Sürdürülebilir yaşam, güvenli gıdaya ulaşım, zehirsiz sofralar, ekolojik tarım gibi konularda mücadele veren STK’lar ile güvenli gıdaya erişim ve güvenli gıdayı etkileyen faktörleri konuştuğumuz bir dosya hazırladık. Dosyanın ilk bölümünde Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ve Sürdürülebilir Yaşam Derneği ile insanlığı iklim krizinden ve yetersiz beslenmeden kurtarıp ekoloji ve insan dostu güvenli gıdaya ulaştıracak çözüm yollarını konuştuk.
Endüstriyel tarım sistemlerinin, pestisit kullanımının, bilinçsiz tüketimin doğaya, insan sağlığına ve iklim dengesine verdiği zararlar düşünüldüğünde insanlığın gıdaya ulaşımının daha ne kadar mümkün olabileceği büyük ve göz korkutucu bir soru işareti olarak beliriyor.
‘Bütüncül ve Uzun Vadeli Planlarla Pestisitsiz Tarıma Geçilmeli’
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği İletişim Sorumlusu Gözde Özbey, yapılan araştırmaların mevcut gıda üretim sistemlerinin dünyamıza verdiği zararları ortaya koyduğunu ve bu haliyle gıda üretiminin sürdürülemez olduğunu söylüyor: “2020 Avrupa Komisyonu tarafından 20 Mayıs Dünya Arı Günü’nde yayımlanan Çiftlikten Çatala (F2F) ve Biyoçeşitlilik (BDS) strateji dokümanları, mevcut gıda üretiminin sürdürülemez olduğunu kabul ederek; biyoçeşitliliği ve toplum sağlığını Avrupa Gıda Politikası’nın merkezine alan ve pestisit kullanımını azaltmaya yönelik hedefler belirledi. Hem F2F hem de BDS’de ortaya konan çaba ile 2030 yılına kadar pestisitlerin genel kullanımının ve yüksek derecede tehlikeli pestisit kullanımının %50 azaltılması, pestisitlerin agroekolojik uygulamalarla değiştirilmesi, 2030 yılına kadar AB’nin tarım arazilerinin %25’inin organik tarıma ayrılması ve nihayetinde pestisitlerin AB kentsel yeşil alanlarında da yasaklanması hedeflendi. Biz de Zehirsiz Sofralar projemiz kapsamında pestisitlerin yasaklanması için yürüttüğümüz Zehirsiz Kampanya’nın yanı sıra, Tarım ve Orman Bakanlığı’na Türkiye’de 2030 yılına kadar zehirsiz tarıma nasıl geçilebileceğine dair önerilerimizin yer aldığı “Zehirsiz Sofralar İçin Yol Haritası”nı sunduk.”
‘Dünyada Organik Tarım Pazarı Hızla Büyüyor’
Özbey, dünyada organik tarım pazarının hızla büyüdüğünü, zehirsiz gıda talebi ile birlikte agro-ekolojik ve doğa dostu uygulamaların da gün geçtikçe yaygınlaştığını ifade ediyor ve örnekler veriyor: “İsveç bu teknik ve yöntemler sayesinde pestisit kullanımını, önceki yıllara kıyasla yarı yarıya azaltmayı başardı. Dünyanın önde gelen pirinç üreticilerinden Endonezya ise 1986 yılında pestisit kullanımını azaltmaya yönelik destek ve çiftçi eğitimine dayalı entegre zararlı yönetimi uygulaması ile pestisit kullanımını altı yılda yüzde 62 oranında azalttı ve aynı dönemde ürün verimliliğinde yüzde 10 artış sağladı.”
Özbey’in aktardığına göre araştırmacılar Türkiye’nin ekilebilir alanlarının yüzde 76’sında yapılacak organik tarımdan elde edilecek bitkisel ve hayvansal ürünlerin Türkiye nüfusunu besleyebileceğini kanıtlıyor. Özbey; “Pestisitsiz bir tarıma geçiş mümkün ama zaman alacak bir süreç ancak bunun için önce konuda bütüncül ve uzun vadeli yaklaşım ile tarım politikalarının değişmesi gerekiyor. Alternatif tarım teknikleri, uygulamaları ve sistemleri konusunda ARGE çalışmaları ve bu konuda destekleme politikalarına ihtiyaç var” diyor.
‘Eko-Kooperatifler, Agro-Ekoturizm Bir Çözüm Yolu Sunabilir’
Endüstriyel tarım yöntemlerine mecbur kalan çiftçinin uygulanan tarım politikalarının altında ezildiğini söyleyen Özbey’e göre doğa dostu tarım yöntemlerine geçmek bir çözüm olabilir: “Satın alınan girdilerin işletme içinde üretilmesi ve agroekolojik, organik, onarıcı tarım gibi doğa dostu tarım yöntemlerine geçiş bir çözüm olabilir.
Bir üretim dalının yan ürünleri veya atıkları, diğeri için girdi olabilir. Çiftçi üzerindeki baskının azalması için ise ürünlerin doğrudan tüketiciye satılmasının yolları aranmalı. Bu da ekolojik üretici pazarları, topluluk destekli tarım grupları ile ilişki kurulması, kargo sistemi ile interneti kullanarak pazarlama, eko-kooperatiflerin kurulması, agro-ekoturizm gibi yollarla sağlanabilir.”
‘Mücadele Etmiyorsak ‘Nerede O Eski Domatesler…’ Diye Söylenmeye Hakkımız da Yok’
Gözde Özbey, gelinen noktada tüketiciler olarak bizlerin de pasif birer tüketici olma lüksümüzün kalmadığını, öyle olacaksak da “nerede o eski domateslerin kokusu” diye söylenmeye hakkımızın olmadığını ifade ediyor. Özbey; “Slowfood’un kurucusu Carlo Petrini, yaşadığımız çağda gıdamıza sahip çıkmamız için artık sadece ne üretici ne de tüketici olamayacağımızı belirtiyor ve her birimizin üretim-tüketim birlikleri kurarak “türetici” olabileceğimizi söylüyor.
Dikkatimizi gıdamıza ve günlük kullanımımız için gereken ürünlere çevirerek, bu ürünlerin kaynağından, alışveriş çantamıza gelene kadar geçirdiği üretim aşamalarından her birimizin sorumlu olduğunu hatırlatıyor. Türetici, çağımız insanının daha önce karşılaşmadığı ve bu nedenle de içinden bir türlü çıkamadığı sorunlara çözümler “türetiyor”. Türetici, bu türetme eylemi için bir işbirliği, yeniden kafa kafaya vermek ve bıkmadan usanmadan denemek, yanılmak, tekrar denemek zorunda.” diyor.
‘Pestisit Kullanımı Tarımsal Üretimdeki Sorunları Derinleştiriyor’
Buğday Derneği’nin mücadele verdiği alanlardan biri de zehirsiz sofralar. Özbey; “Sofralarımız tarımda ot ve böcek öldürmek amacıyla kullanılan ve büyük verimlilik vaatleriyle çıkıp piyasayı talan eden toksik etkili kimyasal maddeler ile zehirleniyor. Pestisitler (tarım zehirleri) tarımsal üretimde kullanılan toksik etkili kimyasal maddelerdir. İşlevlerine göre, böcek öldürücü (insektisit), ot öldürücü (herbisit), mantar öldürücü (fungusit) veya kimyasal yapılarına göre organoklorlu, organofosfatlı, karbamatlı gibi çeşitli sınıflara ayrılır.
Dünyada yılda 3 milyon ton civarında pestisit kullanılıyor. Türkiye’deki pestisit kullanımı ise 2018 yılı için 59 bin ton olarak tahmin ediliyor. Türkiye’de 1979 yılı ile 2018 yılları arasında pestisit kullanımı yedi kat artış gösterdi. Kentsel alanda kullanılan pestisitlerin yeraltı sularına karıştığını ve Türkiye’deki içme suyu arıtma tesislerine ulaşan sularda saptanan 49 mikro kirleticinin 33’ünün pestisit olduğu tespit edildi. Bu zehirli kimyasallar özellikle hamile kadınları ve çocukları etkiliyor; hamile kadınların erken doğum, düşük yapma gibi durumlarla karşı karşıya kalmasına sebep oluyor.” diyor.
Pestisit kullanımını eleştiren Özbey, bu maddenin tarımsal üretimde zararlı bir kısırdöngüye sebep olduğunu belirtiyor: “Agro-ekoloji, permakültür, organik vb. gibi doğa dostu pek çok yöntemin aksine pestisit kullanımı, tarımsal ürünlere zarar veren ot ve böceklerin pestisitlere karşı direnç geliştirmesine neden oluyor. Bunun karşısında daha fazla pestisit kullanımı öneriliyor ve bu durum da zararı derinleştiren bir kısır döngüye neden oluyor.”
‘Tarımsal Faaliyetlerin Sera Gazı Üretimindeki Etkisi Yüzde 30’u Buluyor’
Gıda üretimi ve tüketimiyle, ekolojik tarım teknikleriyle iklim krizinin önüne geçmenin ne denli mümkün olabileceğini sorduğumuz Gözde Özbey; gıda üretim tüketim zincirinin küresel sera gazı emisyonları içindeki payını belirlemede hangi etkenlerin, nasıl hesaba katılacağı konusunda büyük belirsizlikler olduğunu söylüyor. Pestisit kullanımının iklim krizi üzerinde ne kadarlık bir paya sahip olduğunu söylemenin zor olduğunu ifade eden Özbey, fosil yakıt kullanımı, gübre üretimi ve tarımsal kaynaklı arazi kullanımı gibi ilave etkenler dâhil edildiğinde tarımsal faaliyetlerin sera gazı emisyonlarındaki payının yüzde 30 civarında olduklarını bildiklerini söylüyor. İklim krizini güçlendiren gıda uygulamalarına örnekler veren Özbey, pestisit kullanımının terk edilmesinin küresel iklim krizine olumlu yansıyacağının altını çiziyor: “Ülkemizde fındık üretiminde kullanılan sülfüril florür bileşiğinin küresel ısınma sorununa katkısı ise bir birim karbondioksit molekülüne kıyasla 4800 kat daha fazla. Ozon tabakasının delinmesine yol açtığı için Montreal Protokolü gereğince kullanımı kademeli olarak azaltılarak sonlandırılacak metil bromürün (ABD dahil pek çok ülkede halen kullanılıyor) yerine güvenilir bir alternatif olarak önerilen sülfüril florürün küresel ısınma sorununa yol açan bir bileşik olduğu ancak 22 yıl sonra, 2009 yılında fark edilebildi. Bu tip bilinmezlikler başka kimyasal bileşikler için de geçerli.
Bu nedenle iklim krizinde çeşitli etkenlerin payının ne olduğunu belirlemeye yönelik hesaplamalarda dikkate alınmayan etkenlerin olması mümkün. Bu belirsizlikler iklim krizinin yol açacağı zararların daha erken ortaya çıkabileceğini ya da düşünülenden daha şiddetli olabileceğini dikkate almayı gerektiriyor.
Pestisit kullanımını azaltan ya da ortadan kaldıran doğa dostu tarımsal faaliyetler ise toprağa ciddi miktarda karbon gömülmesini de sağladığı için küresel iklim krizinin çözümü yolunda olumlu katkı sağlıyor.”
‘Tüketiciler Haklarını Bilmeli ve Örgütlenmeli’
Tüketicilere düşen sorumluluklara da değinen Gözde Özbey, bilinçli ve örgütlü olmanın önemine vurgu yapıyor: “Tüketicilerin önce haklarının farkında olması ve örgütlenmesi gerekiyor. Bunu sivil toplum örgütlerine dahil olarak, gıda toplulukları veya tüketim kooperatifleri oluşturarak yapabilirler. Pestisitlerden korunmanın yolu organik sertifikalı ürünleri tercih etmekten geçiyor. Organik ürünlere denetimli organik pazarlardan ya da satış noktalarından ulaşılabilir. Bir diğer çözüm ise örgütlenerek üreticiler ve üretici örgütleri ile işbirliği içinde güvenilir, katılımcı üretim tüketim modelleri yaratmak. Bunlardan biri de toplum destekli tarım. Bu model sayesinde üreticiler ile anlaşarak koyduğunuz ilke ve kurallar çerçevesinde üretim yaptırıp, bunu gözetirken adil bir model yaratarak üreticileri destekleyebilir, onlara alım garantisi verebilirsiniz.”
‘Sorunların Kaynağında Endüstriyel Gıda Sistemi Var’
Sürdürülebilir Yaşam Derneği (SUYADER) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Emine Aksoydan; yeryüzünde yaşayan her bireyin yeterli, güvenli, sağlıklı gıdaya kolayca ve sürdürülebilir şekilde ulaşma hakkı olduğuna ve gıda hakkının, insanın tarihsel gelişimi içerisinde kazandığı ilk haklardan biri olduğuna vurgu yaparak başlıyor sözlerine. Güvenli gıda yerine gıda güvencesi tanımını kullanan Aksoydan; gıda güvencesini “İnsanların sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için gerekli olan besin ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla yeterli, sağlıklı, güvenilir ve besleyici gıdaya fiziksel ve ekonomik bakımdan sürekli erişebilmeleri durumu” olarak açıklıyor.
‘Endüstriyel Gıda Sistemi Hem Gıda Hem de İklim Adaletsizliğine Yol Açıyor’
Tarım alanlarının gezegendeki en büyük ekosistemlerden birini oluşturduğunu ve bu ekosistemde hakim olan gıda üretim sistemi, endüstriyel tarım sistemi olduğunu ifade eden Aksoydan, tarım ve gıda alanlarının da küresel piyasa ekonomisine bağlı olduğunu ifade ediyor. Endüstriyel gıda sisteminin dünyamıza geri dönüşü çok zor zararlar verdiğini vurgulayan Aksoydan; “Üretici bağlamında bakıldığında ise gıda tekelleri güçlenirken birçok çiftçinin üretimden kopması veya sözleşmeli üretimle kendi arazilerinde çalışan işçilere dönüşmesi söz konusudur.
Endüstriyel gıda sistemi, bir yandan ekolojik tahribatın ve iklim krizinin derinleşmesine neden olurken açlığa veya yetersiz beslenmeye çözüm olamamakta, ekonomik, sosyal, politik ve ekolojik krizlere karşı da dirençsizliği nedeni ile iklim değişikliğine sebep olmayan zincirin zayıf halkalarını, örneğin, küçük üreticileri ve yoksul tüketicileri daha kırılgan hale getirerek hem bir gıda adaletsizliği hem de iklim adaletsizliği yaratmaktadır” diyor.
‘Türkiye’de Tarım Dışa Bağımlı ve Kırılgan Hale Getirildi’
Aksoydan Türkiye ölçeğinde endüstriyel tarımın etkilerine de yakından bakıyor ve alına kararlarla Türkiye’de insan ölçekli aile çiftçiliğin gerilediğini söylüyor: “2006 yılında kabul edilen Tohum Yasası, şirketlerin ve ulusötesi sermayenin tohumların üretim ve satışı üzerindeki egemenliğini güçlendirmiş, 2012’de kabul edilen Büyükşehir Yasası ile de kırsal alanlarda yaşayan halkın tarım ve hayvancılık faaliyetlerini zorlaştırmıştır. Bu süreçte, entansif hayvancılığa, mono kültüre ve dışsal girdilere dayalı endüstriyel tarım teşvik edilirken, krizlere karşı dayanıklı ve sosyal yönden daha adil olan insan ölçekli aile çiftçiliğini geriletmiş ve Türkiye’de tarımı her düzeyde dışarıya bağımlı ve kırılgan hale getirmiştir.”
Aksoydan, iklim krizi ve güvenli gıdaya erişim arasındaki ilişkiyi maddeler halinde ortaya koyuyor:
- İklim krizinin neden olduğu kuraklık, aşırı sıcaklık, su baskınları, biyo çeşitlilikte azalma gibi etkilerle gıda üretimi; Gıda üretim alanlarının azalması, ürünün bu sürece adapte olamaması, üretilen gıdanın tarladan başlayarak son noktaya gelene kadar zarar görmesi gibi nedenlerle nitelik ve nicelik olarak azalır ve bunun sonucunda da insanların sağlıklı, besleyici gıdaya erişimleri kısıtlanarak gıda güvencesizliği ortaya çıkar.
- İklim krizi özellikle mısır, pirinç, buğday gibi ürünlerin üretiminden sofralara ulaşma sürecindeki tüm aşamalarını tehdit etmektedir. Bu tehdit, temel besin kaynağı bu ürünler olan milyarlarca insanın gıda güvencesizliği içinde olması anlamına gelmektedir.
- İklim krizinin biyo çeşitlilikteki azalma üzerine etkisi deniz ürünleri boyutunda da önem kazanmaktadır. Balıkçılığın gıda üretimine önemli bir katkısı vardır. Deniz ürünleri, kıyı bölgelerinde yaşayan dünya nüfusu için neredeyse tek protein kaynağıdır. Deniz ekosistemindeki asitlenme bu ürünlerde geri dönülmez bir azalmaya neden olmakta ve bunun sonucunda da sağlık yararı yüksek pek çok besin ögesinden yoksunluğu beraberinde getirmektedir.
- İklim krizi sonucu ortaya çıkan mevsimsel kaymalar, haşere popülasyonları çoğaltarak daha çok pestisit kullanımına neden olarak besin güvencesizliğinin yanı sıra besin güvenliği riskini de artırır.
- Artan sıcaklıklar ve atmosferde artan CO2 seviyeleri gıda arzını ve güvencesini etkilemenin yanı sıra erişilebilir gıdanın kalitesini de düşürerek gıda güvenliği boyutunda da sağlık riskleri oluşturur.
- Sel ve tropikal fırtınalar gibi aşırı hava olayları, gıda üretiminden geçimini sağlayan insanların geçim kaynaklarını yok ederek bu grubun gıda güvencesini tehdit eder.
- Üretilen gıda miktarındaki azalma gıda fiyatlarındaki artış ile sonuçlanır. Bunun sonucunda da özellikle yoksulların gıdaya erişimi ekonomik olarak zorlaşır.
- İklim krizinin, gelir dağılımında adaletsizlikle sonuçlanan etkileri de çok belirgindir. Küresel düzeyde tüm nüfusa yetecek kadar gıda üretilse bile ekonomik eşitsizlikler sonucu Sahra Altı Afrika, Güney Asya gibi yoksul ülkelerde yaşayanların gıdaya erişimi güçleşmektedir.
- Küresel düzeyde üretilen gıdaların 1/3’ünün israf olması gıdaya erişimi güçleştiren diğer önemli bir faktördür.
‘Hak Temelli Bir Tarım-Gıda Sistemine Geçilmeli’
Aksoydan sürdürülebilir bir gıda sistemi için atılması gereken adımları şu sözlerle ifade ediyor: “Ekosistemdeki tüm canlıları gözeten doğa dostu üretim yöntemleri, tüketicinin ve küçük üreticilerin desteklenmesi bağlamında aracısız, doğrudan satışa yönelik kolaylaştırıcı mevzuatlar, kırılgan grupları ve adil gelir dağılımını önceleyen, kültürel değerleri, yerel kimlikleri, kadim bilgi kaynaklarını koruyan, gıda israfını ve atıklarını azaltan, kriz durumlarında gıdaya erişimi güçleştirmeyen uygulamalar olmalıdır. Kısaca, hak temelli bir tarım-gıda sistemine geçilmesi gereklidir ki bu, toplumun kendi gıdasını üretme kapasitesini, imkanlarını ve yeteneklerini desteklemek/gıda sistemini yerelleştirmek anlamına gelmektedir.”
Aksoydan agro-ekolojik gıda sistemlerini, sürdürülebilir gıda için iyi bir örnek olarak sunuyor: “Agro-ekolojik gıda sistemleri, bu uygulamaların tümünü kapsayan, hem çevresel sorunlara, hem de işsizlik ve yoksulluk gibi sosyoekonomik sorunlara düşük bütçelerle etkin çözümler sunan sürdürülebilir sistemlere en iyi örnektir. Agro-ekolojik gıda sistemlerinde, zincirin her bir halkasının ekolojik olması önceliklidir. Bu sistem, hem ekolojik üretim, dağıtım ve tüketimin iklim değişikliğinin azaltımına katkı sunar hem de iklim değişikliğinin etkilerine karşı üretimin ve tedarik zincirlerinin dayanıklılığını ve adaptasyonunu sağlar.
Agro-ekolojik yöntemde çeşitliliğin korunması önceliklidir. Hayvan, bitki, mantar ve bakterilerin çeşitliliği, arazi kullanımında çeşitlilik, çiftçilik uygulamaları ve ekonomik çeşitlilik, iklimsel şokları en aza indirmek için koruyucu faktörler ön plandadır. Aynı zamanda, toprağı koruyucu yöntemlerin uygulanması, sentetik gübre ve pestisit girdisinin ortadan kaldırılması, karbon-yoğun üretimden çıkışı sağlar. Kısa tedarik zincirleriyle agro-ekolojik uygulamalar, emisyonların neredeyse yüzde 30-35’inden sorumlu olan hâkim tarım-gıda sisteminin aksine, çevreyi koruyarak, insanların gıdaya erişimini destekler.”
‘Aşırı ve Bilinçsiz Tüketimden Kaçınılmalı’
Konunun tüketim boyutuna da değinen Aksoydan; burada da aşırı ve bilinçsiz tüketim alışkanlıklarından vazgeçilmesinin önemine vurgu yapıyor: “Tüketim boyutu ile bakıldığında, ilk vurgulanması gereken konu aşırı tüketim alışkanlıklarından vazgeçilmesidir. Birey olarak, aile olarak gerçek ihtiyacımız olan kadarını satın almak, aşırı ve bilinçsiz tüketimden kaçınmak gıdaya erişmekte güçlük çeken grupların gıda hakkına da saygı duymak ve onların kırılganlığını azaltmak anlamına gelmektedir.
Gereksiz satın alınan gıdaların yaklaşık yarısı atık olmaktadır. Oysa dünya genelinde israf edilen gıdaların yalnızca 1/3’ü ile dünyadaki tüm açları doyurmak mümkündür. Tüketilecek/satın alınan gıdanın nerede, hangi koşullarda üretildiği, sofraya gelene kadar hangi süreçlerden geçtiğine ilişkin bilgi sahibi olmak önemlidir; üretimde pestisitlerin kullanılma durumu, adil üretim ve gelir dağılımı koşulları, tedarik zincirinin uzunluğu, gıdanın ekolojik ayak izi, mevsiminde ve yerel üretim bilgileri konularında tüketici bilincinin oluşturulması gıda güvenliğini ve güvencesini destekleyen konulardır.”
‘Sürdürülebilir Yaşam İçin Tüketici Değil Türetici Olmalıyız’
Aksoydan, son olarak SUYADER’in altını çizdiği “tüketici değil türetici” anlamını ve sürdürülebilir yaşam içerisindeki önemini açıklıyor: “Türetici, eylemleriyle toplum ve gezegen için değer yaratan kişidir. Sosyal ve ekolojik açıdan adil üretimleri destekleyen, topluluk olarak üreticiler ile birlikte ürünleri, hizmetleri ve onların standartlarını belirleyen ve satın aldığı ürünlerin ve bu ürünlerin üreticilerinin toplum ve gezegen için değer yaratmasını sağlar.
Sürdürülebilir beslenme boyutundan bakıldığında ise türetici; Gıdasına sahip çıkan, saygı duyan, gıdanın üretim sürecinde, kaynaktan sofrasına gelene kadar geçirdiği her aşamanın farkında ve sorumlu olan, üretime katılan, üreticilerin sorunlarına çözümler üreten ve üretici ile güvene dayalı bir ilişki kuran kişidir. Diğer bir deyişle, ihtiyaçlarını karşılarken/tüketirken ekolojik ayak izini azaltarak gezegenin kaynaklarını da tüketmemek için çaba gösterir.
Tüketici, alış-veriş ilişkisinde çoğunlukla pasiftir ve davranışları sadece fiyat ve üreticilerin reklam ve pazarlama faaliyetleri ile belirlenir. Kendisine tüketmesi için sunulan ürünlerin üretiminde, üretim süreçlerinde belirleyici bir rolü yoktur ve genellikle üretim süreci- ekosistem ilişkisini sorgulamaz ve bu süreçte kendisini sorumlu hissetmez.”
Aksoydan, “Gıda üreticisi ve tüketicisine/türeticisine düşen temel sorumluluklar için Buğday Derneği’nin kurucusu Victor Ananias’ın şu beş öğüdünün aslında tüm insanların sorumluluklarını en çarpıcı biçimde ifade ettiğini düşünüyorum” diyor. Ananias’ın öğütleri şunlar:
- Yaşayabilmem için gerekli olan tüm kaynakların benim gibi doğanın bir ürünü, ekolojik/doğal döngülerin bir sonucu olduğunu sık sık kendime ve çevremdekilere hatırlatabilirim,
- Enerji, gıda, su ve diğer ihtiyaç malzemelerinin ana kaynağının doğa, bütün, denge olduğunu bildiğim için, onları kullanırken elimden geldiğince tasarruf ederim ama bununla yetinmem,
- Paranın doğal bir kaynak değil, doğal kaynakların el değiştirmesinde kullanılan bir araç olduğunu bildiğim için, harcadığım her kuruşun ekolojik döngülere olan etkisini öğrenmeye çalışır, tüketen–zarar veren etkimi azaltırım,
- Ekolojik yaşamı bir fantezi ya da ulaşılamayacak ideal olarak değil, bugün elimden geleni yaparak katkı verdiğim, her bireyin temel hakkı ve ortak geleceğimiz olan sürdürülebilir bir yaşam tarzı olarak algılarım,
- Her doğal döngünün tohumdan ölüme giderken yeni tohumlar saçmasının, yaşamın devamlılığındaki sır olduğunu bildiğimden her düşünceyi, davranışı faydalı bir tohum olarak paylaştığımda zenginleşeceğimizi bilir, gereğini yaparım.
*SUYADER Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Emine Aksoydan’ın paylaştığı linkler:
https://www.bugday.org/blog/wp-content/uploads/2021/03/turetici_rehberi.pdf
https://bianet.org/bianet/iklim-krizi/248195-iklim-krizine-direncli-bir-gida-tarim-sistemi-nasil-mumkun
https://www.iklimhaber.org/iklim-degisikliginin-gida-uretimi-ve-guvenligine-etkileri-giderek-kotulesiyor/
https://www.dortmevsimekoloji.org/turkiyede-tarim-ve-gida/
https://www.etcgroup.org/whowillfeedus
*Fotoğraf: AA/Arşiv
Gıda sistemi dediğimizde, tarımsal girdilerden başlayarak, gıdanın üretimi, işlenmesi, taşınması, paketlenmesi, depolanması, tüketimi ve bu süreçte ortaya çıkan kayıp ve atıkları içine alan bir süreçten bahsediyoruz.
Bilindiği üzere, 1950’lerden başlayarak, yeşil devrimle birlikte gıda sistemine yeni bir yaklaşım hâkim oldu. Bu yaklaşımın üretim ayağında pek çok yapısal sonucu oldu: Yüksek verimli tahıl çeşitlerinin geliştirilmesi, sulama altyapısının genişletilmesi, en son teknolojik ve sermaye girdilerinin kullanılması, melez tohumların, sentetik gübrelerin ve pestisitlerin teşviki, arazilerin toplulaştırması…
O günden bugüne, kişi başına gıda arzı yüzde 30’dan fazla arttı. Azotlu gübre kullanımı sekiz katına, sulanan alanlar iki katına çıktı. Bununla birlikte ve buna paralel olarak, 1980’lerden itibaren hâkim hale gelen neoliberal küreselleşmenin getirdiği uluslararası ticaretin serbestleşmesi, gıda üretimi ve tedarik zincirlerinin dikey entegrasyonu, teknoloji ve gıda işlemede yenilikler, pazarlamaya bağlı olarak tüketici talebindeki değişikliklerle birlikte şirketleşmiş gıda rejimi evrimini tamamladı ve tarım-gıda sistemine hâkim oldu.
Bu gıda rejimi, farklı zamansal ve mekânsal düzlemlerde tarım-gıda sistemini yeniden şekillendirdi ve şekillendirmeye devam ediyor.
Gıda rejiminin çelişkileri
Mevcut gıda rejimi, kendini bir küresel kalkınma ve açlıktan kurtulma vaadi olarak sunsa da sosyal ve ekolojik çelişkileri bünyesinde barındırıyor. Gıdanın etrafındaki üretim, dağıtım ve tüketim ilişkilerinin dönüşümü, artan gelir ve servet eşitsizliğiyle birlikte, toplumların özellikle yoksul kesimlerinin gıdaya erişiminde çeşitli kısıtlar ortaya koyuyor.
Şirketleşmiş gıda rejimi, bir yandan ekolojik tahribatın ve iklim krizinin derinleşmesine sebep oluyor, diğer yandan çevresel sorunlar karşısında yoksul kesimleri kırılgan hale getiriyor.
Dünya çapında, tüm nüfusu beslemek için gerekenden fazla gıda üretiliyor. Ancak yaklaşık 819 milyon insan aç, 821 milyon insan yetersiz besleniyor, beş yaş altı 154 milyon çocuk bodur, 15 ila 49 yaş arası 613 milyon kadın ve kız çocuğu demir eksikliği çekiyor, 2 milyar yetişkin fazla kilolu veya obez. 2019’dan 2021’e kadar, üretimde çok büyük bir azalma olmamasına rağmen, yetersiz beslenen insan sayısı 161 milyon arttı.
Bu beslenme krizi; büyük ölçüde çatışma ve iç savaş, tahmin edilemeyen hava koşulları gibi iklim değişikliğine bağlı sebepler, uzun/küreselleşmiş tedarik zincirlerinin Covid-19 pandemisi dolayısıyla aksaması gibi etkilerin birleşiminden kaynaklanıyor.
Bu süreçte artan gıda fiyatları, azalan gelir ve büyüyen gelir eşitsizliğiyle birleştiğinde, giderek daha fazla hane, gıda güvencesizliği yaşar hale gelmekte.
Emisyonların üçte birinden sorumlu
Öte yandan, Nature Food’da yayınlanan yeni bir çalışma gıda sisteminin, küresel emisyonların üçte birinden (yüzde 34) sorumlu olduğunu söylüyor.
IPCC raporuna göre bu oran, gıda sistemi boyunca ekin ve hayvancılık faaliyetlerinden yüzde 10-12; ormansızlaşma ve turbalık arazi bozulması dahil, arazi kullanımı ve arazi kullanımı değişikliğinden yüzde 8-10; tedarik zinciri faaliyetlerinden yüzde 5–10 olarak ayrılıyor.
Bu tahmin, gıda kaybı ve atıklardan kaynaklanan sera gazı emisyonlarını da içeriyor. Her yıl, dünya çapında üretilen gıdanın üçte biri, üretimden tüketime bir aşamada çöpe gidiyor.
Üreticiler kırılganlaşıyor
Tarım-gıda sistemi iklimi değiştirirken, iklim değişikliğine bağlı sıcaklık artışı, mevsimlerde yaşanan kaymalar, giderek artan su sıkıntısı, daha sık gözlemlenen aşırı hava olayları, zararlılar ve yangınlar da tarım-gıda sistemini olumsuz yönde etkilemeye başladı.
Sel, fırtına, aşırı sıcaklar gibi hava olayları, hayvanlara ve ekinlere zarar vererek, üreticileri ekonomik ve sosyal açıdan daha da kırılgan hale getiriyor.
Bunun yanında, mevsimsel kaymalar haşere popülasyonlarını arttırma potansiyeli taşıyor ve daha çok pestisit kullanımına sebep oluyor.
İlkbaharın erken başlaması, ekinlerin yeterli su ve besin değerine erişmeden önce büyümesiyle veya erken tomurcuklanan ekinlere don vurmasıyla sonuçlanıyor.
Daha sıcak kışlar ve çok sıcak yazlar, gıdanın depolanmasının maliyetlerini arttırıyor– ki bu da soğutma eksikliğinden kaynaklı gıda israfının önünü açıyor, ya da soğutma için daha çok enerjinin kullanılmasına, dolayısıyla daha çok karbon salımına sebep oluyor.
Yangın mevsimlerinin uzaması üreticilerin sağlığına, yaşam alanlarına, hem de ana geçimlikleri olan üretime çok büyük tehdit oluşturuyor. Tüm bunlar, fiyat dalgalanmaları yaratarak gıda güvencesizliğini derinleştiriyor.
Son olarak, artan sıcaklıklar ve atmosferde artan CO2 seviyeleri yalnızca gıda arzını ve güvenliğini etkilemiyor, aynı zamanda erişilebilir gıdanın kalitesini de düşürüyor.
*Fotoğraf: AA/Arşiv
İklim adaletsizliğinden gıda adaletsizliğine
Ezcümle, tarım-gıda sistemi, iklim değişikliği ile bir kısır döngü içinde birbirini etkiliyor: hem iklim değişikliğinin baş müsebbipleri arasında hem de iklim değişikliğinden çok fazla etkileniyor.
Hâkim gıda rejimi, açlığa veya yetersiz beslenmeye çözüm olamıyor, ekonomik, sosyal, politik ve ekolojik krizlere karşı da dirençli değil. Bu sebeple kriz dönemleri, bu rejime içkin, çoktan var olan sorunlara eklemlenerek yapısal sorunları daha da derinleşiyor.
Tüm bu etkilerin, iklim değişikliğine sebep olmayan zincirin zayıf halkalarını, örneğin, küçük üreticileri ve yoksul tüketicileri daha kırılgan hale getirdiğini, bu anlamda hem bir gıda adaletsizliği hem de iklim adaletsizliği yarattığını söyleyebiliriz.
Politik ve akademik alanda birçok aktör, tarım-gıda sisteminin iklim değişikliğiyle arasındaki bu ilişkinin farkında. Ancak, bu aktörlerin kimileri, bu meselenin yeşil devrimin az önce saymış olduğumuz temel dayanak noktaları ile çözülebileceğine inanıyor.
Bu perspektif, haberlerin, raporların, akademik yazının başlığına hep aynı söylemi yerleştiriyor: Nüfus artışı ve beslenme alışkanlıklarındaki değişiklikten dolayı 2050 yılına kadar gıda talebini karşılamak için üretimin yüzde 60 artması gerekiyor, ancak, etkili bir adaptasyonun yokluğunda, dünya çapında verimin yüzde 30 kadar düşmesi bekleniyor.
Teknik müdahaleler ile çözülemez
Bu söylem apolitik (ve hayli teknik gözüken) bir çözümün kapısını aralıyor. İklim değişikliği ve riskleriyle başa çıkmanın yolu, genelde kuraklığa dayanıklı tohumlar, iklim-akıllı tarım teknolojileri, tarım sigortası planları ya da erken uyarı sistemleri gibi teknik çözümlerle, dar anlamda üretimi ve verimi arttırmada görülüyor.
Ancak, iklim değişikliği ve tarım-gıda sistemi arasındaki birbirini besleyen döngüyü kırmayı amaçlayan bir yaklaşım, teknik müdahalelere sıkıştırılamaz.
Küresel ısınmayı tetikleyen ve bu fasit daireye sebep olan ekonomik, sosyal ve politik dinamiklerin ele alınması, bu noktalardaki dönüşümlerin hâkim şirketleşmiş gıda rejimini yıkarak, yeni bir rejimin inşa edilmesine aracı olacak şekilde kurgulanması gerek.
Yeni bir gıda rejimi kurmak
Bu yeni rejimi kurmanın ilk yolu gıdanın bir hak olarak tanınmasında geçiyor. İnsanların elde ettikleri gelirden bağımsız, sağlıklı bir hayat sürmesi için sağlıklı ve besleyici gıdaya düzenli erişiminin olması gerekiyor.
Açlığın ve yetersiz beslenmenin üstesinden gelmek için, hükümetlerin, gıda üretimini devam ettirmenin ötesine geçmesi ve gıda hakkını güvence altına alan politikaları tanıması ve aktif olarak desteklemesi lazım.
Bu da piyasa temelli bir tarım-gıda sisteminden hak temelli bir tarım-gıda sistemine geçiş anlamına gelmektedir. Birçok toplum için, özellikle temel geçim kaynağı tarım olan ülkelerde, bu, toplumun kendi gıdasını üretme kapasitesini, imkanlarını ve yeteneklerini desteklemek anlamına gelir.
Bu bağlamda, İngiltere’de gıda hareketi aktörleri tarafından kaleme alınan Halkın Gıda Politikası’nda da ifade edildiği gibi, sosyal ve çevresel ihtiyaçları ve değerleri önceleyen ve gıda hakkını garanti altına alan bir gıda politikasını oluşturmanın yolu gıda egemenliğini gerçekleştirmektir.
Bir hak olarak gıdaya erişim
Gıdaya erişimi bir hak olarak tanınmalı. Ancak, gıdaya erişimin yanında, gıdaya nasıl erişildiği de önemli bir sorun. Gıda sisteminde yer alan her aktörün, gıdaya nasıl erişileceğiyle ilgili karar mekanizmalarına katılımı güvence altına alınmalı.
Örneğin, yoksul bir hanenin gıda ihtiyacına yönelik yapılan ayni ve nakdî yardımları düşünelim. Süpermarketten alışveriş yapmak için verilecek bir alışveriş kartı, gıda egemenliğinin tanımı olan “insanların ekolojik olarak sağlıklı ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdalara erişim hakkı ve halkın kendi gıda ve tarım sistemlerini belirleme hakkı”na ne kadar yaklaşabiliyor?
Gıda egemenliği
Tanımından da anlaşılabileceği gibi, gıda egemenliği prensipleri ve temel ilkeleri bize bu noktada bir açılım sunar. Bu ilkeler, gıda sisteminin kontrolünü, demokratik bir yönetim için, gıda sisteminin aktörleri olan üreticilere ve tüketicilere verir.
Bu ilkelere göre gıda, finansal spekülasyonlara açık, kâr odaklı piyasalar için değil, insanların beslenmesi için üretilir. Gıdayı üretenlerin bilgiyi de üretenler olduğunu kabul eder ve insan onuruna yakışır bir hayat sürmeleri için, adil ücrete ve karar alma mekanizmalarında adil katılıma erişmeleri gerektiğini savunur.
Ayrıca, gıda egemenliği, gıda sistemlerinin yerelleşmesi gerektiğinin altını çizer. Kısa gıda tedarik zincirleri ve yerel gıda ağları, ideal olarak üretici ve tüketicinin direkt teması ve/veya aracı sayısının azalması anlamına gelir. Bu da, küresel sermaye piyasalarının zincirin üretim ayağına müdahalesinin azalmasına, böylece ekonomik kontrolün yerelde korunmasına kolaylık sağlar. Gıda sistemi, çoğunlukla küçük ölçekli üreticiler için adil ücret, yerel kimliklerin, kültürün ve bilgi kaynaklarının korunması gibi üreticiyi koruyan prensiplerle birlikte düşünülmektedir.[1]
Zincirin her halkasını ekolojik yapmak
Son ve iklim değişikliği ile de doğrudan ilişkili olarak, zincirin her bir halkasının ekolojik olması önceliklidir. Tarım-gıda sistemi, hem ekolojik üretim, dağıtım ve tüketimin iklim değişikliğinin azaltımına katkı sunmasını,hem de iklim değişikliğinin etkilerine karşı üretimin ve tedarik zincirlerinin dayanıklılığını ve adaptasyonunu sağlayacak şekilde yeniden kurgulanmalı.
Agroekoloji yöntemleriyle çeşitliliğin korunması burada kilit rol oynuyor. Hayvan, bikti, mantar ve bakterilerin çeşitliliği, arazi kullanımında çeşitlilik, çiftçilik uygulamaları ve ekonomik çeşitlilik, iklimsel şokları en aza indirmek için koruyucu faktörler olarak ön plana çıkıyor.
Aynı zamanda, toprağı koruyucu yöntemlerin uygulanması, sentetik gübre ve pestisit girdisinin ortadan kaldırılması, karbon-yoğun üretimden çıkışı sağlar. Kısa tedarik zincirleriyle agroekolojik uygulamalar, emisyonların neredeyse yüzde 30-35’inden sorumlu olan hâkim tarım-gıda sisteminin aksine, çevreyi koruyarak, insanların gıdaya erişimini destekler.
İlk hedef adaletsizlikleri düzeltmek
Özetle, hâkim şirketleşmiş gıda rejiminde yerleşik olan ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri düzeltmeden, ne tarım-gıda sisteminin iklim üzerindeki etkilerini azaltmak, ne de iklim değişikliğinin bu sistemi sekteye uğratmasını engellemek mümkün.
Ayak sürümek için var olan birçok sosyal ve politik teşvik de göz önüne alındığında, bugüne kadar bu paradigma içinden atılmış adımların yetersizliği ve yeni adaletsizlikler üretiyor oluşu, bu imkansızlığın kanıtı sayılabilir.
İklim krizine yanıt olarak sürdürülebilir, dirençli bir gıda sistemine geçiş, gıdayı bir hak olarak tanıyarak ve gıda egemenliği prensiplerini benimseyerek gerçekleşebilir. Böyle bir geçiş, kırda çiftçilerin ve tarım işçilerinin, kentteyse gıdayı tüketenlerin, dağıtanların, işleyenlerin, ezcümle tüm kullanıcıların desteğiyle mümkün.
Bu desteğin yaratılması için, şirketleşmiş tarım-gıda sistemine içkin olan eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri görmek, politikaların popülerleşmesi için buradaki kırılganlıkları giderecek çözümleri, ortak çıkarları görünür kılmak gerekir. İklim adaleti ve gıda adaleti birlikte gelecek!
[1] Bu paragraf, İstanbul Politikalar Merkezi-Mercator bünyesinde kaleme almış “İklim değişikliği bağlamında tarımda dönüşümün politik ekolojisi” raporundan esinlenmiştir.
(FA/DA/UK/GY/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! – Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye – Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler – Özdeş Özbay
3 / Türkiye’nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan – Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi – Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Güzel günler göreceğiz, termiksiz ve güneşli günler – Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek – Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet – Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek – Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? – Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı – Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında – Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor – Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.
Cevap bırakın