonksiyonları kısıtlanmakta fakat bu fonksiyonların ortadan kaldırılmasının getireceği sorunlarla nasıl baş edileceği söylenmemektedir. Devletin çekildiği alanları özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının tamamlanması önerilmektedir. Bu da bizi tartışmalı bir sonuca götürmektedir (Şahin, 2006:42).
Neo-liberalizmin yarattığı krizlerin sonuçları en çok emek kesimini etkilemiş. Toplumda temel teşkil eden bu sınıf yıllarca yüksek enflasyon ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Yüksek enflasyon ülkeyi yalnızca ekonomik açıdan etkilememiş, sosyal yapıda da çözülmelere yol açmıştır. Uzun yıllar yüksek enflasyon ve işsizlikle yaşayan Türkiye neo-liberalizmin tahribatını bu yıllarda daha çok hissetmiştir. Bir anlamda Türkiye enflasyon ile yoksullaştırılmıştır. Neo-liberalizmin devleti yeniden dönüştürme açısından iki önemli noktada ısrarcı olduğu gözden kaçmamıştır. Bu noktalar; devletin sosyal devlet anlayışından çıkartılarak sermaye yanlı politikalar uygulaması ve vergi politikalarının sermaye gruplarının lehine yeniden düzenlenmesidir.
Sosyal güvenlik hizmeti 2.Dünya Savaşı sonrasında merkez ülkelerde refah devleti, çevrede ise kalkınmacı devlet modeli tarafından yürütülmeye başlandığında, bu hizmetlerin emek-gücünün meta niteliğini azaltıcı etkisi, işçi sınıfı açısından önemli bir kazanım olmuştur. 1980 sonrasının neo-liberal politikaları sonucunda ortaya çıkan süreç, bunun tam aksine bir yeniden metalaştırmaya işaret etmektedir. Bu anlamda işçi sınıfı üzerindeki etkileri de giderek ağırlaşmaktadır. Sosyal güvenlik alanında “reform” adı altında küresel alanda sürdürülen dönüşüm de bu sürecin bir unsurudur.
İlk başta Dünya Bankası tarafından oluşturulan üçlü yapıdaki birinci ayağın kapsamının toplumun tamamına genişletilmeye çalışılması gibi olgular, bu dönüşümün ana karakterini gizleyememektedir. Hatta birinci ayağın bu şekilde genişletilmesi, bir yandan sunduğu yararların düzeyinin düşürülmesi, sosyal politikanın amacının artık işçi sınıfının piyasada yaratılan gelir bölüşümünün olumsuz etkilerinden bir ölçüde de olsa kurtulabilmesi değil, toplumdaki en yoksul kesimlerin yaşamlarını sürdüremeyecekleri bir düzeyin altına düşmemelerinin sağlanması olduğunu göstermektedir.
Dünya Bankası tarafından savunulan bu yapıya tam anlamıyla geçmenin önündeki en önemli engelin “dönüşüm maliyetleri” olduğu görülmektedir. Pek çok ülkede, emeklilik sistemleri yüksek oranda örtük emeklilik borcuna sahiptir. Bu yüzden bir anda finansman akışının kesilerek ortadan kaldırılmaları mümkün görülmemektedir. Yine de dönüşümün geneline bakıldığında bu üçlü yapıya doğru bir gidişin bulunduğu, en azından mümkün olan her şekilde özel kesime alanlar açılmakta olduğu görülmektedir.
Bunun anlamı açıktır, sosyal güvenlik alanında bulunan hizmetlerin piyasa mekanizmasına bırakılması sonucunda yeni kâr alanları açılacak, sermayenin kâr oranlarının düşüşü en azından geciktirilmiş olacaktır. Ayrıca bireyleri piyasa anarşisinden kısmen de olsa koruyan bu mekanizmaların yokluğu durumunda işçi, kapitalist ve onun sağlayacağı işe daha bağımlı bir hale gelecektir. Bu süreçte, piyasalaşma ve emeklilik yaşının yükseltilmesi ile beraber, yaşam beklentisi düşük olan yoksulların refah kaybı, yaşam beklentisi yüksek olan zenginlerden daha fazla olacaktır.
Sosyal güvenlik alanındaki küresel dönüşüm, kamusal sosyal güvenlik sistemlerinin sorunlarını, salt bir finansman dengesi-açığı sorunu olarak ele almaktadır. Zira neo-liberal ideoloji, kamu açıklarını, arkalarında yer alan dinamikler ne olursa olsun birer yüksek risk unsuru olarak ele almaktadır. Dolayısıyla bu açıkların kapatılması gerekmektedir ve kamu bütçelerinde bu açıkları kapatabilecek bir potansiyel bulunmamaktadır. Sonuçta özelleştirme tek çare olarak sunulmaktadır (Ulutürk ve Dane, 2009:137-138).
Türkiye örneğinde de uygulama, benzer bir neo-liberal çerçevede gerçekleşmektedir. Her ne kadar yaşlanma sorunu henüz Türkiye için çok büyük bir risk oluşturmasa da Türkiye de pek çok ülkeye uygulanan reçetenin benzerini yürürlüğe koymuştur. Yaşlanma sorunundan daha çok, mali disiplinin sağlanmasının amaçlanması, 5510 sayılı SSGSS yasasının gerekçesinde dahi yer almaktadır.
Yine Türkiye’de de devlet, sosyal güvenlik alanında düzenleyici bir göreve hazırlanmakta ve sahneden yavaş yavaş çekilmeyi planlamaktadır. Önümüzdeki süreçte, özel kesimin özellikle emeklilik alanındaki rolünün artması beklenmelidir. Yine sosyal güvenlik alanındaki dönüşüme ilişkin bir başka beklenti, orta vadede sosyal güvenlik sistemini Dünya Bankası tarafından öngörülen şekle yakınlaştırıcı adımların atılmaya devam edilmesi, yani “sosyal güvenlik reformu” adı verilen bu sürecin devam etmesidir (Ulutürk ve Dane, 2009:138-139).
1984 yılında Gelir Vergisi Kanunu’nda servet beyannamesinin kaldırılması ile başlayan süreç, adaletsiz ve regresif bir yapıya dönüşmüş ve dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı giderek artmıştır. Ancak bu vergi sistemin değiştirilmesi kayıt dışılığı arttırmıştır. Zaten Türkiye ekonomisinde vergi açısından kayıtdışı ekonomi; istihdam, verim, zihniyet yapısı ve insan ilişkileri gibi çeşitli yönlerden ele alınabilecek formel sektörle yer yer örtüşen ve hesaplanması zor bir sektör haline gelmiştir.
Formel sektörle vergi kaçırmaya yönelik tüm işlemleri kayıtdışı ekonomiyle örtüşen bir yapıdadır. Bu konu için 1998 yılında çıkarılan ve kamuoyunda “Mali Milat-Nereden Buldun Yasası” olarak adlandırılmış yasanın karşılaştığı direnç, devamlı ertelenmesi ve sonunda AKP hükümeti tarafından yürürlülükten kaldırılması çok anlamlıdır (Timur, 2004:84-85). Mali Milat Yasası’nın mimarı Zekeriya Temizel yasa öncesi durumu şöyle ifade etmektedir:”(…)mali sistemimizi borç batağından çıkarmak ve ülkeyi uluslararası sermayeye bağımlılıktan kurtarmak için çağdaş ülkelerdeki uygulamalara uygun bir vergi reformu yapıldı.
Vergilemede, kaynak teorisinden net artış teorisine göre vergilemeye geçildi.Đşte Mali Milat ve Nereden buldun diye adlandırılan kanun da böyle ortaya çıktı. Sistem temelde yine kaynak teorisini korumakla birlikte buralardan kaçan, buralarda tanımlanmamış olan kazanç unsurlarını da hiç değilse aktiflerde ortaya çıkan artışlardan hareketle kavrayarak vergilendirme olanağı veriyordu. (…)küreselleşme özellikle de iletişim teknolojisinin finansal hareketlere kazandırdığı olağanüstü hız ile, parasal değişimlerden kısa sürede elde edilen kazançlar, bu sistemde izlenme olanağı bulamıyordu.
Yani vergi sisteminde tanımlanmamış öyle faaliyetler ortaya çıkmaktaydı ki, bunların kaynak olarak tanımlanıp vergilendirme olanağı bulunamıyordu (Temizel, 2003:22-23). Ancak bu yasa sermayenin tepkisine yol açmış, özellikle finans kesiminden eleştirilere maruz kalmıştı. 2001 krizinden sonra da iktidar partisi AKP yasayı yürürlükten kaldırmıştır.
2001 krizinden sonra hedefleri arasında enflasyonu düşürüp gelir adaletsizliğine de çözüm getirmek olan IMF destekli istikrar programının, bölüşüm ile ilgili bu hedefinin çok uzağında sonuçlara yol açtığı, adaletsizliği azaltmak yerine Türkiye toplumunda derin ve siyasi ve sosyal sorunlara yol açan topyekün bir yoksullaşma ve bölüşüm uçurumunu yarattığı, ekonomik göstergelerden anlaşılmaktadır. 2001 yılında yaşanan tarihi küçülmenin özellikle emek ve tarım gelirlerinin toplam kullanılabilir gelirden aldığı payı azalttığı görülmüştür.
İşgücü piyasasında işgücü arzını arttıran gelişmeler emek gücü fiyatlarının aşağı çekilmesine yol açarken, iş kayıpları hanehalkı gelirlerinde mutlak düşüşlere yol açarak tüketim harcamalarını azaltmış, bu durum iç talebi de olumsuz etkileyerek birçok sektörde krizin aşılamaması sonucunu doğurmuştur. Ekonomideki daralmayla düşen üretim ve ertelenen yatırımlar işgücünün iş bulma şansını daraltırken krizle yükselen enflasyona rağmen ücret artışları ya yapılmamış ya da enflasyonun çok altında gerçekleşmiş, sonuçta de reel ücretlerde dramatik düşüşler gerçekleşmiştir.
Reel ücretlerdeki gerileme, hane halkı gelir ve tüketimini geriletirken, ihracata yönelen sektör ve firmalara rekabet gücü sağlayan bir etki yapmıştır. Reel ücretlerin gerilemesi ve dalgalı kur politikasının sağladığı teşvikle (iç talebin de daralması sonucu) ihracat ivme kazanmıştır. Ancak ihracat fiyat ve miktar endeksleri ile ilgili göstergeler, bu ihracat atağının Türkiye’yi yoksullaştıran bir trende soktuğuna işaret etmektedir. Bu anlamda 2001 krizi ile Türkiye sadece toplumsal sınıflar arasında pay edilen gelirden emek ve tarım gelirlerinin daha az pay alması ile sonuçlanan bir yoksullaşma sürecini yaşamakla kalmamış, ucuz emek ve girdi yeni büyüme parametrelerinin dayanağı olmuştur (Sönmez, 2004:351).
2001 krizi ve “istikrar” sarmalının Türkiye’deki sınıfsal oluşum üzerine etkisi, kentli emekçi kitlelerin belirgin şekilde artması olmuştur Bu artışın ardındaki en önemli dinamikler tarımdaki çözülme ile ideal olarak tanımladığımız küçük burjuva oluşumların giderek işçileşmeleridir.
Türkiye burjuvazisinin tüm katmanları bu yönelişi hararetle desteklemiştir. Piyasa mekanizmasının yaratabileceği bölüşüm bozukluklarına karşı iki önlem öngörülmekte idi. Birincisi, temel eğitim (yani ilköğretim) ve koruyucu sağlık alanlarına ayrılan kamu kaynaklarının korunması hatta arttırılmasıdır. Đnsan sermayesine yatırım olarak adlandırılan bu harcamaların uzun dönemde eşitsizlikleri hafifleteceği beklentisi vardır.
Kapitalist bir toplumda temel eşitsizliklerin üretim araçlarının mülkiyetinden kaynaklandığını göz ardı etmesi bir yana, bu yaklaşımın hayata geçirilmesi önündeki ana engel, kamu harcamalarını sürekli baskı altında tutan IMF reçeteleridir. Artan eşitsizliklere önerilen ikinci önlem ise, sosyal politikanın esas olarak yoksullukla mücadele önlemleri ile, yani piyasa ekonomisine çeşitli nedenlerle katılamayan marjinal katmanları gözeten transferlerle sınırlı tutulması idi. Bu özünde 200 yıl önce Đngiltere’de uygulanan yoksul yasalarının Türkiye uyarlanmasından başka bir anlama gelmemektedir (Boratav, 2006b:174).
TÜRKİYE’DE YOKSULLUĞUN BOYUTLARI
2002 Hanehalkı Bütçe Anketi ile birlikte Türkiye’de ilk kez yoksulluk çizgisi ve oranı resmî olarak açıklanmıştır. Yoksullukla ilgili en son açıklanan istatistikler ise 2008 Hanehalkı Bütçe Anketi kapsamında yapılan yoksulluk çalışmasıdır. Yoksulluk Çalışmalarında; gıda yoksulluğu, gıda ve gıda-dışı yoksulluk, göreli yoksulluk ve günlük geliri 1, 2,15 ve 4,3 dolar sınırlarına göre yoksulluk oranları verilmiştir.
Türkiye Đstatistik Enstitüsü’nün (TUĐK) yaptığı bu çalışmalarda Dünya Bankası’nın kabul ettiği yoksulluk çizgilerinin kullanılmasındaki amaç, mutlak ve göreli yoksulluğun dünyanın geri kalanı ile aynı ölçüm yöntemlerini kullanarak küresel anlamda bir yoksulluk projeksiyonunun belirlenmesidir. TUĐK’in yaptığı son (2008) yoksulluk çalışmasına göre Türkiye’de yoksulluk oranı yüzde 17,11 olarak hesaplanmıştır. Yani 11 milyon 933 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır (Çevrimiçi)http://www.tuik, 15.Aralık.2009.
Yoksulluk Sınırı Yöntemlerine Göre Yoksulluk
Đlk kez 2002 yılında yapılan resmi yoksulluk çalışmasından elde edilen veriler aşağıdaki tablolarda sunulmaktadır.
Tablo 4:Yoksulluk Sınırı Yöntemlerine Göre Fertlerin Yoksulluk Oranları(2002-2008)
Günlük 2.15 doların altında yaşayanların oranı da 2002 yılından bu yana azalmaktadır. Öte yandan oransal olarak en büyük yoksulluk oranı olan günlük 4.3 doların yaşayanların oranı 2002 ile 2008 arasında fazla bir düşüş yaşamıştır. Ancak harcama esasına göre yoksulluk oranları incelendiğinde yoksulluk oranları iniş çıkışlı bir seyir izlemiş ve harcamaya bağlı yoksulluk oranları 2002’ye göre 2008 yılında artmıştır.(1) 1 $’ın satınalma gücü paritesine (SGP) göre karşılığı olarak 2002 yılı için 618 281 TL; 2003 yılı için 732 480 TL; 2004 yılı için 780 121 TL, 2005 yılı için 0.830 YTL, 2006 yılı için 0.921 YTL; 2007 yılı için 0.926 YTL ve 2008 yılı için ise 0.983 YTL kullanılmıştır.
(2) Eşdeğer fert başına tüketim harcaması medyan değerinin %50’si esas alınmıştır. (*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir.
Kaynak:(Çevrimiçi)http://www.tuik.gov.tr, 5 Şubat 2010.
Tablo 4’te 2002 yılından bu yana yoksulluk sınırı yöntemlerine göre birleşik istatistiki veriler gösterilmektedir. Buna göre Türkiye’de “gıda yoksulluğu” yani açlık oranı giderek azalmaktadır. Ancak gıda ve gıda dışı yoksulluk oranları dalgalı bir seyir izlemektedir. Son yıllarda gıda ve gıda dışı yoksulluk oranları da azalmaktadır. Kişi başına günlük 1 doların altında yaşayan fertlerin oranı diğer göstergelere göre az olmakla birlikte 2006’dan bu yana oranı 0 olmaktadır. Bir başka deyişle Türkiye’de Dünya Bankası’nın kabul ettiği sınır olan günlük 1 doların altında yaşayan insan 2006 yılından beri yoktur.
Tablo 5: Yoksulluk Sınırı Yöntemlerine Göre Yoksul Fert Sayısı(2007-2008)
Tablo 4 ve Tablo 5’ten çıkaracağımız sonuç, gıda ve gıda dışı yoksulluğu hesaplama yöntemi ile harcama esasına dayanan göreli yoksulluğu hesaplama yöntemi arasındaki temel ayrılık; Türkiye’de yoksul insanların gıda, barınma gibi temel gereksinimlerini yerine getirmede yıllara göre daha başarılı olduğunu, ancak göreli yoksullukta o kadar başarılı olamadığını göstermektedir.(1) 1 $’ın satınalma gücü paritesine (SGP) göre karşılığı olarak 2007 yılı için 0.926 YTL ve 2008 yılı için ise 0.983 YTL kullanılmıştır.
(2) Eşdeğer fert başına tüketim harcaması medyan değerinin %50’si esas alınmıştır. (*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir.
Kaynak: (Çevrimiçi)http://www.tuik.gov.tr, 5 Şubat 2010.
Tablo 5’te ise Tablo 4’te oranlarını verdiğimiz yoksulluk sınırı yöntemlerine göre hesaplanan yoksul fertlerin sayısını görmekteyiz. Gıda yoksulluğu 2007 yılında 328 bin fert olarak hesaplanmış ve bu rakam 2008 yılında 374 bin olmuştur. Gıda ve gıda dışı yoksulluğun toplamından elde edilen yoksul fert sayısı ise 12.261 milyon iken bu rakam 2008 yılında 11.933 milyona inmiştir. Harcama esasına göreli yoksulluk fert sayısı ise 2007 yılında 10.127 milyon olurken, 2008 yılında Türkiye’de göreli yoksulluk 10.497 milyona çıkmıştır.
Türkiye’de hane halkı verilerine göre yapılan projeksiyonlar çok çeşitlilik göstermektedir. Bunlardan biri de hane halkı verilerine göre yoksulluk oranlarının ve yoksulluk çizgilerinin belirlenmesidir. Hanehalkı büyüklüğüne göre hesaplanan yoksulluk oranları ve çizgileri aşağıda sunulmaktadır.
Tablo 6’ya baktığımızda hane halkı büyüklüğüne göre yoksulluk oranını görmekteyiz.1 veya 2 kişinin olduğu hane halklarında 2002 yılından itibaren bir düşüş gözlenmektedir. Aynı şekilde 3 veya 4 kişinin olduğu hane halkında da bir düşüş gözlenmektedir. Ancak hane halkının sayısı büyüdükçe yoksulluk oranı artmaktadır. 7 kişi ve fazlasının bulunduğu hane halkları Türkiye’de en fazla yoksulluk oranının görüldüğü gruplardır. Son yıllarda 7 kişi ve fazlasının bulunduğu hane halklarının kendi grubu içinde de genel bir düşüş vardır.
Bu tablodan çıkarılabilecek en önemli sonuç Türkiye’de hanehalkında yaşayan fert sayısı büyüdükçe yoksulluk oranı artmaktadır. Bu durum nüfus yapısı ve demografik özellikleri ile Türkiye’de yoksulluğun hala kalkınma aşamasında olduğunu göstermektedir. Ayrıca bölüşüm ilişkileri açısından değerlendirildiğinde de yapılan transferlerin çoğu bu kalabalık hanehalklarına daha fazla olmaktadır. Çünkü büyük hanehalkları Türkiye’de ya kırsal kesimde küçük ölçekli köylülerden/çiftçilerden oluşmakta ya da büyük kentlerin dış bölgelerinde günlük yevmiye ve enformel sektörlerle geçinen insanlardan oluşmaktadır.108
Tablo 7: Hanehalkı Büyüklüğüne Göre Yoksulluk Sınırları(2002-2009)
Hane halkının iktisadi faaliyetlerine göre yoksulluğu Tablo 8 ve Tablo 9’da görmekteyiz. Tablo 8’de hanehalkı fertlerinin iktisadi faaliyetleri, 3 sektörde incelenirken (tarım, sanayi ve hizmet), işgücünün dışında olanlar ise iş arayanlar, ekonomik olarak aktif olmayanlar (emekli, dul, yetim vb.) ve 15 yaşın altındaki fertlerdir.(2) Gıda ve gıda dışı harcamalardan oluşan yoksulluk sınırıdır
(3) Gıda yoksulluk sınırı, 2003 temel yıllı Tüketici Fiyat Endeksi’nin gıda ana grup indeksi ile; gıda ve gıda dışı bileşenlerden oluşan yoksulluk sınırı ise genel indeks ile genişletilerek 2009 yılına enflate edilmiştir.
(*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir. Kaynak:(Çevrimiçi) http://www.tuik.gov.tr, 5 Şubat 2010
Tablo 7’de ise hanehalkı büyüklüğüne göre yoksulluk sınırlarını görmekteyiz. Bu tabloda gıda harcamalarına bağlı olarak açlık sınırı ve gıda dışı harcamaların eklenmesi ile yoksulluk sınırları iki ayrı bölümde YTL cinsinden verilmektedir. Açlık sınırı oranları hanehalkı büyüdükçe artmaktadır. Aynı şekilde yoksulluk sınırı da artmaktadır. Bu tablodan çıkan en önemli gösterge, Türkiye’de 2002 yılından 2009 yılına kadar geçen süre içinde 7 yıllık süre içerisinde açlık sınırları ve yoksulluk sınırları yaklaşık olarak her hanehalkı büyüklüğünde 3 kat artmıştır.
Hane halkı İktisadi Faaliyetlerine Göre Yoksulluk
Tablo 8:
Hanehalkı Fertlerinin İktisadi Faaliyetine Göre Yoksulluk Oranları (2002-2008)
110(*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir. Kaynak: (Çevrimiçi)http://www.tuik.gov.tr, 5 Şubat 2010.
Tablo 8’de işgücüne katılıp istihdam içinde olanlardan tarım kesiminin yoksulluk oranı 2002 yılından sonra artış göstermiş 2006 ve 2007 yıllarında tekrar azalırken 2008 yılında yine hanehalkı fertlerinde yoksulluk oranı artmıştır. Tarım kesiminde bu artışın en önemli nedenleri neo-libreal politikaların uygulanması ile tarımda ithalatın ve dışa bağımlılık artarken, çiftçiyi sübvanse etmede bütçede kısıntılara gitmesi neden gösterilebilir. Öte yandan sektörün yapısı itibariyle dış etkenlerin de (doğa şartları, modern tarım uygulamalarının hala yetersiz oluşu gibi) tarımda hanehalkı yoksulluk oranını etkilemektedir. Diğer 2 sektörde ise hanehalkının yoksulluk oranı 2002 yılından başlayarak azalmıştır. Đşgücüne katılmayan hanehalkı verilerinden de yoksulluğun oransal bazda azaldığı görülmektedir.
(*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir. Kaynak: (Çevrimiçi)http://www.tuik.gov.tr, 5 Şubat 2010.
Tablo 9’da ise hanehalkı fertlerinin işteki durumlarına göre yoksulluk oranları verilmiştir. Bu tabloda da istihdamdaki fertler; ücretli (maaşlı), yevmiyeli, işveren, kendi hesabına çalışan ve ücretsiz aile işçilerinden oluşmaktadır. Bu sınıflamalar içinde ilk göze çarpan yine ücretsiz aile işçilerini oluşturan kesimde yoksulluk oranının azalmadığıdır. Öte yandan 2001 krizinden sonra işveren olan yani kapitalist sınıftaki yoksulluk oranı 2008 yılına gelindiğinde oransal olarak bir hayli azalmaktadır. Buradan da sınıflar arasındaki yoksulluk oranlarındaki çekişme su yüzüne çıkmaktadır. Yüksek enflasyonun yaşandığı dönemlerde sermaye kapitalist sınıfın elinde toplanarak gelir dağılımı emekçiler ve köylü/çiftçi kesim aleyhine bozulmuştur.
111
3.3.3.Gelir Dağılımına Göre Yoksulluk
Türkiye’de gelir bölüşümü konusu her zaman gündemde olan ve tartışma konusu yapılan bir alandır. Ancak gelir bölüşümünde var olan olumsuz durum, özellikle 1980 sonrasında uygulanan ekonomik ve sosyal politikalarla daha olumsuz bir noktaya gelmiştir. Türkiye’de gelir dağılımının 1980 yılı öncesi ve sonrasında izlediği seyire göz atıldığında, özellikle 1980’li yıllarda giderek daha eşitsiz bir duruma gelinmiş olması dikkat çekici bir noktadır. Gelir bölüşümünün giderek daha eşitsiz bir özellik göstermesi nedeniyle, hazırlanan kalkınma planlarında gelirin dengesiz dağılımının önlenmesi hususuna yer verilmiştir. Ayrıca, 1961 ve 1982 Anayasaları ile “sosyal adalet” ve “sosyal devlet” ilkeleri benimsenmiş, adil bir gelir dağılımının sağlanması yönünde düzenlenecek politikalar için temel bir çerçeve oluşturularak devlete bu politikaları düzenleme görevi yüklenmiştir. Ancak özellikle 1980 sonrasında bu konuda çeşitli politikalar uygulanmış olmasına rağmen, tatmin edici gelişmeler gözlenememiştir. Bireysel gelir dağılımı eşitsizliğini ortaya çıkarmak üzere yapılan çalışmaların çoğunluğu, veri kaynağı olarak gelir dağılımı anketlerini kullanmaktadır. Hanehalkı gelirini temel alan gelir dağılımı anketlerine dayanılarak Türkiye’de bireysel gelir dağılımını elde eden çalışmalar, 1968, 1973, 1986, 1987, 1994, 2002, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında yapılmıştır. Bugüne kadar yapılan bireysel gelir dağılımı çalışmalarından elde edilen bulgular Tablo 10’da özetlenmiştir. (DPT, Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel Đhtisas Komisyonu Raporu, 2007:18)
Tablo 10: Türkiye’de Kişisel Gelir Dağılımı 1963-2005
Hanehalkı Yüzdeleri |
1963 |
1968 |
1973 |
1978 |
1983 |
1986 |
1987 |
1994 |
2002 |
2003 |
2004 |
2005 |
En düşük %20 |
4,5 |
3 |
3,5 |
2,9 |
2,7 |
3,9 |
5,2 |
4,9 |
5,3 |
6 |
6 |
6,1 |
Đkinci %29 |
8,5 |
7 |
8 |
7,4 |
7 |
8,4 |
9,6 |
8,6 |
9,8 |
10,3 |
10,7 |
11,1 |
Üçüncü %20 |
11,5 |
10 |
12,5 |
13 |
12,6 |
12,6 |
14,1 |
12,6 |
14 |
14,5 |
15,2 |
15,8 |
Dördüncü %20 |
18,5 |
20 |
19,5 |
22,1 |
21,9 |
19,2 |
21,2 |
19 |
20,8 |
20,9 |
21,9 |
22,6 |
En yüksek %20 |
57 |
60 |
56,5 |
54,7 |
55,8 |
55,9 |
49,9 |
54,9 |
50,1 |
48,3 |
46,2 |
44,4 |
Gini Katsayısı |
0,55 |
0,56 |
0,51 |
0,51 |
0,52 |
0,5 |
0,43 |
0,49 |
0,44 |
0,42 |
0,4 |
0,38 |
Kaynak: DPT, Özel İhtisas Komisyon Raporu, 2007:19
Tablo 10’dan gelir dağılımı eşitsizliği Gini katsayılarına göre yorumlandığında 1963’ten (0,55) 1968’e (0,56) kısmi bir kötüleşme olmuştur. Daha sonraki yıllarda ise sürekli bir iyileşme göstererek Gini katsayısı 1987’de 0,43’e kadar düşmüştür. Ancak 1994 yılına gelindiğinde gelir dağılımında ciddi bir bozulma meydana gelmiştir. 1987’de 0,43 olarak hesaplanan Gini katsayısı 1994’de 0,49 değerini almaktadır. 2002 yılı için hesaplanan Gini katsayısında ise tekrar 1987 yılı seviyesine bir geri dönüş yaşanmıştır. 2003 ve 2004 yıllarında sırasıyla 0,42 ve 0,40’a gerileyen Gini katsayısı, 2005 yılında 0,38’e düşerek son kırk yılın en iyi seviyesine ulaşmıştır.
Daha öncede belirttiğimiz gibi yoksulluk ölçümünü sadece gelir dağılımına indirgemek yoksulluğu bir sayısal analize hapsetmekte, yoksulluğun boyutlarının diğer etmenleri ile görülmesini engellemektedir. Gelir dağılımının sorunlu olduğu bir ülkede yoksulluğun sınıfsal göstergelerini de vermek gerekir. Bu amaçla aşağıda yer alan Şekil 2 ve Şekil 3’de Köse ve Bahçe’nin düzenlemiş olduğu, yüzde 10’luk gelir dağılımlarının 2004 yılındaki sınıfsal simetrilerine bakmak gerekir.
Tablo 11’e baktığımızda işsizlik oranlarının 1994 yılında yaşanan krizden sonra uygulanan istikrar programları neticesinde işsizlik oranları sonraki yıllarda birbirine yakın seyretmiştir. Ancak 1999 yılında ülke içindeki yapısal faktörlerin ve Türkiye dışında yaşanan büyük ekonomik krizlerin etkisiyle işsizlik oranı yüzde 7,7 olarak ölçülmüştür. 2000 yılında yine bir düşüş yaşayan işsizlik 2001 krizinin etkisiyle iki haneli rakamlara ulaşmış ve bir daha 1996 yılından önceki rakamlara dönememiştir. 2008 yılında Türkiye’de ölçülen işsizlik oranı yüzde 11’dir ve işgücü içindeki toplam işsiz sayısı 2 milyon 611 bin’dir.
Neo-liberal politikaların yapısal uyum programları aracılığıyla Türkiye ekonomisine entegre edilmesi ile işsizlik artmaktadır ve bu yoksulluğun sonuçlarından biri olmaktadır. Çünkü uluslararası kuruluşların az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere IMF ve Dünya Bankası ile dayattığı politikaların sonuçları yüzünden insanlar işsiz kalmaktadır. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Son 30 yılını ekonomik krizler ve darboğazlar ile geçiren bir toplumun işsizliği yapısal bir hale gelmesi başka türlü açıklanamaz.
Uygulanmakta olan yapısal uyum programları içinde üretime yönelik yatırımların azaltılmasını ve özelleştirme uygulamalarının arttırılmasını hedeflediğinden, özelleştirilen kurumlar ve kuruluşlardaki personel ve işçiler işinden olmakta, yahut bir önceki ücretlerinden daha az bir bedele çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar. Bu duruma benzer bir durumu gittikçe gerileyen tarım kesiminde de görebiliriz. Türkiye nüfusu itibariyle neredeyse yarısı kadar işgücünü tarımda istihdam etmektedir. Bu özellikleri nedeniyle Türkiye’yi az gelişmiş olarak nitelendirmemizde bir sakınca yoktur.
İşgücü yapısı itibariyle de sorunlu olan Türkiye’de tarımın GSMH’ ye katkısı 2000 yılında yüzde 13,5 olarak ölçülmüştür. Üstelik 2000 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede tarımın göreli sektörel verimlilik göstergesi (sektörün GSMH payının, istihdam payına bölünmesinden elde edilen oran) ciddi boyutlarda gerilemiştir. Faal nüfusun hemen hemen yarısının bu derecede düşük bir verimlilik düzeyinde milli ekonomiye katkısı yoksulluk sonucunu bir kez daha karşımıza çıkarmaktadır. Ayrıca bir diğer kronik bozukluk da, gelişme sürecinin erken aşamalarından itibaren “hizmetler” diye anılan, üretken olmayan (veya dış ticarete büyük ölçüde kapalı olan) hizmetler sektörünün erken ve aşırı bir şişkinlik kazanmış olmasıdır. Bu şişkinliğin kaldırılması da zamana yayılmakla birlikte istenen düzeye gelememiştir (Boratav, 2006:218-219).
Yoksulluğun işsizlik sonucuna dayanan en önemli göstergelerinden biri de işgücü yapısındaki kadınların azlığıdır. Aşağıda Tablo 12’de 2006 ile 2008 yılları arasında Türkiye’de cinsiyete göre işgücü yapısı görülmektedir.
Türkiye’de yaşayan ve çalışma çağında olan (15-64 yaş arası) erkeklerin yaklaşık olarak yüzde 70’i işgücüne katılırken, kadınlar açısından eldeki veriler kadın erkek arasında işgücüne katılım açısından çok büyük farklar olduğunu göstermektedir. 2008 yılında elde edilen verilere göre erkekler işgücüne yüzde 70,1 oranında katılırken, kadınlar ise yüzde 24,5’te kalmıştır.
Son 30 yılda Türkiye birikiminde yaşanan dönüşümün en önemli sonucu olarak ihracata yönelik üretim aracı üretiminin artması olmuştur. Üretim aracı üretiminde, yaşanan artış beraberinde ithal girdi ihtiyacında artışı da beraberinde getirmiştir. Yüksek ihracat oranlarına ulaşıldığı, yüksek büyüme hızlarının kaydedildiği bu süreç bireysel sermayeler açısından karlı bir süreç olarak yaşanırken, bir bütün olarak ülke ekonomisine büyüyen dış açıklar olarak yansımıştır. Bu sürecin en büyük yükünü yine işçi sınıfı üstlenmiştir. Krizlerden sonra işten çıkarmalar işçi sınıfına en büyük darbeyi vururken, birikimin düşük ücretlerle, yani ucuz işgücüne dayanarak gerçekleştirildiği görülmektedir. Bir başarı gibi sunulan bu büyüme süreci aynı zamanda yüksek oranda işsizlikle birlikte gitmektedir. Bir başka deyişle bu büyüme süreci emeğin sırtında yükselen “yoksullaştırıcı” bir büyüme olmuştur (Ercan ve Öztürk, 2009:87).
3.4.2.Düşük Ücret
Küreselleşmenin dünyada etkilediği ve yoksulluk yaratıcı bir yönü de olan düşük ücret, Türkiye’nin de önemli bir sorunu olmaktadır. Türkiye’de 1980’den sonra yaşanan dönüşüm sürecinde emekçi kesimin aleyhine uygulanan istihdam politikaları ücretlerin baskılanmasına neden olmuş; düşük ücret alan ve kayıtdışı (sosyal güvenlik kurumlarına dahil olmayan) bir şekilde çalışan emekçi kesimi yaratmıştır. Bu etkenler sonucunda yoksulluğun sadece açlık sınırı ya da gıda dışı harcamaları içermediğini, emek kesiminin düşük ücretlerle de yoksulluğa itildiğini göstermektedir.
Türkiye’de IMF’nin baskıları sonucu stand-by anlaşmalarında düşük ücret konusuna yer verildiği bilinen bir gerçektir. Kamu kesiminin küçültülmesi ve bütçede cari transfer harcamalarının azaltılmasına yönelik uygulanan politikalar, sonuçlarını emek kesiminin üzerinde göstermektedir. Öte yandan da özelleştirme sonucu başka bir yere yerleştirilen işçilerin/personelin ücretlerinin düşürülmesi, bu kişilerin alım güçlerini ve yaşam koşullarını etkilemiş ve yoksullaşmalarına neden olmuştur.
Türkiye yıllar itibariyle giderek enformel sektörlerin güçlendiği ve küresel uluslararası şirketlerin düşük ücretlerle üretim yaptığı bir ülke haline gelmektedir. Bundaki en büyük etken, Türkiye’de kayıtdışı istihdamı ortadan kaldıracak politikaların henüz yerleşmemesi ve sosyal güvenlik açıklarının henüz istenilen düzeye indirilememesidir.
Emek kesimine Türkiye’de yapılan kamu transferlerinin oranlarına baktığımızda çarpıcı gözlemler ortaya çıkmaktadır. Emek süreçlerindeki esnekleşmenin doğal karşılığı olan ve hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan yaşamlarını sürdüren özel sektör kayıtsız emekçi kitlelerinin faaliyet (ücret) gelirleri içindeki kamu transferlerinin payı yüzde 30’lar düzeyindedir. Bu oran hem kamu hem de özel kesim kayıtlı emekçi hanelerine kıyasla oldukça yüksektir.
Bu sonuç, tek başına artık savunulamayacak olduğu vurgulanan “eski” refah rejiminin yerine ikame edilen enformel sefalet örgütlenmesinin bir kanıtı niteliğindedir. Kamunun bu sınıf katmanlarına yaptığı enformel transferleri mevcut iktidarların organik parçası sayılan yeni zenginler grubunun sefalet örgütlenmesiyle birlikte değerlendirildiğinde, oluşturulmakta olan “yeni” refah rejiminin, yoksul sınıfların oylarını satın almaya yönelik ve iyi finanse edilmekte olan refah ve yoksulluk programları olduğunu göstermektedir (Köse ve Bahçe, 2009:415).
Y aşamsal düzeyde minimum olarak tanımlayabileceğimiz harcamalara, eğitim ve sağlık için yapılan harcamalar da eklendiğinde emekçi hanehalkları için Türkiye’de toplumsal düzeyde var olabilme sorununun belirgin bir şekilde arttığı gözlenmektedir. Bu artış özellikle kentli emekçi sınıf katmanları için çok daha belirgindir. Bu sınıflar burjuva toplumunun gerçek mekansal dokusunda, kentlerde, normalleştirdiği toplumsal ilişki ve örgütlenmelere zorunlu olarak daha duyarladırlar. Varoşlarda da olsa kentli bir insan için bu ilişkilerin minimumları hiç kuşkusuz eğitim ve sağlıktır. Kapitalist toplumlarda alt sınıflar için eğitilmiş ve sağlıklı olmak, fiziksel olarak varoluştan toplumsal olarak varoluşa geçebilmenin olmazsa olmazıdır.
Neo-liberal refah rejiminde ise bu zorunluluğun muhatabı bireyin kendisidir ve yükümlülüğün bedelini de ödemek durumunda bırakılmaktadır. Türkiye’de bu zorunluluğa en duyarlı olan emekçi katmandır. Beşeri sermayeleri yüksek olan bu nitelikli emekçi hanelerdir. Söz konusu hanelerin faaliyet gelirleriyle yaşamsal minimumlarını karşılayamama oranları yüzde 34,6 iken toplumsal minimumlarını karşılayamama oranları yüzde 51,5’e çıkmaktadır. Đşsiz ve geçimlik tarımla uğraşan hanelerin yaşamsal ve sosyal minimumlarını karşılayamama oranlarındaki yakınlık bir yönüyle toplumun en yoksul katmanlarının çaresizliğini diğer yönüyle de bu katmanların toplumsal yeniden üretiminin kentli sınıflarla farklılığını yansıtmaktadır (Köse ve Bahçe, 2009:415).
3.5. TÜRKĐYE’DE YOKSULLUĞU ÖNLEMEK ĐÇĐN UYGULANAN HUKUKĐ DÜZENLEMELER
Türkiye’de yoksulluğu önlemek ve azaltmak için uygulanmakta olan hukuki düzenlemeler kanunlarla belirlenmiştir. Bu kanunlar 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu, 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşmayı ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu ve 3816 Sayılı Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkında Kanundur.
Uygulanmakta olan bu kanunlar yapıları ile Türkiye’de yaşayan yoksullara ve muhtaç durumda olanlara ayni ya da nakit transferler yaparak, yaşam koşullarında bir iyileştirme sağlamaktır. Bu kanunlar daha öncede belirttiğimiz gibi paternalist bir devlet anlayışı ile yoksulluğun ortadan kaldırılmasından çok, düşük ölçekli transferlerle yoksullara yaşayabilme şansını vermektedir.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu
Sosyal hizmetler yalnızca yoksulluktan kaynaklanan sorunların giderilmesini amaçlayan hizmetler değildir. Sosyal hizmetler bir yandan ekonomik yetersizlikleri sebebiyle geçinme imkanı bulamayan yoksul kişilere diğer yandan ekonomik yönden yetersizlikleri bulunmayan fakat kişisel sebeplerle değişik türlerde ihtisas hizmetlerine ihtiyaç duyan kişilere yönelen karşılıklı veya karşılıksız hizmetlerdir. Yoksulluk içinde bulunan kişilere yöneltilen ve sunulan hizmetlere sosyal yardım karakterli sosyal hizmetler, diğer gruba sunulan hizmetlere de sosyal refah karakterli hizmetler denir. Türkiye’de sosyal hizmetlerin kavram ve kapsamı içine her iki türdeki hizmetler de girmektedir (Balcı, 2007:137).
2828 sayılı kanunun∗ 3.maddesinde sosyal hizmetler şöyle tanımlanmaktadır:“kişi ve ailelerin kendi bünye ve çevre şartlarından doğan veya kontrolleri dışında oluşan maddi, manevi ve sosyal yoksunluklarının giderilmesine ve ihtiyaçlarının karşılanmasına, sosyal sorunlarının önlenmesi ve çözümlenmesine yardımcı olunmasını ve hayat standartlarının iyileştirilmesi ve yükseltilmesini amaçlayan sistemli ve programlı hizmetler bütününü”.
Kurumun görevleri bu amaç çerçevesinde 9.maddede şöyle açıklanmıştır: Sosyal hizmet ve sosyal yardımla ilgili politikaları belirleyip ilgili kurumlar arasında koordinasyon sağlamak; muhtaç çocuk, özürlü ve yaşlıları tespit, çalışan ana baba ve yurt dışındaki işçilerin çocuklarının bakımı için kurumlar oluşturmak; yoksul kişi ve ailelere yardım, halkın gönüllü katkılarını organize etmek; dernek ve vakıfların sosyal hizmet alanındaki faaliyetlerini yönlendirmek; araştırma yayın ve tanıtma faaliyetlerini desteklemek; bu alanda gerekli personeli eğitmek ve görevlendirmek, ailenin bütünlüğünü korumak ve parçalanmış ailelere maddi ve manevi destek sağlamak, doğal afetlerle ilgili sosyal hizmetleri yerine getirmektir.
Kanun’da kurumun gelirleri 18.maddede sayılmıştır:
- – Genel Bütçeden yapılacak Hazine yardımı,
- – Döner sermaye gelirleri,
- – Kuruma ait taşınır ve taşınmaz mallardan elde edilecek her çeşit gelirler,
- – Kurum tarafından veya Kurum yararına başka kuruluşlar ya da gerçek ve tüzel kişilerce düzenlenecek sosyal faaliyetler ile her türlü teşebbüs gelirleri,
- – Gerçek ve tüzelkişilerle uluslararası resmi ve özel kuruluşlar ve yabancı benzer kuruluşlar tarafından Kuruma yapılacak ayni ve nakdi taşınır ve taşınmaz her çeşit bağışlar ve bunların gelirleri,
- – Türk Hava Kurumunca toplanacak kurban derisi, fitre, zekat gelirlerinden Kuruma ayrılan paylar,
- – Belediye sınırları ile mücavir alanlar içinde düzenlenen fuar, festival, sergi ve benzeri yerlere giriş biletlerine, Bakanlar Kurulunca tespit edilen miktarda yapıştırılacak sosyal yardım pulu gelirleri,-Kanunla kurulan döner sermaye işletmelerinin (Vakıflar Genel Müdürlüğüne ve Orman Genel Müdürlüğü’ne ait olanlar hariç), yıllık brüt hasılatlarının yüzde 1’inin Kuruma aktarılmasıyla elde edilecek gelirler.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) bünyesinde ayrıca ekonomik yoksunluk içinde bulunanlara sosyal yardım yapılmaktadır. 2003 yılında ayni-nakdi yardımlardan 11.123 kişi yararlanmıştır. 2004 yılında tahmini 15.000 kişi sosyal yardımlardan yararlanmıştır. Son yıllarda sosyal hizmetlerden yararlanmak üzere başvuranların sayısında artış gözlenmektedir. 2000 yılında 8153 olan müracaat sayısı 2002 yılında 33.937 kişiye ulaşmıştır. SHÇEK yoluyla yapılan sosyal yardımlar, SHÇEK Ayni ve Nakdi Yardım Yönetmeliği’ne dayalı olarak yapılmaktadır. Bu yönetmeliğin amacı ; “yoksulluk içinde olup da temel ihtiyaçlarını karşılayamayan ve hayatlarının en düşük seviyede dahi sürdürmekte güçlük çeken kişilere ve ailelere kaynakların yeterliliği ölçüsünde ayni ve nakdi yardım yapılmasına dair esas ve usulleri düzenlemektir. Yapılan sosyal yardım miktarı, en yüksek devlet memuru aylığının (ek gösterge dahil) yüzde 40 oranındadır.
3.5.2 Sosyal Yardımlaşmayı ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu
3294 sayılı kanunun∗ amacı (md. 1);” fakru zaruret içinde ve muhtaç durumda bulunan vatandaşlar ile gerektiğinde her ne suretle olursa olsun Türkiye’ye kabul edilmiş veya gelmiş olan kişilere yardım etmek, sosyal adaleti pekiştirici tedbirler alarak gelir dağılımının adilane bir şekilde tevzi edilmesini sağlamak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmektir.”
Kanunun kapsamına (md. 2); “fakru zaruret içinde ve muhtaç durumda bulunan kanunla kurulu sosyal güvenlik kuruluşlarına tabi olmayan ve bu kuruluşlardan aylık ve gelir almayan (…) vatandaşlar ile geçici olarak küçük bir yardım veya eğitim ve öğretim imkanı sağlanması halinde topluma faydalı hale getirilecek, üretken duruma geçirilebilecek kişiler” girmektedir. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun** 60’ıncı maddesinin birinci
∗ 3294 Sayılı Kanunu’n Resmi Gazete’de yayımlandığı tarih 14.06.1986’dır. Sayı.19134, (Çevrimiçi) http://www.mevzuat.adalet.gov.tr, 11 Şubat 2010.
** 5510 Sayılı Kanunu’n Resmi Gazete’de yayımlandığı tarih 16.06.2006’dır. Sayı.26200, (Çevrimiçi) http://www.mevzuat.adalet.gov.tr, 11 Şubat 2010.
122
fıkrasının (c) bendinde sayılan genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin 5510 sayılı Kanun gereği ödedikleri katılım payları bu Kanun kapsamındadır. Ancak yıl içinde ödenen tutarlar, takip eden yılda Hazine tarafından Fona geri ödenir. Kanunda öngörülen hizmetlerin gerçekleştirilmesi için Başbakanlığa bağlı ve T.C. Merkez Bankası nezdinde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu kurulmuştur (md. 3).
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonunun gelirleri (md. 4);
- – Kanun ve kararnamelerle kurulu bulunan ve kurulacak olan fonlardanBakanlar Kurulu kararıyla yüzde 10’a kadar aktarılacak miktardan,
- – Bütçeye konulacak ödeneklerden,
- – Trafik para cezası hasılatının yarısından,
- – Radyo ve Televizyon Üst Kurulu reklam gelirleri hasılatından aktarılacak yüzde15’lik miktardan,
- – Her nevi bağış ve yardımlardan,
- – Diğer gelirlerden, oluşmaktadır.Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’nun denetimi Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulunca yapılırken (md. 6) fonda toplanacak kaynakların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması ise her ilçede kurulacak Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları kanalıyla olacaktır (md. 7). Vakfın gelirleri 8.maddede düzenlenmiştir. Bunlar SYDTF’ ndan aktarılacak miktar; her nevi fitre, zekat, kurban derileri ve bağırsak yardımları; işletme ve iştirak gelirleri ve diğer gelirlerdir. Ayrıca yasaya eklenen bir maddeyle fon ve vakıf gelirleri kamu alacağı sayılmış ve bunların ödenmesi için hakkında Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkındaki Kanunu’nun uygulanması öngörülmüştür. Kanun fonu ve vakıfları; kurumlar, veraset ve intikal ve damga vergilerinden muaf tutmaktadır (md. 9).SYDTF’ nun başıca faaliyetleri il ve ilçe vakıfları kanalıyla her ay yapılan periyodik yardımlar, sağlık yardımları, özel amaçlı yardımlar, eğitim yardımları, yakacak yardımları, gelir getirici ve istihdam yaratıcı proje yardımlarından ibarettir. Bu faaliyetler aşağıda açıklanmıştır:
– Periyodik yardımlar, il ve ilçe vakıfları tarafından gereksinimi olanlara; gıda, yakacak, ilaç gibi acil ve gündelik ihtiyaçların karşılanması amacıyla yapılan yardımlardır. Bu yardımlar için Fon tarafından vakıflara her ay kaynak aktarımı yapılmakta, bu aktarımda payların belirlenmesinde, il ve ilçe nüfusları ile DPT tarafından belirlenen sosyo-ekonomik gelişme endeksi dikkate alınmaktadır.
– Sağlık yardımları, yoksul ve sosyal güvenceden yoksun olanların ayakta tedavi giderleri için Sağlık Bakanlığı’na aktarılan kaynaklar ve vakıflara gönderilen yardımlardan oluşmaktadır.
– Eğitim yardımları kapsamında, her eğitim ve öğretim yılının başlangıcında ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan dar gelirli aile çocuklarının kırtasiye, önlük gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması için Fondan kaynak gönderilmektedir. Ayrıca 8 yıllık temel eğitim kapsamında yer alan taşımalı eğitim uygulamasında, okulların bulunduğu merkezlere taşınan öğrencilere öğle yemeği verilmektedir. 1989 yılından itibaren yükseköğrenim gören dar gelirli ailelerin çocuklarına burs verilmiştir. 2003 yılında ise burs yardımlarının tek elden yürütülmesi için Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu’yla koordinasyona gidilmiştir.
– Yakacak yardımları çerçevesinde, vakıflar aracılığıyla gereksinimi olan ailelere bedelsiz kömür yardımı yapılmaktadır.
– Gelir getirici ve istihdam yaratıcı projelere destek verilmektedir. Kırsal alanda, sosyal destek projesi, yoksullar için gelir getirici küçük ölçekli projeler, istihdama yönelik beceri kazandırma eğitimleri, toplum yararına çalışmalar için geçici istihdam, sosyal altyapı ve hizmet merkezlerinin kuruluş ve geliştirilmesi ve toplum kalkınması çalışmaları olmak üzere farklı alanlarda proje çalışmaları desteklenmektedir (Balcı, 2007:148-150).
Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkında Kanun
3816 sayılı kanunun∗ amacı (md. 1), “ hiçbir sosyal güvenlik kurumunun güvencesi altında olmayan ve hizmetleri giderlerini karşılayacak durumda bulunmayan Türk vatandaşlarının bu giderlerinin, devlet tarafından karşılanması ve bu hususta uyulacak usul ve esasların belirlenmesidir.
Yeşil Kart Yasası olarak da anılan bu yasanın kapsamına hiçbir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmayan ve aylık geliri veya aile içindeki gelir payı 1475 sayılı Đş Kanunu’na göre belirlenen asgari ücretin vergi ve sosyal sigorta primi dışındaki miktarının 1/3’ünden az olan ve Türkiye’de ikamet eden Türk vatandaşları girecektir (md. 2). Gelir veya gelir payı belli miktarın üzerine çıkanlara sağlık yardımı yapılmaz ve yeşil kartları geri alınır (md. 3).
Yeşil kart kapsamına alınacaklar açısından asgari ücret miktarının zaten yeterince düşük olduğu göz önünde bulundurulursa, bir de bu ücretin vergi ve sigorta primi dışındaki miktarının 1/3’ünü ölçü alarak bu miktarı iyice düşürmek, yasanın amacı açısından adil olmamaktadır. Yine maddede belirtilen “aile içindeki gelir payının” hesaplanması da karışıklığa yol açacak niteliktedir (Balcı, 2007:151).
Yeşil kart, gerekli araştırma ve incelemeler yapıldıktan sonra, il ve ilçe idare kurullarının kararı üzerine valilik ve kaymakamlıkça hak sahiplerine verilir (md 8).
Kanuna göre sağlanacak sağlık hizmetlerinin bedelini karşılamak üzere Sağlık Bakanlığı bütçesine yeterli ödenek konacaktır (md. 9).
Hakkı olmadığı halde gerçek dışı beyanda bulunarak Yeşil Kart alıp ücretsiz tedaviden yararlananlara yapılan harcamalar; kendilerinden, velilerinden veya
∗ 3816 Sayılı Kanunu’n Resmi Gazete’de yayımlandığı tarih 03.07.1992’dir. Sayı.21273 (Çevrimiçi) http://www.mevzuat.adalet.gov.tr, 11 Şubat 2010.
125
kanunen bakmakla yükümlü bulunan yakınlarından iki katı olarak geri alınacak ve bunlar hakkında genel hükümlere göre kavuşturma yapılacaktır (md. 10).
Kanunda yer alan geçici madde (geçici md. 2) ile Yeşil Kart verilmesine Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri ile geri yörelerdeki vatandaşlardan başlanacaktır ibaresi yer almıştır. Bu bölgelerin Türkiye’nin en yoksul bölgeleri olduğu göz önüne alınırsa bu geçici maddenin sosyal adaleti sağlayıcı bir işleve sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye’de bugüne kadar 18 milyon 22 bin kişi yeşil kart almak için başvurmuş ve bu kişilerin 13 milyon 418 bini yeşil kart sahibi olmuştur.
SONUÇ
Küreselleşme kapitalizmin sıçrama yapması ve bu sıçramanın meydana getirmiş olduğu neo-liberalizm; dünyadaki değerler sistemi, iktisadi ve sosyal yapıları dönüşüme uğratmıştır. Đletişim araçlarının gelişmesi, sermayenin ve paranın baş döndürücü hızla el değiştirmesi ve bilginin önemli bir güç olması gibi önemli sonuçlar, olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir.
Küreselleşmeyi, kapitalizm ilişkisi bağlamında ele alırken; kapitalizmin genel tarihinde; toplumların ortak çıkarlarına hizmet ettiği öne sürülen gelişmeci bir yapıdan (liberal/modern) toplumsal bütünlüğü parçalayan zıtlıklara doğru (neo- liberal/post-modern) bir seyir izlediğini görmekteyiz. Sermaye, toplumsal yapı ve ilişkilerin her alanını ele geçirdikçe kendi varlığının başat kuralını toplumun bütününe yaymaktadır. Bu da; hız ve değersizleşmeyi ortaya çıkarmaktadır. Hız ve değersizleşmenin ulaştığı nokta ise bireyin metalaşmasıdır. Küreselleşme ile birlikte, bireyler nesneleşmektedirler.
Yoksulluk ise yüzyıllardır dünyada varlığını sürdürürken, son 30 yılda iktisat yazınında önemli bir çalışma alanı haline gelmiştir. Yoksulluğun iktisadi yazında inceleniş biçimi yoksulluk kavramına bakış açısını ortaya koymaktadır. Yoksulluk, uluslararası kuruluşların çözüm önerilerine bırakılmıştır. Ancak yoksulluğun çözümü için oluşturulan; programlar, raporlar ve bunların etkilediği politikalar neo- liberalizmin kurallarına uygun hareket etmektedir.
Bugün dünya nüfusunun neredeyse beşte biri açlık ve yoksulluk içinde yaşarken, bir başka bölgesinde bolluk içinde yaşayan insanların olması; küreselleşme sürecinin insanları yoksulluktan kurtarmada başarılı olamadığını, yoksulluğu daha da arttırdığını göstermektedir.
Uluslararası kuruluşların yoksulluğun çözümü için önerdikleri birbirinden bağımsızmış gibi dursa da, aralarındaki organik bağları göz ardı edemeyiz. Örneğin yıllarca uygulanan kalkınma politikaları ile yoksulluğu azaltamayan bir ülkeye, bugün mikro girişimciliği ülkeye yerleştirmesi ve yayması salık verilmektedir.
Özellikle kapitalizmin gelişme aşamalarının geç kaldığı ülkelerde kalkınma iktisadının uygulanması sırasında; teorik ve pratik açılımları, tarihsel ve yapısal koşulları göz önüne alarak düşünmemiz gerekmektedir. Sosyal bilimcinin yoksulluk gibi oldukça sorunlu bir alanın bilgisini üretme aşamasında farkına varmadan yoksulluğu üreten koşulların gelişip derinleşmesine yardımcı olması kabul edilemez bir olgudur.
Küreselleşme ile birlikte, devlete de yeni bir işlev yüklenmekte; eski devlet anlayışı ortadan kaldırılmaktadır. Devlet, özelleştirme uygulamaları ile piyasadan çekilmekte; düzenleyici bir işleve sahip olmaktadır. Bütçeler borç ödemelerine göre ayarlanmakta, toplanan vergiler sosyal adaletten çok sermaye ve çıkar gruplarının isteği doğrultusunda düzenlenmektedir. Aynı zamanda yatırım harcamaları kısılmaktadır.
Küreselleşme; toplumları refaha ulaştırmayı görev edinmediği sürece, sosyal bilimlerin bir olgusu olarak kalacaktır. Başkalaştırma sürecinde yahut metalaştırma sürecinde çok istekli ve iştahlı davranan küreselleşmenin ajanları, toplumların mevcut sorunlarını çözmede yeteri kadar özverili ve çıkar gözetmeden hareket etmediği sürece dünya yaşanılabilir bir yer olmayacaktır. Küreselleşme kendine özgü kavramları yaratmada gösterdiği çabayı biraz da sorunların kaynağına eğilmek üzere harcamalıdır. Unutulmamalıdır ki, kavramlar felsefenin var olduğu ilk günden beri yenilenmektedir. Küreselleşme kavram çemberinden çıkartılmalı; dünyadaki sorunların çözümüne yardımcı olmalıdır.
Küreselleşme, insan olmadan varlığını sürdüremez. Ancak varoluş sürecinde insanı yaşatabildiği, bu sürecin merkezine koyabildiği sürece başarılı olacaktır. Aksi takdirde yoksulluk başta olmak üzere kötü yaşam koşulları düzelmeyecek; çevre, sağlık, eğitim gibi sorunlar daha da büyüyecektir.
Türkiye’nin küreselleşme ile ilişkisine bakarsak gelinen nokta; önce iktisadi sonrasında da sosyal dönüşümlerin tamamlayamamış bir ülke olduğu gerçeğidir. Gelişmekte olan ülkeler sınıfına sokulan Türkiye bazı bölgeleri ile azgelişmiş ve ciddi sorunları olan bölgelere sahiptir. Bu da bir ikilem yaratmaktadır.
128
Türkiye’nin yaklaşık 60 yıldır kalkınmasını tamamlayamamasının ana faktörleri, iç ve dış faktörler olarak ele alınabilir: Đç faktörleri, önce siyasi yapısına sonra da iktisadi yapısına bağlayabiliriz. Türkiye burjuva sınıfını bir anda oluşturmaya çalıştığı için, sermayenin gelişme aşamalarını hızlıca geçmek zorunda kalmıştır. Bu da iktisaden sorun yaratmıştır. Dış faktör ise küreselleşmedir. 1950’lerden sonra devlet eliyle büyüyen sermaye sınıfı, 1980’lerden itibaren Türkiye’yi küreselleşmenin sularına çekmiştir. Bugün, Türkiye’de sanayi sektörü, küresel pazarda yer kapmaya çalışırken ülke içindeki üretimi zayıflayan, tasarrufları azalan bir ülke olmaktadır. Üretimin yeterli olmadığı bir ülkede kalkınmanın tam anlamıyla başarılamaması normaldir. Üstelik iktisadi olarak ülkenin çalışan nüfusunun neredeyse yarısının tarım sektöründe çalışıyor olması ve verimliliğin giderek düşmesi yoksulluğu daha da arttırmaktadır. Emek kesimi ise uzun yıllardır yoksulluk çizgisinde yaşamaktadır. Türkiye’de büyük kentlerin etrafına yağılmış yoksul insanlar ile merkezde yaşayan zengin insanlar arasındaki çatışma dünyadaki merkez-çevre karşıtlığının mikro düzeyde yaşanmasından başka bir şey değildir.
Türkiye’nin 1980’lerden itibaren geçirdiği dönüşüm ile yoksulluk mutlak yoksulluk olarak azalmışsa da göreli yoksulluğu artmıştır. Ve bu süreçte uygulanan politikalar, küresel ajanların istekleri ile örtüşmek zorunda kalmıştır. Türkiye son 30 yılda yaşadığı krizlerden çıkmak için neo-liberal politikalara başvurmuştur. Uygulanan iktisadi politikalar, daraltıcı politikalar şeklinde uygulanmıştır. Yoksulluğun çözümü için uygulanan politikalar ve yapılan kanunlar sadaka kültürünü yerleştirerek, gerektiğinde iktidarlar için ucuz oy depoları olarak yoksulların kullanılmasına yol açmıştır.
Türkiye, tabii ki dünyada yaşanan gelişmelere karşı kendini kapatmamalıdır. Ancak Türkiye’nin küreselleşmeye eklemlenmesi sırasında; kendi iktisadi ve sosyal yapısına uygun politikaları gerçekleştirmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde küresel bir kriz anında, tüm iktisadi yapısının etkilendiği bir durumla karşı karşıya kalabilir.
Cevap bırakın