İstanbul’un veba tarihi

İstanbul’da yangın malınızı yiyip bitirir, veba karınızı alıp götürür, kadınlar da aklınızı başınızdan alır.” der bir XIX. yüzyıl darbımeseli. Yeni Çağ boyunca birçok çağdaş gözlemcinin şehrin, elbette nüfus yoğunluğu göz ardı edilmemek üzere, ama aynı zamanda konumu, iklimi ve refahının yol açtığı başka birçok soruna bağlı olarak, sık sık yıkıcı veba salgınlarına maruz kalışını dillerine doladıkları doğrudur. Esasen şehrin salgın hastalıklar tarihi bundan çok daha eskidir; İstanbul IV. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nun şanlı imparatorluk başkenti olarak kuruluşundan itibaren tarihi boyunca birçok salgın hastalığa tanık oldu.

Bu salgın hastalıklar arasında veba, yol açtığı yüksek ölüm düzeyi ve meydana getirdiği uzun vadeli sonuçları bakımından, düşünülebileceği gibi en önemli olanıdır. Veba, Yersinia pestisin (1894’te ilk defa teşhis etmiş olan İsviçreli bakteriyolog Alexandre Yersin’e izafeten isimlendirilir) yol açtığı bir bakteri hastalığı, öncelikle vahşi kemirgenlerin hastalığıdır ve pireler gibi dış asalaklarca insanlara taşınır. Mikrobun bulaştığı bir pire insanı ısırdığında bakteri kan dolaşımına girer ve lenf bezine saldırır, genellikle kasıklarda, koltuk altlarında veya boyunda hıyarcık denilen -ki hıyarcıklı vebanın ayırt edici bir belirtisidir- ağrılı yumrulara yol açar. Ateş, titreme, baş ağrısı ve aşırı hâlsizlik hıyarcıklara eşlik edebilir.

Eğer bakteri akciğerlere erişirse zatürreeli veba gelişir ve o zaman hastalık öksürme sonucu olarak havaya yayılan tükürük parçacıkları yoluyla insandan insana taşınabilir. Eğer bakteriler kan dolaşımında hızla çoğalırlarsa ölümcül kan zehirlenmesi [septicemia] gelişebilir ve inmeye, organ yetersizliğine ve ani ölümlere yol açabilir. Veba, ister hıyarcıklı ister zatürreli veba olsun, her hâlde yüksek ölüm oranlarına (%60’a kadar) ulaşabilir. Bugün hıyarcıklı veba, eğer erken teşhis edilebilirse, antibiyotiklerle başarılı bir şekilde tedavi edilebilmektedir. Ne var ki zatürreli veba hâlâ, eğer acilen tedavi edilmeyecek olursa, yirmi dört saat içinde ölüme götürebilecek ölümcül bir vaka olarak ciddiyetini korumaktadır.

Her ne kadar birçok memeli türü vebayı barındırabilirse de, tarihteki örneklere bakıldığında sıçanlar (kara sıçan ya da ev kemesi: Rattus rattus ve kahverengi sıçan ya da göçebe keme: Rattus norvegicus) bu hastalığın başta gelen taşıyıcıları olarak öne çıkar. Hastalık sıçanlardan insanlara, başka taşıyıcıların yanı sıra, bunların pireleri (Xenopsylla cheopis) vasıtasıyla bulaşmaktadır. İstanbul’da veba genelde sıçanların ve pirelerin iklim bakımından elverişli üreme şartlarına bağlı olarak bahar ortasından yaz ortasına kadar hıyarcıklı formuyla kendini gösterirdi. Bununla beraber başka durumlarda hastalık daha soğuk aylarda da devam ederdi ki bu insandan insana yayılan yaygın bir zatürre formunu akla getirebilir.

Biyo-arkeolojik araştırmalardan yakın zamanlarda elde edilen bulgular Yersinia pestisin tarihte çok sayıda ülkeye yayılan üç büyük salgına (pandemi) yol açmış olan hastalık etkeni olduğunu doğrulamıştır. Bunlardan ilki Iustinianos dönemi veba salgını (541-750) diye bilinir; ikincisi Kara Ölüm (1346-1353) ile başlayıp birkaç yüzyıl devam etmiştir ve üçüncüsü 1860’lar ila 1960 arasındaki yaygın salgındır. Bu sebepten ötürü İstanbul’un veba salgınları tarihini bu üç yaygın salgın dönemlerini takip ederek incelemek isabetli olabilir.

İlk Salgın (Iustinianos Dönemi Veba Salgını) (541-750) Bu, ilk defa VI. yüzyılın ortasında Bizans İmparatoru Büyük Iustinianos döneminde (527-565) patlak vermiş -ki ona izafeten isimlendirilir- ve VIII. yüzyılın ortalarına kadar düzenli aralıklarla devam etmiş olan bir veba salgınları dizisidir. Salgın Akdeniz dünyasında Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Avrupa dâhil geniş bir alana yayılarak pandemi özelliğini kazanmıştır. Bizans İmparatorluğu’nun başkenti ve büyük bir şehir merkezi olarak Konstantinopolis bu salgının ölümcül neticelerinden kurtulamamış ve kaçınılmaz olarak keskin bir nüfus gerilemesi tecrübe etmiştir.

Salgının tam olarak nerede baş gösterdiği uzun boylu tartışılmıştır, mamafih Asya menşeli olduğuna dair sağlam delillerin var olduğu görülmektedir. Akdeniz Yakın Doğu’suna birdenbire yayılan hastalık daha sonra, 542 baharının ortalarında dört ay devam edeceği İstanbul’a sıçramış, burada o dönemin yazarlarının yazılarından anlaşılabileceği üzere sarsıcı sonuçlar meydana getirmiştir.

İlk salgına dair yazılanların tümü içerisinde belki de en ünlü olanı Bizans tarihçisi Kaisareialı Prokopios’a ait olanıdır. Savaşlar Tarihi’nde Prokopios görgü tanığı olduğu vebaya dair tafsilatlı bir açıklama bırakmıştır. Tanıklığına göre bu “bütün dünya”yı etkilemiş büyük bir salgındı. Keskin bir gözlemci olarak Prokopios hastalığın belirtilerini büyük bir isabetle kaydetmiştir. Kaynaklar her gün her yaştan, erkek ve kadın, birkaç bin insanın öldüğünü göstermektedir. Ne var ki günümüz tarihçileri bu sayıları olduğu gibi kabul etmez ve ihtiyatlı olunması hususunda ikazda bulunurlar.

Nihayetinde 400.000 civarındaki bir nüfus için %20 dolaylarında bir ölüm oranı üzerinde uzlaşıldığı görülür. Bununla beraber ölülerin zamanında ve usulünce gömülmesi ciddi bir mesele teşkil etmiş olmalıdır ki bazı kaynaklara göre bu durum, cesetlerin bu amaçla kazılan büyük çukurlara doldurulması, kalelere veya sarnıçlara atılıvermesi, gemilere ve denize bırakılması gibi, daha önce tanık olunmamış defin usullerinin benimsenmesine yol açmıştır.

Bu ilk dalgadan on altı yıl sonra veba Şubat 558’de Konstantinopolis’e geri döndü ve Temmuz’a kadar kaldı, daha sonra belirli fasılalarla tekrar ortaya çıkmaya devam etti. Vebanın ilk ortaya çıkışı ile ilgili tarih kayıtları nisbeten daha bol olmakla beraber daha sonraki salgınlar hakkında da temel bir zaman dizini veya tarih sıralaması çıkarmak mümkündür. Hastalığın 542 yılında ilk ortaya çıkışından sonra başkent bunu takip eden iki yüzyıl boyunca, bilhassa 558, 573-574, 599, 618-619, 698 ve son olarak 747-748’de olmak üzere, ortalama 29,4 yılda bir tekrarlayan salgınlara maruz kalmaya devam etti.

Ne var ki bu ortalama başka bölgelerdeki ilk salgının genel tekrarlama sıklığı ile tam olarak örtüşmez. Genel olarak 750’ye kadar Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın hem şehir alanlarını hem kırsal bölgelerini etkilemiş olan salgınlar on sekiz ayrı dalga hâlinde, ortalama her 11,6 yılda bir yeniden ortaya çıkmıştır. Bu örtüşmezlik vebanın gerçekten ortaya çıkmamış olmasından ziyade, delil yahut kayıt eksikliğinden kaynaklanıyor olsa gerektir. Çünkü sadece Bizans hâkimiyetindeki diğer alanlarla değil onların ötesindeki bölgelerle de, gerek kara yolu gerek deniz yolu üzerinden, hayli işlek seyrüsefer göz önünde bulundurulacak olursa Konstantinopolis’in bu salgınların bazılarından nasılsa korunmuş olduğunu var saymak güçtür.

Bununla beraber bildiklerimize istinaden Konstantinopolis’te vebanın VI. yüzyıl boyunca yaklaşık her on dört yılda bir, VII ve VIII. yüzyıllarda daha da artan fasılalarla tekrarladığını söyleyebiliriz. Daha sonraki yüzyıllardaki fasılaların artışını da sıçanların ve pirelerinin yaşama ve üremeleri için elverişli veya engelleyici çevre ve iklim koşullarından, nüfus şartları ve şehri muhtelif yollarla gelen bulaşmalardan koruyacak düzenlemelerin getirilmesine varan bir dizi etmenin birlikte müessiriyetine bağlayabiliriz.

Şehrin bulaşmalara karşı kırılganlığı tarihsel bakımdan kara ve deniz ticareti yollarının kesişme noktasındaki konumuyla ve onun Karadeniz’i ve Avrasya havzasını Akdeniz dünyasındaki muhtelif noktalara bağlayan tedarik güzergâhlarının iç içe geçmesiyle irtibatlıdır. Çağdaş gözlemciler hastalığın denizden geldiğini ve kıyılardan iç bölgelere yayıldığını kaydetmişlerdir.

Veba Konstantinopolis’te tipik biçimde “açık deniz” mevsiminde, yani gemilerin gıda maddesi ve diğer mallar getirdiği bahar ve yaz aylarında görülüyordu ki bunlar arasında İskenderiye’den gelen ve beraberinde İlk pandemi esnasında Konstantinopolis / İstanbul’da veba salgınları (MS 541-750) Kaynak: Stathakopoulos, Famine and Pestilence in the Late Roman and Early Byzantine Empire.  sıçanları da getirmiş olması kuvvetle muhtemel olan hububat yükleri bilhassa kayda değerdi.

Geç kadim zamanların Bizans toplumu bu buhranlara salgın hastalıklara dair halk arasında yaygın inanışlardan, öğrenimle elde edilmiş anlayışlara geniş bir yelpazenin şekillendirdiği çeşitli şekillerde karşılık verdi. Veba salgınlarını günahlara gök katından gelen intikam ve cezanın tezahürü olarak, bilhassa o dönemde yaygın apokaliptik hissiyat açısından görme eğilimi vardı.

Ne var ki bu, halkın hastalığın sirayet ettiği şehirlerden kaçışını engellemiyordu, çünkü salgının miasma veya pis/kokuşmuş havadan kaynaklandığına inanılıyordu. Sadece Konstantinopolis’te değil başka yerlerde de kaçış hastalıktan kurtulmanın en yaygın yolu olarak görülüyordu; bu amaçla hem halk hem devlet yöneticileri sayfiyeye veya kırsal yörelere kaçıyordu.

Mamafih göç herkes için mümkün bir seçenek değildi; bilhassa alt sınıftan kimseler şehirde kalmaya devam ediyorlardı. Gerek devlet katından gerek ruhban sınıfından söz sahibi kimselerin çare bulmakta yetersiz kalışı insanları bir yandan giderek (salgını önleyeceğine veya kaldıracağına inanılan) kutsal kimselere yöneltiyor, bir yandan da sadaka verme ve hastalara bakma şeklinde hayır işleri yapmaya sevk ediyordu.

Birdenbire patlak veren dehşet verici sonuçlarına rağmen veba dalgaları, muhtemelen geride kalanların nispeten refahını artıracak şekilde, birkaç ay ila bir yıl arasında devam ediyordu. İktisat tarihçileri salgının ardından ilkesel olarak modern öncesi şehirlerin, sözgelimi artan ücretler gibi, daha iyi fırsatlar sunabileceğini göstermişlerdir. Esasen Konstantinopolis’teki ilk vebadan sonra artan ücretlere ve bunları salgın öncesi seviyelere geri çekmeye dönük bir çabaya dair bazı delil ve emareler mevcuttur. Mamafih Konstantinopolis’te ilk salgın esnasındaki nüfus düşüşü oranlarını tahmin etmek için güvenilir kayıt veya delil eksikliğine rağmen tekrarlayan dalgaların birikerek çoğalan etkileri, bilhassa şehirlerin nüfusunu yeniden eski seviyelerine yükseltmesi muhtemel, taşra nüfusundaki eş zamanlı gerileme sebebiyle uzun vadede ağır ve şiddetli olmuş olmalıdır.

İkinci Salgın (Kara Ölüm) (1346-ykl. 1850) İkinci salgın 1346’da patlak verdi ve süratle nüfusun dörtte biri ila üçte biri arasındaki büyük bir tutarı kırıp geçirerek Afro-Avrasya dünyasının meskûn bölgelerinin neredeyse tamamına yayıldı. İlk salgında olduğu gibi bu salgında da veba dehşet içerisinde bıraktığı toplumlarda esaslı değişimlere yol açarak birkaç yüzyıl boyunca  düzenli aralıklarla geri dönmeye devam etti. Batı geleneğinde Kara Ölüm (1346-1353) diye bilinen salgının ilk ortaya çıkışı insanlık tarihindeki bütün felaketlerin en tahripkârlarından biriydi.

Tarih kaynaklarına göre veba Konstantinopolis’e Kırım’ın Kefe (Feodosya) limanından hububat yüklü Ceneviz gemileriyle Kasım 1347’de girdi. Bu ilk dalga Konstantinopolis’te yaklaşık iki ay sürdü ve çok sayıda insanı öldürdü. Görgü tanığı beyanları vebanın yol açtığı yıkımı en korkunç tabirlerle tasvir etmektedir. Bizans devlet adamı Demetrios Kydones’e göre günden güne ölülerin sayısı hayatta kalanların sayısını geçiyordu. Bir başka görgü tanığı, Bizans İmparatoru VI. Ioannes Kantakuzenos, “hastalığın tabiatını ifade etmeye hiçbir sözün kifayet etmeyeceğini” düşünüyordu.

Vebanın Konstantinopolis’te bu ilk korkunç ortaya çıkışını, çok geçmeden, ortalama her 7,7 yılda bir ortaya çıktığı gözlemlenmiş olan yeni dalgalar takip etti. Şehrin şimdi öncesine nazaran çok daha genişlemiş olan kara ve deniz ulaşım ağı yeni bulaşmaların giriş güzergâhlarını açıklayacaktır. Şehri korumak için, Dubrovnik ve Venedik gibi, başka Akdeniz liman şehirlerinde hayata geçirilmiş olanlara benzer yeni karantina düzenlemeleri kabul edildi.

Konstantinopolis’i 1438’de ziyaret etmiş olan İspanyol seyyah Pero Tafur gemilerin veba getireceklerinden korkulduğu için şehre girmezden evvel Boğaz’da iki ay bekletildiğini yazar. Osmanlılar 1453’te şehri aldıkları zaman devam eden veba ve savaş dalgaları şehrin nüfusunu tüketmiş, nüfusu tarihteki en düşük seviyelerine (yaklaşık 50.000) indirmişti. Dolayısıyla Osmanlı idaresinin en başta gelen meselesi şehrin nüfusunu yeniden eski seviyesine yükseltmekti. Bu durum göçü teşvik etti ve sürgün (zora dayalı yeniden iskân) diye bilinen nüfus mühendisliği uygulamalarını zorladı.

Mamafih bütün çabalara rağmen şehrin nüfus artışı başlangıçta hayli yavaştı. Bundan başka 1467’de yeni bir veba salgını patlak verdi ve şehir nüfusunun yaklaşık üçte birini kırdı. Salgına dair tafsilatlı bir rivayet bırakmış olan Grek tarihçi Imbroslu (İmbros/Gökçeada) Kritobulos birçok kimsenin korku ve dehşet içerisinde, bir daha dönmemek üzere şehirden kaçtığını, birçok başkalarının da kendilerini evlerine kapattıklarını ve hiç dışarı çıkmadıklarını, bu hâlin şehre metruk ve ıssız bir görünüm kazandırdığını kaydeder.

Kritobulos’un tanıklığına göre şehirde her gün 600 insan ölüyordu; birçok yerde cesetler kaldıracak işçi olmadığı için gömülmeden günlerce bekliyordu. Ne var ki, vebanın yol açtığı nüfus kaybına rağmen 1477’de yapılmış olan bir nüfus sayımı İstanbul’un nüfusunun hâlâ Akdeniz dünyasındaki herhangi bir şehrin nüfusu kadar olduğunu göstermektedir.

Sık tekrarlayan veba dalgalarına rağmen XVI. yüzyıl İstanbul için istisnai bir gelişme dönemi oldu; yeni semtler teşekkül etti, nüfus tüccarlar, zanaatkârlar ve şehirli işçilerin yerleşimiyle ciddi artış kaydetti. 1453’ten sonra vebanın yayılma ve tekrarlama kalıpları sürekli genişleyen Osmanlı topraklarının gelişen merkezîleşmesiyle ve ilaveten, bu süreç içerisinde İstanbul’un gittikçe artan önemiyle uyumlu olarak değişti. Süreci daha iyi anlamak için vebanın dışarıdan İstanbul’a ve İstanbul’dan dışarıya taşındığı dolambaçlı güzergâhların teşekkülünün ve ilave olarak bu güzergâhların, şehri imparatorluğun veba merkezine çeviren, hastalık dolaşım ağlarıyla iç içe geçmesinin incelenmesi yardımcı olabilir.

1453 ila 1517 arasında veba İstanbul’a büyük ölçüde Balkanlar’daki kervan güzergâhları ve başta Venedik olmak üzere Akdeniz’deki Avrupa liman şehirleriyle olan deniz bağlantıları aracılığıyla ulaştı. Bu süre zarfında ortalama her sekiz yılda bir yeniden ortaya çıkan salgınlar ile vebanın dolaşımı kabaca Akdeniz dünyasındaki ana doğu-batı ekseni boyunca tanımlanabilir. 1516-1517’de Suriye, Mısır ve Kutsal İslam beldelerinin elde edilişi Osmanlı tarihinde önemli bir dönüm noktasını temsil eder. Neticede imparatorluğun toprak büyüklüğü ve nüfusu ikiye katlanır ve Akdeniz dünyasındaki önemi büsbütün artar.

Bunu takip eden on yıllarda, Karadeniz havzasından Basra Körfezi’ne uzanan geniş alanlar Osmanlı yönetimi altına girdiğinde veba, daha karmaşık seyir kalıpları izleyerek yayılmaya başladı. İmparatorluk payitaht ile yeni fetih edilen yerler arasındaki askerî, idari ve iktisadi bağları yeniden şekillendirerek merkezîleşmeyi tesis etmeye çalıştı. Takip edilen bu yolun sonunda veba salgınlarının coğrafi yayılmasının kolaylaştığı görülür. Neticede vebanın hem daha önce vurduğu bölgelerde daha sık dalgalar ortaya çıktı, hem de o zamana kadar etkilemediği bölgelerde yeni salgınlar patlak verdi. 1517 ila 1570 yılları arasındaki en önemli salgınlar, ortalama üç yılda bir tekrarlayan sıklıkla 1520-1529, 1533-1549 ve 1552-1567’de ortaya çıktı. Ölüm oranları da şehrin nüfus artışıyla orantılı olarak yükselmiş görünmektedir. Yabancı bir gözlemci, Ogier Ghiselin de Busbecq, 1554 ila 1562 arasında Habsburgların Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sefiri, salgının en yüksek noktaya ulaştığı dönemde günde 1.000-1.200 ölüm vakasının kaydedildiğini bildirmektedir.

Busbecq’in beyanına göre günde 500 kişi öldüğünde bu vebanın gerilediğine işaret olarak yorumlanıyordu. XV. yüzyılın sonlarında günde 500 ölüm en korkunç veba olarak görülüyordu, hâlbuki yüz yıl sonra bu bir salgının sonunun işareti olarak tevil ediliyordu. Ancak şu var ki bu yüzyıl içerisinde şehrin nüfusunun on kat arttığı hatırdan çıkarılmamalıdır. 1570 yılına gelindiğinde, eş zamanlı olarak Avrupa, Kuzey Afrika ve Yakın Doğu’daki geniş alanları etkisi altına alan veba İstanbul’u bir kez daha vurduğunda, hâli hazırda devam etmekte olan süreç belirgin bir şekle kavuştu. Bu defa veba İstanbul’da neredeyse aralıksız olarak yüzyılın sonuna kadar devam etti. Şehir şimdi çok çeşitli hastalık dolaşım güzergâhlarının temel rabıtası [buluşma noktası] olmuştu.

Bu güzergâhlar 1570’ten önceki dönemde yarı özerk [tecrit edilmiş] olarak işliyordu; İstanbul’un bilhassa bu tarihten sonra sağlayacağı ana mevkiden mahrumdu. 1570’ten itibaren İstanbul, hastalığın imparatorluğun bir bölgesinden diğer bölgesine taşınmasına olanak veren bir merkez hâline geldi. Bu imparatorluğun herhangi bir bölgesinde patlak veren bir salgının süratle başkente taşınacağı ve buradan da çok geçmeden dört bir bucağına dağılacağı anlamına geliyordu. Böylece veba Osmanlı şehirlerinin birçoğunda, fakat en başta da İstanbul’da, neredeyse mutat bir vaka yahut mevsimlik bir hadise olageldi ki, bu durum dönemin kaynaklarında açıkça görülür. Bu aralıksız salgın 1578, 1586, 1587, 1597 ila 1599 arasında en yüksek noktasına ulaştı, fakat belli ölçüde 1600’den sonra da devam etti.

Vebanın İstanbul’da bu defa zahiren aralıksız kalışı bazı yabancı gözlemcileri XVI. yüzyılın sonlarında veba ile şehrin adını birlikte anmaya sevk etmiştir, öyle ki kayıtlarında hastalıktan “le mal de Constantinople” diye söz ediyorlardı. 1570’lerden itibaren İstanbul’da vebanın bu alışıldık mevcudiyeti hastalığın şehre, her defasında farklı bir kaynaktan girişi ve yeniden girişinden başka bir açıklama gerektirebilir.

XVI. yüzyılın son on yıllarında vebanın İstanbul’daki sıçan popülasyonu arasında, salgını aralıksız devam ettiren ve kimi zaman da insanlara bulaştıran yaygın bir hayvan hastalığı hâline geldiği öne sürülebilir. Salgınlar İstanbul’da XVII. yüzyıl boyunca da devam etti ve en bariz biçimde 1603, 1611-1613, 1620-1624, 1627, 1636-1637, 1647-1649, 1653-1656, 1659-1666, 1671-1680, 1685-1695’te ve 1697’den XVIII. yüzyılın ilk yıllarına kadar benzer tarzda tekrarlandı. Şurası bilhassa kayda değerdir ki, her ne kadar 1713, 1719, 1728-1729, 1739-1743, 1759- 1765, 1784-1786 ve 1791-1792’de büyükleri gerçekleşmişse de XVIII. yüzyıl salgınları esas itibarıyla daha hafifti.

XIX. yüzyılda İstanbul’da büyük salgınlar 1812-1819 ve 1835-1838 arasındakilerdi. Veba XIX. yüzyılda İstanbul’dan tedricen çekilmiştir. Bu umumiyetle 1838’den itibaren karantina önlemlerinin yerine getirilmesine bağlanmıştır. Bu tarihten sonra İstanbul’da büyük ölçekli veba salgını vuku bulmadı. Bununla beraber hastalık imparatorluğun bazı bölgelerini etkilemeyi sürdürdü ve 1900’lerin başlarına kadar kayıtlardaki yerini korudu. Esasen vebanın bu coğrafyada aralıksız devam edişi bu salgın ile bir sonraki arasındaki sınırı belirsizleştirir.

Üçüncü Salgın (1860’lar-1960) ve Günümüzde Veba Üçüncü salgın XIX. yüzyılın ortasında Çin’de patlak verdi, süratle Asya’nın büyük bölümüne yayıldı ve takvimler 1900’ü gösterdiğinde çoktan San Francisco’ya ulaşmıştı. Deniz taşımacılığı ile limandan limana hızla dünyanın etrafını dolaşan bu salgın gerçekten küreseldi. Akdeniz’in salgının yayılmasında ana mecra işlevi gördüğü ilk iki salgından farklı olarak üçüncü salgın çok daha geniş bir ölçekte müessirdi.

Bu nedenle Atlantik ve Pasifik’teki bazı liman şehirlerinin tersine İstanbul büyük bir salgın tehlikesi ile karşı karşıya kalmadı. Her ne kadar 1900’lerin başlarında İstanbul’a gelen veya İstanbul’dan hareket eden gemilerde veba vakaları bildirilmişse de anlaşılan o ki hastalık şehirde büyük ölçekli salgınlara yol açmamıştır.  Karantina önlemleri, veba hastaneleri, aşılama çalışmaları ve ilave olarak gemilerde farelerin denetim altına alınıp yok edilmesine dönük çabalar şehri bu hastalıktan uzak tutmada başarılı olmuş görünür.

Küçük çapta vakalar dünyanın muhtelif bölgelerinde patlak vermeye devam ettiyse de üçüncü salgının ancak vebanın tedavisinde antibiyotiklerin kullanılmasına başlanmasından sonra, 1960’ta üstesinden gelindiği bildirildi. Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre, veba Orta Asya, Afrika ve Amerika’nın güney batısı da dâhil olmak üzere dünyanın bazı bölgelerinde vahşi kemirgenler arasında hayvan hastalığı olarak varlığını sürdürmektedir.

1989 ila 2003 arasında Dünya Sağlık Örgütü’ne 38.310 veba vakası (2.845 ölüm) bildirilmiştir ki bu, insan vebasında artan bir tablo sergilemektedir. Bundan başka, biyo-terörizmde kullanılma ihtimali de göz önünde bulundurularak, araştırmacılar Yersinia pestis bakterisini, yakın zamanlarda gen haritası çıkarılıp filogenetik soy ağacının belirlenmesi gibi birbirini izleyen büyük ilerlemeler kayıt ederek, dünya çapında incelemeyi sürdürmektedir. Vebaya olan ilgi disiplinler arası bir hüviyet kazanarak devam emekte ve veba tarihçilerinin çalışmalarına ihtiyaç duydukları bilgiyi sağlamayı sürdürmektedir.

 

1901 İstanbul Veba Salgını Sırasında İstanbul a Çağrılan Veba Uzmanlarına Dâir Bir Araştırma

Authors:
1901 İstanbul Veba Salgını Sırasında İstanbul’a Çağrılan Veba
Uzmanlarına Dâir Bir Araştırma
A Research On The Plague Experts Invited to Istanbul During The Istanbul Plague
Epidemic in 1901
Dr. Emre KARACAOĞLU
ORCID No: 0000-0001-5839-7109
Kırıkkale Adli Tıp Şube Müdürlüğü
Öz: İstanbul, 1901 yılında patlak veren ve yedi ay civarında süren bir veba salgını ile karşı karşıya
kalmıştır. Salgın neyse ki çok fazla ölüme ve zarara yol açmayarak sona ermiş ve korkulduğu gibi
İstanbul dışına yayılmamıştır. Bunda salgın sırasında alınan önlemlerin büyük rolü olmuştur. Buna
ilave olarak, Osmanlı yetkilileri salgının yayılmasından endişe ederek, derhal harekete geçmiş ve
yurtdışından veba hastalığı konusunda uzman bir doktor getirtmeye çalışmışlardır. Tespit edilebildiği
kadarıyla muhtelif zamanlarda üç İngiliz doktorla görüşülmüş ve bunlardan biri İstanbul’a gelmiştir,
Dr. Henry William Beach. Yaklaşık 4 ay İstanbul’da kalan Dr. Beach, Hıfzü’sSıhhai Umûmiye
Komisyonu’nda yer alarak salgınla ilgili faaliyetlerde görev almıştır. Haklarında daha az bilgi
bulunan diğer iki İngiliz doktor (Dr. Blackmore ve Dr. Griffith) ise çeşitli nedenlerden ötürü
İstanbul’a gelmemişlerdir.
1901 İstanbul salgını ve alınan önlemlerle ilgili olarak bazı araştırmalar yapıldığı halde, salgın
sırasında İstanbul’a davet edilen yabancı doktorlar hakkında geniş ve tafsilatlı bir çalışmaya
rastlanamamıştır. Bu makalede, arşiv belgeleri ışığında bahsi geçendoktorların, faaliyetlerinin ve
onlarla ilgili yaşanan gelişmelerin aydınlatılması amaçlanmıştır.
Veba, İstanbul, Dr. Henry William Beach, Dr. Blackmore, Dr. Griffith.
Abstract: Istanbul faced a plague epidemic that broke out in 1901 and lasted around seven months.
The epidemic ended fortunately not to cause too much death and harm, and did not spread out of
Istanbul as feared. The precautions taken during the epidemic have played a major role in this. In
addition, the Ottoman authorities worried about the spread of the epidemic and acted immediately
and tried to bring in a doctor from abroad who specialized in plague disease.
As far as detected, three British doctors were interviewed at various times and one of them arrived in Istanbul, Dr.
Henry William Beach. Dr.Beach has taken part in the Public Hygiene Commission and in the
activities related to the epidemic. Two other British doctors (Dr.Blackmore and Dr.Griffith), about
whom there was less information, did not come to Istanbul for various reasons.
Although a number of studies have been conducted in relation to the 1901 Istanbul epidemic and the
precautions taken, there is no comprehensive and detailed study of the foreign doctors invited to
Istanbul during the epidemic. In this article, in the light of archival documents, it is aimed to clarify
the mentioned doctors, their activities and the developments related to them.
Keyword: Plague, Istanbul, Dr. Henry William Beach, Dr. Blackmore, Dr. Griffith.

1901 İstanbul Veba Salgını Sırasında İstanbul’a Çağrılan Veba Uzmanlarına Dâir Bir Araştırma

Tarih boyunca en çok korkulan ve ölümcül kabul edilen veba hastalığı, XX. yüzyıl
başlarına gelindiğinde eskisi kadar ölümlere ve yıkıma yol açma gücünü yitirmiş olmakla
birlikte, insanların zihnindeki korku ve ölüm algısını pek değiştirmemiştir. Zira veba hastalığı
kesin olarak teşhis edilmediği, sadece şüphesi mevcut olduğu takdirde bile karantina, kordon
altına alma, dezenfeksiyon gibi çok sayıda tedbirlere başvurulduğu görülmektedir. Tarihinde
pek çok veba salgını yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nda da durum aynıdır.
Karantina ve kordon altına almanın yanı sıra, 1901 yılında İstanbul’da ortaya çıkan veba hastalığına karşı
mikrobiyolojideki son gelişmeler ışığında bir takım tedbirler alınması gerektiği düşünülmüş
olmalı ki veba hastalığı konusunda uzman bir doktor arayışına gidilmiştir. Bazı sefaretlere bu
konuda talimat verilerek, acilen aranan kıstaslarda erbabı ihtisastan veba uzmanı bir doktor
bulunması ve İstanbul’a gönderilmesi istenmiştir.
Bu bağlamda, tespit edilen arşiv belgelerine göre Londra Sefâreti tarafından muhtelif tarihlerde üç doktor bulunmuş, bunlardan yalnızca birisi üç ay müddetle gelmiş ve İstanbul’da çalışmıştır. Bir diğeri, bazı şartlar ileri sürerek İstanbul’a gelmemiştir. Sonuncusu ise İstanbul’a gelmeyi kabul ettiği ve anlaşma yapıldığı
halde, hastalığın sona erdiği gerekçesiyle gelmesine gerek kalmadığı bildirilmiştir.
Bu çalışmada, İstanbul’da 1901 yılında görülen veba şüphesi uyandıran hastalığın teşhisi
ve alınacak tedbirlerin düzenlenmesi amacıyla, Londra Sefâreti’nin irtibata geçtiği üç doktor
hakkında arşiv belgeleri ve tespit edilebilen diğer kaynaklar doğrultusunda elde edilen
bilgilerin derlenmesi amaçlanmıştır.
Ayrıca, İstanbul’a gelerek bu süreçte Osmanlı hizmetinde
bulunan Dr. Henry William Beach’in İstanbul’daki faaliyetlerinin ve çalışma koşullarının
aydınlatılmasına çalışılmıştır.
1.İstanbul’a Bir Veba Uzmanı Getirtilmesi
XIX. yüzyılın sonlarında Hindistan’da ortaya çıkan ve hızla yayılan veba hastalığı, bu
dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk olarak 1900 yılında İzmir’de görülmüş ve alınan
önlemler sayesinde yayılması engellenmiştir. Ardından 1901 yılı Nisan ayı sonunda
İstanbul’da tekrar bir veba vakası tespit edilmiş ve 1901 yılı Temmuz ayında vakaların
görülme sıklığı artmıştır.
Bu sırada veba hastalığı konusunda uzmanlaşmış bir doktorun
bulunarak İstanbul’a getirtilmesi ve devlet hizmetine alınması konusunda Londra Sefâreti’ne 7
Temmuz 1901 tarihinde talimat gönderilmiştir.
Doktor arayışında en önemli ölçüt, bulunacak
doktorun veba hastalığı konusunda daha önce uzun müddet çalışmış ve bu alanda uzmanlaşmış
olmasıdır. Bu nedenle, veba hastalığının o sırada Hindistan’da endemik olması dolayısıyla,
bilhassa orada uzun süre çalışan doktorlardan birinin bulunması istendiğinden Londra Sefâreti
bu hususta görevlendirilmiştir.
Yanı sıra, bu süreçte veba hastalığına karşı yeni ilaçlar
geliştirdiğini iddia eden bazı kimselerle de irtibata geçilmeye çalışılmış ve bu kişiler de hemen
İstanbul’a davet edilmiştir.
Dr. Henry William Beach
Tespit edilebilen kaynaklarda Dr. Beach’in doğum ve ölüm tarihi, nerede doğduğu, hangi
okulları bitirdiği gibi biyografisine katkıda bulunabilecek ayrıntılı bilgilere ulaşılamamıştır.
Mesut Ayar, “1900 İzmir ve 1901 İstanbul Salgınları Bağlamında Vebanın XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı
İmparatorluğu’nda Devam Eden Etkisi”, History Studies, C.2, S. 2, 2010, s.173-174.
DAB (Devlet Arşivleri Başkanlığı), Sadâret, Mühimme Kalemi Evrakı, (A.MKT.MHM.), 597/41, 15 Temmuz
1901 (1319.Ra.28).
Emre KARACAOĞLU
Bununla birlikte, hayatının bazı dönemlerine ışık tutabilecek ya da bazı çıkarsamalara olanak
verecek bilgiler elde edilmiştir.
İngiliz vatandaşı olan Dr. Beach, 1896 yılı Mayıs ayında yapılan sınavda başarı
göstererek Cambridge Üniversitesi’nden Halk Sağlığı alanında diploma almıştır.
Aynı yıl İngiltere’nin en muteber kurumlarından biri olan King’s College London’a bağlı Guy’s
Hospital’da çalışmış ve 1896 yılı Eylül ayında halk sağlığı alanında GoldingBird Altın
Madalyası ile birlikte burs almaya hak kazanmıştır.
The Brisith Medical Journal adlı gazetenin 23 Eylül 1899 tarihli haberine göre de Dr.
Beach 1898-1899 yıllarında Hindistan’da veba hastalığının kontrol altına alınması ve
önlenmesi işinde görev yapmakta olup, Hindistan Ofisi tarafından tekrar bu vazifeye
atanmıştır. Bu haberden ayrıca Dr. Beach’in Royal Colleges of Surgeons of England
(M.R.C.S. Eng.) üyesi olduğu, Royal College of Physicians of London (L.R.C.P. Lond.)
lisansına sahip olduğu ve Cambridge Üniversitesi’nde halk sağlığı ihtisası yaptığı (D.P.H.
Camb.) anlaşılmaktadır.
Dr. Beach, İstanbul’da ortaya çıkan veba hastalığı nedeniyle 21 Temmuz 1901 ile 16
Kasım 1901 tarihleri arasında İstanbul’da Osmanlı İmparatorluğu hizmetinde bulunmuş ve
sonrasında Hindistan’da çalışmak üzere Londra’ya geri dönmüştür.
Kaynaklarda hayatının
bundan sonraki dönemi ile ilgili herhangi bir bilgi bulunamamıştır.
2.1.Dr. Beach’in Mukavelenâme İmzalaması ve İstanbul’a Gelişi
İstanbul’a veba hastalığı konusunda uzman bir doktorun gönderilmesi talimatını alan
Londra Sefâreti, İngiliz Dış İşleri Bakanlığı’na haber vermiş ve bakanlık da Hindistan’da veba
hastalığı konusunda çalışan Dr. Henry William Beach’i tavsiye etmiştir. Kendisinin İstanbul’a
geleceği 15 Temmuz 1901 tarihinde kesinleşmiştir.
Dr. Beach 20 Temmuz 1901 tarihinde Osmanlı Devleti’ni temsil eden Londra Sefiri
Kostaki Antopulo Paşa (18351902) ile bir mukavelenâme imzalamış ve böylece Osmanlı
İmparatorluğu hizmetine girmeyi kabul etmiştir. Yedi madde halinde hazırlanan
mukavelenâmeye göre; Dr. Beach Londra’dan hareket edeceği tarihten itibaren İstanbul’da üç
ay müddetle çalışacağını ve iki gün içinde yola çıkarak en hızlı vasıta ile İstanbul’a ulaşacağını
taahhüt etmiştir. Ayrıca, Dr. Beach, İstanbul ve civarında ortaya çıkacak veba veya veba
şüphesi olan vakaları bakteriyoloji usulüne göre ve son bilgiler çerçevesinde inceleyecek,
tetkik sonucunu Sıhhiye Meclisi Riyâseti’ne bildirecek, veba hastalığıyla mücadelede
hastalığın yayılmaması hususunda ve vebalı vakalar hakkında yapılması lazım gelenlere dair
raporlar ve makaleler verecektir.
Dr. Beach, bu üç aylık hizmet süresi boyunca doktor raporuyla doğrulanmış bir hastalık veya kaza dışında görevi başından ayrılmayacak, bir hastalık veya kaza durumunda ise görevi başına döndüğünde ücreti ödenmeye devam edecek ve görevi sona erdiğinde kendisine verilmiş olan evrak ve eşyayı teslim edecektir. Dr.
Beach’in görevini yerine getirmede yetersiz ve ehliyetsiz olması durumunda, hükümet mukaveleyi fesh ederek Dr. Beach’i hizmetten ihraç edecek ve o tarihten sonrası için kendisine ücret verilmeyecektir. Londra’dan hareket tarihi başlangıç ve İstanbul’dan ayrılışından dört gün sonrası bitiş kabul edilmek üzere, Dr. Beach’e aylık 150 İngiliz Lirası hesabıyla bir ücret ödenecek, ilk ücret Londra Sefâreti tarafından peşinen verilecektir. Ayrıca Londra’dan
ayrılacağı gün kendisine Londra Sefâreti vasıtasıyla harcırah olmak üzere 40 İngiliz Lirası
ödenecektir. Dr. Beach’in İstanbul’daki yeme, içme, giyinme ve barınma masrafları kendisi
tarafından karşılanacak, İstanbul’dan ayrılacağı zaman kendisine yine harcırah kabilinden 40
İngiliz Lirası daha verilecektir. Mukavelenâmenin altına Dr. Beach’e 20 Temmuz 1901
tarihinde ilk maaş ve harcırah bedeli olarak peşinen 190 İngiliz Lirası verildiği kaydı
düşülmüştür (Resim 1a, 1b ve 2a, 2b).
Londra Sefâreti’nden ilk maaş ve harcırah bedeli olan 190 İngiliz Lirası’nı alan Dr.
Beach, 23 Temmuz 1901 tarihinde Şark Sürat Katarı (Orient Express) ile doğruca İstanbul’a
varmak üzere yola çıkmıştır.
Dr. Beach’in İstanbul’a Geleceği Haberinin Bazı Yankıları
İstanbul’da bakteriyolojik tahlil ve tetkiklerin yapılarak, muhtelif mikrobik hastalıklara karşı aşı ve serum üretimini sağlayan Bakteriyolojihânei Şâhâne adlı kurumun müdürü Dr. Maurice Nicolle (1862-1932), 1899 yılı Haziran ayında İskenderiye’de ortaya çıkan veba hastalığı için de bazı tedbirler düşünerek, İstanbul’da veba aşısı üretimi konusunda araştırmalara başlamıştır. Hıfzü’sSıhhai Umûmiye Komisyonu üyelerinden Dr. İstekoli ile
birlikte Paris’ten aşı getirtilmesi ve ayrıca Bakteriyolojihâne’de veba aşısı üretilmesi için gerekli malzemelerin, alet ve edevatın temin edilmesi yolunda çalışmıştır.
Ancak 1901 yılı Temmuz ayına gelindiğinde –taleplerinin önemli bir kısmı yerine getirilmediğindenaşı
üretimine dair henüz somut bir gelişme görülmemiş ve zaten Osmanlı yöneticileri ile arası hoş
olmayan ve 5 Kasım 1893 tarihinden itibaren çeşitli vesilelerle İstanbul’dan ayrılmak isteğini
ibraz eden Dr. Nicolle, kendisi gibi Pasteur Enstitüsü’nde eğitim almış bir bakteriyolog
İstanbul’da iken veba hastalığı konusunda başka bir uzman doktor aranmasından rahatsızlık
duymuştur. Dahası, bu durumdan Pasteur Enstitüsü’nün o zamanki müdürü ve Dr. Nicolle’ün
eski çalışma arkadaşı Dr. Emile Roux (18531933) da incinmiş ve Dr. Nicolle’e haksızlık
yapıldığını, kendisinin İstanbul’dan çağrılarak Paris’e aldırılacağını bir mektupla Paris
Sefâreti’ne bildirmiştir. Mektubunda, 16 Temmuz 1901 tarihli Le Matin adlı gazetenin Dr.
Beach ile Osmanlı Devleti arasında yapılacak mukaveleden bahsettiğine ayrıca dikkat
çekmiştir. Dr. Nicolle 31 Temmuz 1901 tarihinde istifasını vermiş, 14 Ağustos 1901’de de
İstanbul’dan ayrılmıştır. Böylece, Dr. Beach daha İstanbul’a gelmeden, İstanbul’da ve
Paris’te yaşanacak bir takım olaylar zincirini tetiklemiştir.
Dr. Beach’in İstanbul’daki Faaliyetleri
Bu dönemin sağlık çalışmalarını inceleyen yayınlarda Dr. Beach hakkında nedereyse
hiçbir bilgi bulunamazken, arşiv belgelerinde de çok kapsamlı ve ayrıntılı bilgiler
bulunmamaktadır. Bunda muhtemelen Dr. Beach’in yaklaşık dört ay gibi çok kısa
sayılabilecek bir süre için İstanbul’da bulunmuş olması etkilidir.
Veba hastalığı ile ilgili olarak gerçekleştirdiği faaliyetler bağlamında Dr. Beach’in adına
ilk kez 5 Ağustos 1901 tarihinde yaptığı bir muayene ile rastlanmaktadır. Selimiye Kışlası’nda
seyyar topçu altıncı alayın birinci bölüğündeki beşinci topta görevli Tokatlı Ahmed bin Hasan
4 Ağustos Pazar günü kasığındaki şişlik için nöbetçi doktora görünmüştür. Durumdan şüphelenen nöbetçi doktor Kolağası Mehmed Salih Efendi, hastayı derhal Haydar Paşa Hastanesi’ne göndermiş ve tecrid ettirmiştir. Heyeti Sıhhiye Müfettişi Umûmîsi Ferik Ömer Hulusi Paşa, Tophanei Amire Sertabibi Ferik Hacı Emin Paşa ve beraberlerindeki birkaç kişi tarafından daha hastanın muayenesi yapılmıştır. Hastanın sol ayağının topuğunda eskiye ait bir kurşun yarası izi ile bu yara izi üzerinde çizmesinin vurmasına bağlı olarak hafif bir iltihap ve
şişlik gözlenmiş, ayrıca sol taraf kasığın da da ceviz büyüklüğünde bir şişlik görülmüştür.
Şehremini Rıdvan Paşa’nın imzasını taşıyan 6 Ağustos tarihli belgede de, isim verilmeyerek,
daha önce Selimiye Kışlası’nda hastalanan ve Haydar Paşa Hastanesi’ne nakledilen bir neferin
Dr. Beach tarafından muayene edildiği belirtilmektedir. Anlaşılan o ki, Ahmed bin Hasan’ın
kasığında bir şişlik görülmüş ve veba olduğundan şüphelenilmiştir. Dr. Beach muayene
sonucunda, hastanın ayağına ayakkabısının/çizmesinin vurduğunu, bu nedenle kasığındaki
bezlerden birinin şiştiğini ve ateşinin olmasının da doğal olduğunu belirtmiş, böylece
hastalığın veba olmadığını tespit etmiştir.
Zabtiye Nezâreti’nin 8 Ağustos 1901 tarihli bir tezkiresi ile Doktor Beach’in, beraberinde
birkaç doktor daha bulunduğu halde, bir istimbotla Kavak’ta bulunan hastaları muayene
etmeye gittiği, yolda Tarabya’ya uğrayarak Pavlaki Paşa’yı da yanına aldığı haber
verilmiştir.
Aynı konuya ilişkin, Limân Dâ’iresi Re’isi’nin bildirdiğine göre; 8 Ağustos’ta
otuz iki numaralı istimbota binen Dr. Ferid, Dr. Aleksander, Dr. İstekoli ve Dr. Miçi, ilk
olarak Beşiktaş’tan Zekeriya Bey’i ve ardından Tarabya’dan Pavlaki Paşa’yı yanlarına alarak
Servi Burnu’ndaki barakaları muayene etmeye gitmişlerdir.
Dr. Beach hastane ziyaretleri ve muayeneler dışında Şehremâneti bünyesinde oluşturulan
komisyonlarla birlikte de çalışmış ve anlaşılan bazı denetlemelerde görev almıştır. Buna 11
Ağustos 1901 tarihli bir teftiş heyeti raporu örnek gösterilebilir. Belgeye göre, belirtilen tarihte
Beykoz’da Servi Burnu yakınında şüpheli hastalar için inşa edilmekte olan barakaların
Debbağhâne’ye ve orada bulunan çeşmeye yakınlığının hastalığın yayılması için bir mahzur
oluşturup oluşturmayacağı sorunu gündeme gelmiştir.
Bunun üzerine Şehremâneti’nden inşa edilmekte olan barakaların yerlerinin değiştirilmesi talep edilmiş, ancak Şehremâneti durumun Hıfzü’sSıhhai Umûmiye ve Dâirei Askeriye’den oluşturulacak bir heyeti fenniye tarafından  değerlendirilmesini ve heyetin bildireceği görüşe göre hareket edilmesini önermiştir.
Seraskerlik bünyesinde oluşturulan Umûrı Sıhhiyei İnsâniye Teftiş Komisyonu (İnsan Sağlığı
Birimi Denetleme Komisyonu) üyelerinden Mirliva Pavlaki Paşa ve Mirliva Aleksander Bey,
Şehremâneti bünyesindeki Hıfzü’sSıhhai Umûmiye Komisyonu’ndan ise Kaimmakam
Zekeriya Bey ile Kaimmakam İstekoli seçilmişlerdir. Söz konusu heyete ayrıca Bakteriyolog
Ferid Bey ve Dr. Beach de dâhil olmuşlardır. Nihayet denetlemesini gerçekleştiren heyeti
fenniye, barakaların orada inşa edilmesini mahzurlu bulmamakla birlikte, kordon
uygulamasına ve bazı tedbirlere azami ölçüde dikkat gösterilmesi gerektiğini bildirmiştir
22
(Ek II) Bahsi geçen raporda imzası bulunan heyet üyelerinden bazılarının,
yukarıda değinildiği üzere 8 Ağustos’ta Servi Burnu’na barakaları muayene etmeye gittikleri dikkate alındığında, 11 Ağustos tarihli raporu bu muayeneye göre tanzim etmiş olmaları
muhtemeldir.Dr. Beach’in faaliyetlerine ilişkin bir diğer belge İstanbul’da şüpheli hastalıktan ölen
Dimitri adlı bir kahveci ile ilgilidir. Üç günden beri hasta olan Dimitri 15 Eylül 1901 gecesi
vefat etmiş, 16 Eylül’de Dr. Sezâi Bey ile Şehremâneti Dokuzuncu Dâire doktorlarından İstrati
Paşa’nın yaptıkları muayene sonucunda ölümün şüpheli hastalıktan olabileceğinin
bildirilmesiyle, ölenin Dr. Beach’in de dâhil olduğu heyet-i sıhhiye tarafından tekrar muayene
edilmesi gerekmiştir.
Bunun üzerine cenaze bekletilmiş, 17 Eylül’de alaturka saat ile iki buçuk
sıralarında Dr. Beach, Dr. İstrati Paşa, Dr. Ferid, Altıncı Dâirei Belediye Sıhhiye Reisi Dr.
Abidin Bey ölenin evine gelerek inceleme yapmış ve Dimitri’nin veba hastalığından dolayı
öldüğünü tespit etmişlerdir. Ölenin evi ve onunla temasa geçenler kordon altına alınmış,
cenaze çinko tabuta alınarak alaturka saat üç buçuk raddelerinde defnedilmiştir. Gerekli
önlemlerin alınması konusunda azami dikkat ve özen gösterilmesi, Heyeti Teftişiyei Sıhhiye
adıyla bir heyetin kurularak bir ay boyunca İstanbul ve civarının sağlık durumunun gözden
geçirilmesi hususunda irade buyurulmuştur.
Şehremini Rıdvan Paşa, Mektebi TıbbiyeŞâhâne emrâzı umûmiye hocası Dr. Nafiz bin Hakkı ve Dr. Beach’in de dâhil olduğu kalabalık bir heyetin imzaladığı 19 Eylül 1901 tarihli raporda, Heyeti Teftişiyei Sıhhiye’nin
Temmuz başlarından beri teftiş işini yerine getirdiği, hastalık zuhurunda tedbirlerin alındığı, bu sayede hastalığın tamamen yok edildiği, Dimitri’nin ölümünde de gerekenlerin yapıldığı, hastalığın yayılmasına yol açacak hiçbir açık nokta bırakılmadığı bildirilmiştir.
Şehremâneti bünyesinde oluşturulan Hıfzü’sSıhhai Umûmiye Komisyonu’nda yer aldığı
anlaşılan Dr. Beach’in bu komisyon ile birlikte hazırladığı bir başka rapor 3 Ekim 1901 tarihini
taşımaktadır. Samsun’da ortaya çıkan ve sekiz kişiye bulaşan veba hastalığı hakkında Meclisi
Umûrı Sıhhiye oradan çıkacaklar için on günlük karantina uygulamasına karar vermiş, fakat
bunu yeterli bulmayan ve veba hastalığının Anadolu vilayetleri ile İstanbul’a yayılacağından
endişe eden Hıfzü’sSıhhai Umûmiye Komsiyonu daha bir takım tedbirler alınması
gerektiğini belirterek, raporda bunları uzun uzadıya izah etmiştir.
Buna göre; hastalar tecrid edilmeli, hastalarla temas edenler veya görüşenler kordon altına alınmalı, hastaların öldüğü yada iyileştiği tarihten itibaren on beş veya ihtiyaten yirmi gün kordon kaldırılmamalı, bu süre
içinde hastalık veya şüphe olmaz ise herkes muayene edilerek dezenfeksiyon işlemleri uygulanmalı, dezenfekte edilemeyecek eşyalar yakılmalı, Sıhhiye Nezâreti’nden doktor, pulverizatör ve tebhir makinesi oraya gönderilmeli, bu malzemeler ulaşana kadar gerekli yerlerde kükürt yakılarak temizlik yapılmalıdır.
Dr. Beach’in tespit edilen arşiv belgelerinde kayıtlı muayene ve raporları dışında da veba
hastalığına yönelik muayeneler yaptığı, alınacak tedbirlerle ilgili raporlar tanzim ederek yetkili
makamlara ilettiği bilinmektedir.
Dr. Beach’in Rahatsızlanması
Konuya ilişkin Şehremini Rıdvan Paşa’nın imzasını taşıyan 26 Ağustos 1901 tarihli tek
bir belge bulunduğundan teferruatı tam olarak bilinememektedir. Belgeden anlaşıldığına göre,
26 Ağustos’ta, Dr. Beach bir haftadan beri siyatik hastalığı nedeniyle kaldığı otelden çıkamamıştır.
Bu rahatsızlığının tam olarak ne kadar sürdüğü ve nasıl sonuçlandığı
konusunda bir belge bulunamamış olsa da, Dr. Beach’in ilerleyen tarihlerdeki faaliyetleri göz
önünde bulundurulduğunda, rahatsızlığının çok uzun sürmediği ve sağlığına kavuşmuş olduğu
anlaşılmaktadır.
Dr. Beach’in İstanbul’dan Ayrılışını Ertelemesi
Mukavelenâmeye göre üç ay süreyle devlet hizmetinde bulunan Dr. Beach’in ayrılış vakti yaklaştığında, Ekim ortalarında karantina memurlarının lakaytlığı dolayısıyla tekrar zuhur ettiği bildirilen veba hastalığı için İstanbul’da biriki ay daha kalmasının padişahı mutlu edeceği 20 Ekim 1901’de kendisine bildirilmiştir. Dr. Beach ise, padişahın bu yöndeki isteğini yerine getirmekten şeref duyacağını ifade etmiş olmakla birlikte, kendisinden beklenilen şekilde muayeneleri ifa ettiğini, Hindistan’a gitmeye mecbur olduğunu, fakat on gün daha
kalabileceğini beyan etmiştir. Bu arada, mukavelenâme şartlarına göre kendisine ödenmesi
gerektiği halde hâlâ ödenmemiş olan iki aylık maaşının da kendisine ödeneceğinden emin
olduğunu vurgulamıştır.
Dr. Beach on gün daha kalmayı kabul etmiş olmasına rağmen, belgelerden anlaşıldığına göre 16 Kasım 1901 tarihine kadar İstanbul’da kalmıştır.
Dr. Beach’in Kırgınlığı
Şehremini Rıdvan Paşa tarafından 21 Ekim 1901 tarihinde kaleme alınan tezkirede
anlatıldığına göre; Dr. Beach 20 Ekim’de komisyon toplantısında süresinin dolduğunu ve Hindistan’a gitmek zorunda olduğu için 21 Ekim Pazartesi günü İstanbul’dan ayrılacağını bildirmişse de, Rıdvan Paşa’ya göre işin aslı söylendiği gibi değildir. Çünkü Dr. Beach’e 20 Ekim akşamı komisyondan dönüşünde maaşının Hazinei Maliye’den gönderilmek üzere olduğu ve kabul etmesi teklif edilmiş, fakat kendisi Pazartesi günü birini göndererek
aldıracağını söyleyerek teklifi reddetmiştir. Buna rağmen akşam Hazine’den birisi maaşını getirmiş ve senedi de Pazartesi günü göndereceğini bildirmiş ise de, kendisi bunu da kabul etmemiş ve bir güvensizlik sergilemiştir. Rıdvan Paşa, Dr. Beach’in İstanbul’da bulunduğu süre içinde herhangi bir vesileyle padişahtan bir iltifat görememesi, imzası bulunan raporlar hakkında bir ferman buyurulmaması ve iki aylık maaşını henüz alamamış olması nedeniyle Dr. Beach’in üzüldüğü ve kırıldığı kanaatindedir.
Dr. Beach’in İstanbul’dan Ayrılışı, Kendisine Yapılan Ödeme ve Taltifler
Üç aylığına İstanbul’a gelen ve talep üzerine bir süre daha burada kalan Dr. Beach,
nihayet 16 Kasım 1901 tarihinde Londra’ya gitmek üzere yola çıkmıştır.
Hangi vasıta ile gittiği, refakatinde birinin bulunup bulunmadığı gibi hususlar bilinememekle birlikte, gelişinde
olduğu gibi Şark Sürat Katarı ile gitmiş olması muhtemeldir.Kendisine bir aylık maaş bedeli olan yüz elli İngiliz Lirası ile geliş harcırahı olarak kırk İngiliz Lirası henüz daha İstanbul’a gelmeden peşinen ödenmiştir.
Ancak sonraki iyi aylık maaşı vaktinde ödenmemiş, Hatta 20 Ekim’de, bir gün sonra gideceğini bildirdiği sırada,
maaşının ödeneceğinden şüphe duymadığını bildirerek bir imada bulunmuştur. Bunun üzerine,
Maliye Nezâreti’nden Sadâret’e hitaben yazılan tezkirede kalan iki maaşın yekûnu olan otuz iki bin dokuz yüz iki kuruşun Tıbbiyei Mülkiye tahsisatına mahsuben, bir lira yüz kuruş hesabıyla, ödendiği bildirilmiştir.
Yola çıkmadan kısa bir süre önce, Şehremâneti Dr. Beach’in kalan maaşının ödenmesi
için gereğinin yapılmasını Sadâret’e arz etmiştir. Bunu takiben, 15 Kasım 1901 tarihli
tezkireyle bir gün sonra ayrılacak olan Dr. Beach’e, kalan maaş ve harcırah bakiyesinin, ayrıca
atıyyei seniyye kabilinden iki yüz liranın ödenmesi için emir verilmiştir. Maliye Nezâreti
aylık maaş ve harcırah bedeli olarak bildirilen meblağı Osmanlı Lirası zannettiğinden ödemeyi
buna göre yapmış, Sadâret de 20 Kasım 1901 tarihinde bu meblağın İngiliz Lirası cinsinden
olduğunu ve bunun Osmanlı Lirası’na çevrilerek kalan farkın hesaplanarak ödenmesini
buyurmuştur. Maliye Nezâreti fark olarak hesapladığı on yedi lirayı da tesviye etmiştir.
Dâhiliye Nâzırı Memduh Paşa imzasıyla 21 Kasım 1901 tarihinde Sadâret’e arz edilen
tezkirede Dr. Beach’in kalan alacaklarının tamamen kendisine ödenmiş olduğu bildirilmiştir.
Ancak, anlaşılan o ki alacaklarının bir kısmını kendisi Londra’ya ulaştığında Bankı Osmânî
vasıtasıyla alabilmiştir. Atıyye-i seniyyenin yanı sıra 16 Kasım 1901 tarihli bir irade ile
kendisine ikinci rütbeden bir adet Medcîdî nişanı ihsan buyurulmuştur.
Dr. Blackmore
Kimliği ve hayatı hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamayan Dr. Blackmore’un, Londra
Sefâreti tarafından bulunması bazı çıkarsamalara olanak vermektedir. Öncelikle, İngiliz
vatandaşı ve tıp doktorudur. Tıpkı Dr. Beach gibi daha önce veba hastalığı konusunda uzun
süre çalışmış ve uzmanlaşmıştır. Belgelerden edinilen bilgiye göre; Hindistan’ın Bengal
vilayetinde ve Afrika’da Cape Town’da çalışmış olduğu Foreign Office tarafından Londra
Sefâreti’ne bildirilmiştir. Anlaşılan, kendisiyle İstanbul’a gelmesi için görüşüldüğü sırada
Hindistan’da çalışmaktadır.
Dr. Blackmore ile Anlaşmaya Varılması
Osmanlı yetkilileri, talep edilmesine rağmen bir iki ay daha kalmayı kabul etmeyen Dr.
Beach’in ardından Londra Sefâreti’nden yine üç ay süreyle İstanbul’da çalışacak başka bir
uzman doktor bulmasını istemiştir. Sefâret de bu talebi İngiliz Dış İşleri Bakanı’na bildirerek
Hindistan Bakanı ile haberleşilmiş ve neticede sefârete gönderilen doktor isimlerinin yazılı
olduğu bir defterden Dr. Blackmore seçilmiştir. Kısa süre içinde Dr. Blackmore ile görüşen
Londra Sefiri Antepulo Paşa, Dr. Beach’in mukavelenâmesindeki şartların tamamen Dr.
Blackmore tarafından da kabul edildiğini, arzu ettiği takdirde İstanbul’da daha fazla kalması
mümkün olmakla beraber şimdilik üç ay müddet için geleceğini ve Dr. Beach’in gelişinde
olduğu gibi yüz elli lira tutarındaki bir aylık maaşı ile kırk liralık harcırah bedelinin peşinen
ödenmesi gerektiğini bildirmiştir.
Dr. Blackmore’un Gelmesine Lüzum Kalmadığının Bildirilmesi
Dr. Blackmore ile anlaşılmasına karşılık, Mabeyni Hümâyûn Baş Kitâbeti’nin 15 Kasım
1901 tarihli yazısı ile, Dr. Beach’in ayrılışını takiben ihtiyaten bir doktorun bulunmasının
istendiği, şimdilik İstanbul’da şüpheli hastalığın kalmadığı, Dr. Blackmore’un getirtilmesinin
gerekli olup olmadığı hususunun düşünülmesi istenmiştir.
..tarihli yazısı ile de İstanbul’da şüpheli hastalığın kalmadığı gerekçe gösterilerek Dr.
Blackmore’un Londra’dan yola çıkmaması için haber gönderilmiştir. İlave olarak, anlaşmaya
varıldığı halde sonradan vaz geçilmesi dolayısıyla, doktorun hatırının kırılmaması ve bir
tazminat talep edilmemesi amacıyla harcamalarının ve on sekiz günlük ücretinin karşılığı
olarak elli İngiliz Lirası’nın kendisine ödenmesi konusunda gerekli yerlere emir verilmiştir.
Anlaşılan o ki, Dr. Beach’in gideceği belli olur olmaz arayışlara başlanmış ve 7-8 Kasım 1901
sıralarında bu doktorla bir anlaşma yapılmıştır.
Dr. Blackmore’a ödenmesi konusunda emir verilen elli lira hakkında, bir süre geçtiği
halde henüz ödenmediği için Aralık ayı içerisinde de Londra Sefâreti, Baş Kitâbet, Sadâret ve
Maliye Nezâreti arasında bir takım yazışmalar yapılmış, gerekenlere tekrar emir verilmiştir.
Dr. Griffith
İstanbul’a gelmemiş ve hatta anlaşmaya dahi varılamamış olması nedeniyle, hakkında çok
az bir bilgi bulunan Mösyö Griffith’in veba hastalığı hakkında uzman olduğu ve hatta doktor
olduğu dahi şüphelidir. Yine Londra Sefâreti tarafından önerilmiş bir İngiliz vatandaşı olduğu
anlaşılmaktadır.
Kendisi ile Dr. Beach’in İstanbul’a geleceği sıralarda görüşülmüş olmasına ve hakkındaki
yazışmaların kronolojik olarak Dr. Blackmore ile yaşananlardan daha önce tahakkuk etmiş
olmasına rağmen, Dr. Beach’in gidişi ile Dr. Blackmore’un aranışı arasında bir bağlantı
bulunduğundan anlatımı bozmamak adına Dr. Griffith’ten son olarak bahsetmek uygun
bulunmuştur.
4.1.Dr. Griffith ile İlk Görüşmeler
Dr. Griffith, takriben Temmuz 1901 ortalarında Londra Sefâreti ile görüşerek kendisinin
veba hastalığını yok etmeye muktedir olduğunu ve şayet İstanbul’a çağırılırsa Osmanlı
hizmetine gireceğini bildirmiştir. Bu husus İstanbul’a bildirildiğinde, Dr. Beach o sırada
İstanbul’da bulunduğu halde, kendisine hemen harcırah varilerek yola çıkmasına dair 31
Temmuz 1901 tarihinde irade buyurulmuştur.
42
Ayrıca Hâriciye Nezâreti’ne Dr. Griffith’in
Londra’dan yola çıkıp çıkmadığı, yolda ise nerede bulunduğu sorulmuş, Sadâret de 1
Ağustos’ta Maliye, Dâhiliye ve Hâriciye Nezâretlerine yazarak harcırahın ödenmesi için
gerekenin yapılmasını istemiştir.
43
Harcırah olarak, diğerlerinde olduğu gibi kırk İngiliz Lirası
belirlenmiştir. Londra Sefiri’nin 5 Ağustos 1901 ve Hariciye Nâzırı Tevfik Paşa’nın 6 Ağustos
1901 tarihli yazılarından öğrenildiğine göre; Dr. Griffith’in Londra Sefiri ile 5 Ağustos’taki
görüşmesinde İstanbul’a gideceği, fakat üçdört gün içinde hareket edip edemeyeceğini 6
Ağustos’ta kesin olarak bildireceği ve harcırahın Bankı Osmânî Londra Şubesi’ne
yatırılmasını talep ettiği haber verilmiştir. Bunun üzerine ilerleyen günlerde, tekrar harcırahın
derhal yatırılması konusunda ilgili makamlarca bir takım yazışmalar yapılmış, harcırah
bedelinin süferâ muhassasâtı tertibinden karşılanması kararlaştırılmıştır.
Dr. Griffith’in İlginç Bir Teklifi
Londra Sefâreti’nden 6 Ağustos 1901’de alınan telgrafnamede, Dr. Griffith’in İstanbul’a
gitmeyi kabul ettiği halde bugün bir tezkire ile farklı bir teklif ileri sürdüğü nakledilmiştir.
Buna göre; Dr. Griffith şayet İstanbul’a giderse İngiliz Lirası cinsinden seksen lira harcırah ve
aylık iki bin lira maaşını peşinen alacak, şayet İstanbul’a gitmeksizin veba hastalığı hakkında
tedavi ve alınacak tedbirlerle ilgili mükemmel bir rapor hazırlarsa yine peşin olmak üzere beş
yüz lirayla yetinecektir. Dr. Griffith’e göre veba hastalığını yok edecek bu usul, aşı veya serum
enjeksiyonu olmayıp, Osmanlı hekimlerinin kolaylıkla uygulayabilecekleri bir tarzdadır.
Londra Sefiri, Dr. Griffith’e bulduğu bu yöntemi Hindistan’da veba ile boğuşan İngiltere
Hükümeti’ne açıklayıp açıklamadığını sorduğunda, makul bir gerekçe gösteremeyerek bunu
yapmadığını söylediğini şâyânı dikkat kaydıyla bildirmiştir.
4.3.Dr. Griffith’ten Vaz Geçilmesi
İstanbul’a gelmeyi kabul ettiği halde, sonradan epey farklı bir teklif sunması, güya vebayı
yok etmeye yarayacak kendi araştırmalarının sonucunu kendi hükümeti ile paylaşmamış
olması ve buna makul bir gerekçe gösterememesi gibi etkenler dolayısıyla, Dr. Griffith
hakkında Osmanlı Devleti nezdinde bir güvensizlik oluştuğu anlaşılmaktadır. Netice olarak,
Dr. Griffith’in getirtilmesinden vaz geçilmiş ve kendisine harcırah olarak ödenmesi planlanan
kırk İngiliz Lirası’nın ödenmesi için bankaya emir verilmemiş ise bekletilmesi, şayet emir
verilmiş ise bu durumda emrin geri alınması için yazışmalar yapılmıştır.
46
Sonuç
Galata’da bir Rum’da 30 Nisan 1901 tarihinde veba hastalığının görülmesiyle başlayan
1901 İstanbul veba salgını, yaklaşık olarak yedi ay sürmüştür. Zamanında alınan önlemler ve
titiz çalışmalar sonucu hastalık korkutucu düzeye ulaşmamış, bu süreçte yalnızca 26 kişi veba
hastalığına yakalanmış ve bunlardan da yalnızca 8 kişi hayatını kaybetmiştir. Hastalığın sona
erdiğine emin olunmasıyla, 19 Kasım’da karantina önlemlerine son verilmiştir.
47
Hastalığın İstanbul’da yayılmasından endişe edildiği Temmuz ayı başlarında, bir veba
uzmanı getirtilmesine çalışılmış ve birden fazla kişiyle görüşülerek neticede Dr. Beach’ten
istifade edilmiştir. Bu süreci aydınlatan arşiv belgelerinin birlikte değerlendirilmesi sayesinde
bir takım sonuçlara ulaşılmıştır.
İlk olarak, İstanbul’a getirtilecek doktorun veba hastalığının teşhisi, tedavisi ve
hastalıktan korunma konusunda uzman olması en önemli koşul olarak belirlenmiştir.
Görüşülen üç doktorun da Londra Sefâreti vasıtasıyla İngiltere’den bulunması ve bunlardan
ikisinin özellikle Hindistan’da görev yapmış olduklarının vurgulanması manidardır. Çünkü
veba hastalığı Hindistan’da endemiktir ve burada çalışmış olan bir doktorun veba hastalığında
uzmanlaştığı düşünülmektedir. Bu dönemde Osmanlı Devleti hizmetinde çok sayıda Fransız ve
Alman doktor ya da vasıflı insan bulunuyorken, veba uzmanının neden İngiltere’den tercih
edildiği sorusuna böylece cevap bulunmuştur.
Dr. Beach’in İngiltere’den getirtilmesinin Bakteriyolojihânei Şâhâne müdürü Dr.
Maurice Nicolle’ü ve onun nezdinde Pasteur Enstitüsü’nü rahatsız ettiği görülmektedir. Bunun
altında, İstanbul’da Pasteur Enstitüsü’nden neşet etmiş bir bakteriyolog olduğu halde, başka
birisinin getirtilerek Dr. Nicolle’ün haysiyetinin incitilmesi olduğu gibi, getirtilen kişinin
Fransız olmamasının da olumsuz yönde bir etkide bulunduğu söylenebilir. XIX. yüzyılda
Fransa ve Almanya, Osmanlı Devleti’nde tıp ve bilimdeki modernleşmenin rehberliğini
üstlenme konusunda rekabet halindedir.
Bunun en bariz örneklerinden birisi, Dr. Nicolle’densonra Bakteriyolojihânei Şâhâne’nin müdürlüğünü yürüten Dr. Paul Ambroise Remlinger’nin (1871-1964) görevine son verildiğinde, Fransa Dış İşleri Bakanlığı’nın konuya doğrudan müdahil olarak, Dr. Remlinger’den sonra Bakteriyolojihâne’nin başına mutlaka bir Fransız
doktorun getirilmesi konusundaki ısrarcı tutumudur. Hatta bu süreçte Dr. Remlinger kadro
haricine çıkartıldığında, Fransa Sefâreti Gülhâne Seririyatı’nda çalışan iki Alman doktorun
yerinde bırakılmasına tepki göstermiş ve en azından o doktorların sözleşmeleri bitinceye kadar
Dr. Remlinger’nin de kadro haricine çıkartılmamasını talep etmiştir.
Gerek Dr. Beach ile ve gerekse Dr. Blackmore ile yapılan mukavelenâmeler üç aylık bir
müddeti kapsamaktadır. Bunda, hastalığın kısa sürede kontrol altına alınabileceği ve büyük bir
salgına dönüşmeyeceği fikri kadar, getirtilen doktorun hastalığı teşhis ederek alınacak
önlemleri belirtmesi gibi kısa vadede sonuçlanacak bir yükümlülüğünün olması etkili olmuş
olmalıdır. Mukavelenâmeden de anlaşıldığı üzere, getirtilen doktordan burada bir laboratuvar
kurması ya da aşı/serum üretmesi gibi uzun vadeli bir çalışma talep edilmemiştir.
Son olarak, doktorlara yapılacak ödemelerde bir takım aksaklıkların yaşandığı dikkat
çekmektedir. Dr. Beach’in iki aylık maaşı, ayrılışını yaklaşık 3 hafta ertelemiş olmasına
rağmen zamanında tam olarak ödenememiştir.
Benzer şekilde, Dr. Blackmore ile anlaşmaya varılarak sonradan vaz geçilmesi üzerine ödenmesi planlanan elli İngiliz Lirası da üzerinden bir ay geçtiği halde kendisine verilmemiştir. Bu durumdan, yaşanan mali sıkıntılar ve kaynak bulmada güçlük çekilmesi sorumlu olabilir. Nitekim aylık 150 İngiliz Lirası maaş ve 40’ardan
80 lira harcırah ile getirtilmesi düşünülen Dr. Blackmore’un gerekli olup olmadığı sorgulanmış
ve –muhtemelen pahalıya mâl olduğundanneticede gelmemesi yönünde bir karar verilmiştir.
Ancak bu aksaklıklara, İngiliz Lirası’nın Osmanlı Lirası zannedilerek ödeme yapılması, ihsan
edilen atıyyei seniyyenin eski alacaklarla karışması ve bürokrasiden kaynaklandığı düşünülen
uzun ve tekrarlanan yazışmaların yapılması da eklenebilir. Bununla birlikte, Osmanlı yönetici
ve yetkililerinin sağlık alanındaki hassasiyetlerini ve tıptaki son gelişmelere uzak kalmama
isteklerini göstermesi bakımından 1901 İstanbul veba salgını sürecinde yaşanan tüm bu
gelişmeler üzerinde durulmaya değerdir.
Kaynakça
Arşiv Belgeleri (Devlet Arşivleri Başkanlığı / DAB)
DAB, Dâhiliye Mektubi Kalemi (DH.MKT.), 532/29, 2522/95.
DAB, İrâde Husûsî (İ.HUS.), 89/100, 91/54, 91/65, 91/77, 92/15.
DAB, İrâde Taltifât (İ.TAL.), 265/5.
DAB, Mukavelenâmeler (A.DVN.MKL.), 42/2.
DAB, Sadâret, Mühimme Kalemi Evrakı, (A.MKT.MHM.), 597/41, 598/8, 599/3.
DAB, Yıldız Askeri Maruzat (Y.PRK.ASK.), 172/27, 172/60, 172/86.
DAB, Yıldız Husûsî Maruzat (Y.A.HUS.), 418/94.
DAB, Yıldız Mâliye Nezâreti Maruzatı (Y.PRK.ML.), 22/37.
DAB, Yıldız Mütenevvi Maruzat (Y.MTV.), 218/82, 219/27, 219/37, 219/62.
DAB, Yıldız Şehremaneti Maruzatı (Y.PRK.ŞH.), 11/60, 11/74, 11/100, 11/111.
DAB, Yıldız Zabtiye Nezâreti Maruzatı (Y.PRK.ZB.), 28/125, 30/9.
1901 İstanbul Veba Salgını Sırasında İstanbul’a Çağrılan Veba Uzmanlarına Dâir Bir Araştırma
History Studies
190
Volume 11
Issue 1
February
2019
Diğer Kaynaklar
AYAR, Mesut, “1900 İzmir ve 1901 İstanbul Salgınları Bağlamında Vebanın XX. Yüzyıl
Başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Devam Eden Etkisi”, History Studies, C.2,
S. 2, 2010, s.173-188.
ERGİN, Osman Nuri, İstanbul Şehreminleri (Büyükşehir Belediye Başkanları) 1855
1928, Haz. Ahmed Nezih Galitekin, İşaret Yayınları, İstanbul 2007.
KARACAOĞLU, Emre, Başbakanlık Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bakteriyolojihâne
i Şâhâne, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Doktora Tezi), Ankara 2018.
“Nafiz Paşa (ölm.1929)”, Osmanlı Tıbbi Bilimler Literatürü Tarihi, Ed. Ekmeleddin
İhsanoğlu, IRCICA, İstanbul 2008.
The British Medical Journal, Vol.1, No.1844, 2 May 1896, p.1126.
The British Medical Journal, Vol.2, No.2021, 23 September 1899, pp.807-809.
The Lancet, Medical News, 19 September 1896, p.855.
YILDIRIM, Nuran, A History of Healthcare in Istanbul, Trans.: M.İ. Özekmekçi, Trans.
Ed.: Rainer Brömer, İstanbul 2010.
Recommended publications