TÜRKİYE’DE KÜRESELLEŞMEYE EKLEMLENME DÖNEMİNDE YAŞANAN EKONOMİK OLAYLAR
Türkiye’de yaşanan ekonomik olayların ve yaşanan dönüşümlerin küreselleşme ile eklemlenme sürecinin başlangıcı 1980’li yıllara bağlanmaktadır. Çünkü 1980 yılı Türkiye’de sadece ekonomik alanda değil siyasi ve sosyal alanlarda da dönüşümlerin başladığı bir yıldır.
Bir önceki dönemde (1970-76) ithal ikameci model ve sanayileşme stratejisi Türkiye’de yoğun bir şekilde uygulanmıştır. Bu dönemde Türk ekonomisi yoğun bir biçimde üretim malları üreten ara malı ve temel tüketim sanayi sektörlerinin yurt içinde ikamesine yönelmiş ve kamu sektörü öncülüğünde hızlı bir yatırım programı uygulanmıştır. Bu dönemin bir diğer özelliği ithal malları ile rakip ulusal sanayi sektörlerinin kota ve yüksek tarife oranları ile korunarak, ulusal sanayi burjuvazisine koruma rantlarının aktarılmasıdır. Devletin, ulusal ekonomide mal ve işgücü piyasalarına kamu işletmeleri ve yatırım tercihleri aracılığıyla yoğun bir müdahale içinde bulunduğu bu birikim modeli 1977’den başlayarak bir döviz finansman krizine sürüklenmiş ve 1980 yılında dışa açılma ile sona erdirilmiştir (Yeldan, 2006:38).
İthal ikameci model devlet himayesinde iç pazarı ele geçiren ve rekabet gücünü geliştirmeyi, dünya pazarlarında rekabet etmeyi düşünmeyen bir özel sektör yarattığı için tıkanmıştır. Kurulan sanayi birçok girdisini ithal ettiği için döviz ihtiyacı yaratıyor, ama kendisi ihracat yapamadığı için Türkiye’ ye döviz kazandıramıyordu. Böylece döviz açığı büyürken, 1970’lerin sonuna gelindiğinde yaşanan döviz krizi bu modelin sürdürülemeyeceğini ortaya koymuştur (Ulagay, 2009:89).
1979 yılının sonuna gelindiğinde yaşanan ekonomik bunalımlar, geniş halk kitlelerini ve sermaye sınıflarını derinden etkilemiştir. Geniş halk kitleleri, özellikle kentli emekçiler, temel tüketim mallarında etkisi sınırlı kalan fiyat denetimleri ile karaborsa ve kuyruklarla karşı karşıya kalmıştır. Örneğin; örgütlü işçi sınıfı alışık olmadığı bir enflasyon hızı karşısında en azından sendikal mücadele yoluyla reel gelir düzeylerini koruyabilmenin savaşını vermekteydi.
Köylü (çiftçi) emekçiler ise 1977 yılındaki seçimlerinin bir armağanı olan destekleme fiyatlarının 1979’da hızlanan enflasyonun etkisiyle dramatik bir biçimde erimesi karşısında savunmasız kalmışlardı (Boratav,2006b:145). İthal ikameci modelin maliyetleri sıfırlayıp maliyetlerin toplumsallaştırılması geçerli sosyal dağılım içinde sürdürülemez hale geldikçe, hegemonyanın sonunu ilan eden siyasi istikrarsızlıklar gündeme gelmiştir (Karahanoğulları, 2003:260-261).
Siyasi ortamın giderek bozulması ekonomik istikrarsızlıkların ve krizin giderek üstüne binmişti. 1979 yılının sonuna doğru ara seçimlerdeki yenilgiyi bahane eden Bülent Ecevit istifa etmiş ve hükümeti siyasi rakibi Süleyman Demirel’e devretmiştir. Demirel ise yaşanılan krizlerden çıkmak için yeni bir istikrar programı hazırlama görevini başbakanlık müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a vermiştir. Bu göreve getirme ile Türkiye yeni bir döneme geçirilmeye doğru ilk adımı atmıştır (Boratav, 2006b:146). Bu ilk adım 24 Ocak kararlarıdır.
Dışa Yönelik Sermaye Birikim Süreci (1980-1989)
24 Ocak 1980 günü açıklandığı için “24 Ocak Kararları” olarak kabul edilen istikrar programı yeni bir birikim dönemine yol açmıştır.
Reel devalüasyonlar doğrultusunda işletilen bir kambiyo politikası, adım adım liberalizasyona yönelen bir ithalat rejimi; pahalı döviz, ucuz kredi ve vergi iadesi gibi teşvik ve sübvansiyonlarla desteklenen ihracatın bir ulusal öncelik haline getirilmesi; fiyat kontrollerinin ve temel malların çoğundaki sübvansiyonların kaldırılması ve iç talebin daraltılmasına dönük makro politikalar, 24 Ocak kararlarının Türkiye ekonomisine damga vuran temel unsurları olarak sayılabilir (Boratav, 2006:149).
24 Ocak istikrar programı uluslararası sermayenin “teknik” ve “maddi desteği” (ve dolaylı olarak dayatması ) ile oluşturulmuştur. Bir önceki birikim rejiminde önemli rantlar elde eden büyük burjuvazinin “üstlenmek istemediği” birikim maliyetleri kriz sürecinde devlet borçlarına dönüştürülmüş ve uluslararası sermayenin hegemonya içindeki konumu borç ilişkisi etrafında güçlenerek sürmüştür. Bu hegomonik düzende emekçi sınıfı ve tarım kesimi kendisine yer bulamamıştır (Karahanoğulları, 2003:261-262).
Uygulamaya konan bu istikrar programında Turgut Özal, sermayenin istekleri karşısında emek kesimini sürekli dışlama olanağını 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbe ile bulmuştur. Özal’ı sadece fiilen değil, resmen de “ekonominin patronu” konumuna getiren 12 Eylül rejimi, uygulanacak iktisat politikalarının “sermayenin bir karşı saldırısı” biçiminde gelişmesini, işgücü piyasalarını askeri bir denetim altında tutarak gerçekleştirmiştir. Burada çok çarpıcı bir örnek verebiliriz: Darbenin başındaki isim Kenan Evren, müdahaleden sonra yaptığı ilk konuşmasında “yüksek ücretlerden” de şikayet etmesi gelecek yıllarda toplumun neleri beklediğine dair işaret olmuştur (Boratav, 2006:148).
1980 yılından başlayarak Türkiye’nin dünya sermayesi ile bütünleşmesi ve dolayısıyla dünya sermayesinin Türkiye’deki olanaklara ulaşmasında belirleyici olgu, gerçekleştirilen askeri darbedir. Bu darbenin sağladığı uygun ortam, aynı zamanda dünya ölçeğinde gerçekleşen sürece eklemlenme için gerekli ittifakın taraflarını da belirlemiştir. Türkiye’nin dışa açılmasında ve uluslararasılaşma süreci için gerekli dönüşüm üçlü ittifak ile gerçekleşmiştir. Bu ittifakın temel aktörleri şunlardır:
– Ülkede belirli bir hegomonik konuma ulaşan ve verili koşullarda bu konumun devamlılığını sağlayamayan “büyük ölçekli sermaye”.
– Siyasal temsil krizi yaşayan ve toplumsal muhalefet karşısında güç kaybeden “devlet ve siyasi yapılar”.
– Dünya ölçeğinde piyasa yönelimli yeniden yapılanmanın ve sermayenin aktörleri DB ve IMF’dir (Ercan, 2004:20).
1980 yılındaki büyük çaplı KĐT zamlarından sonra kamu kesimi fiyat ayarlamaları genel fiyat hareketlerini başa baş izlemiştir. KĐT’lerin durumu askeri rejimde rahatlamıştır. Ancak finansal serbestleşme ile birlikte küçük bankaların ve bankerlerin çoğalması sonucu ile başlayan faiz yarışı, 1982 yılında çökmüş ve kargaşaya neden olmuş ve askeri yönetimi sarsmıştır. Đstifa eden Turgut Özal olmuştur. Bu uygulanan liberal iktisat politikalarının ilk fiyaskosu olmuştur (Boratav, 2006b:151-152).
1980 sonrası dönemde sermaye birikim süreci için tasarlanılan mekanizma, özel sermaye üzerindeki vergi yüklerinin hafifletilerek özel sektörde tasarruf fazlası yaratılması ve bu fazlanın özel yatırımlar ile sermaye birikimine dönüştürülmesi beklentisine dayanmaktadır. Vergi yükü bu dönemde önemli oranlarda azalmıştır. Bununla birlikte, yeni vergi düzenlemeleri ile özel işletmelere; “vergi fonları” ile dolaylı olarak kaynak yaratılması sağlanmıştır (Karahanoğulları, 2003:264). Kurumlar vergisinde şirketler lehine bir dizi istisna ve muafiyet getirilmiş ve 1980’li yılların başında üniter ve artan oranlı bir özellik taşıyan gelir vergisi parçalı, regresif ve adaletsiz bir yapı kazanmıştır.
Gelir vergisinin çok önemli bir denetleme öğesi olan servet beyannamesi 1984 yılında kaldırılmıştır.1985 yılında katma değer vergisinin kabulüyle Türkiye vergi sistemi giderek artan ölçülerde gelir vergisine bordro kesintisiyle katılan ücretlilerin ve tüketicilerin katkılarına dayanır bir hal almıştır. Bu yaklaşım vergi hasılatının milli gelir içindeki payını düşürmüş; sermaye sınıfları lehine verilen vergi ödünleri sonraki yılların mali krizlerin oluşumuna katkı yapmıştır (Boratav, 2006b:154).
Kasım 1983’e yapılan seçimlerle iktidara gelen Özal hükümeti ekonomide daha fazla dışa açılmayı ve serbestleşmeyi savunan politikaları uygulamaya geçmiştir. Dışa yönelik büyüme perspektifinde en önemli rol ihracatın arttırılmasına yönelik olduğundan 1983 yılından sonra ticaretin serbestleştirilmesi uygulamalarına hız verilmiştir. Çünkü ihracatın artması kısa dönemde ithalat kapasitesini ve dış ödemelerden kaynaklanan sorunları ortadan kaldıracaktı (Altıok, 2002:95). ANAP yılları olarak da değerlendirebileceğimiz bu dönem Özal iktidarının parlak dönemini (1984-1987) ve 1980’de belirlenen modelin tıkanışını ortaya koyan 1988 yılını içermektedir (Boratav, 2006b:152). 1988 yılına gelindiğinde yapılan reformlar ivmesini kaybetmiş ve ekonomi bir tıkanmaya girmiştir.
1988 yılının tüm makro ekonomik verileri “ihracata yönelik büyüme” politikalarının iktisadi ve sosyal sınırlarına ulaşıldığını göstermektedir. Bunu izleyen yıllarda artık Türkiye ekonomisinde dışa açılım öncelikleri reel üretim sektöründe değil, finans ve kambiyo hizmetlerini de kapsayacak politika değişiklikleriyle biçimlenmiştir. Bu politika değişikliklerinin en önemlisi 1989 ‘da ödemeler dengesi sermaye hareketleri üzerindeki tüm kısıtlamaların kaldırılarak, kambiyo rejiminin tamamıyla serbestleştirilmesidir. Böylece Türkiye ekonomisi dünya pazarlarıyla eklemlenme ve küreselleşme sürecinde yeni bir dönemeci aşma noktasına gelmiştir (Yeldan, 2006:39).
1989’a kadar olan dönemde uygulanan ekonomi politikaları, uygulayıcılarının ana başarısı “uygun ve doğru” politikaları bulmak değil; Türkiye’nin dış açıklarının kapatılmasında uluslararası finans çevrelerinin olağanüstü desteğini kazanmış olmalarıdır. 1980’li yıllarda siyasi iktidarlara sağlanan bu dış desteği şöyle açıklayabiliriz: 12 Eylül rejiminin ve Özal iktidarının ABD yanlısı dış siyasetinin sonunda uluslararası sermayenin üst organları olarak IMF ve DB’nın kendi politika reçetelerini uygulayıp da başarılı olmuş bir “örnek ülke”ye şiddetle ihtiyaç duyduklarını; bunun için Türkiye’yi seçtiklerini; sözü geçen politika modelinin başarısını ise bu ülkeye yüksek kaynak aktarımları gerçekleştirerek garantiye aldıklarını söyleyebiliriz. Çünkü uluslararası finans kapitalin 1980’li yıllardaki koşullarda bu iki kuruluşun onayını almadan herhangi bir ülkeye büyük boyutlu krediler açmadığını da belirtmekte yarar vardır (Boratav, 2006b:160-161).
Sonuç olarak bu dönemde askeri müdahale ile meşruiyet sorununun devlet üzerindeki yükü hafifletilmiştir; ücretler reel olarak düşürülerek, devletin emek verimliliğini arttıracak harcamalarda bulunması ihtiyacı hafifletilmiştir ve bunun sonucu olarak eğitim, sağlık yatırım ve harcamaları giderek azalmış, özel sermaye birikimini teşvik edici altyapı yatırım harcamaları arttırılmıştır. Bu yapılanma etrafında 1980-89 döneminde, birincil bölüşüm probleminin, yeni birikim tarzı için “sorun yaratmadığını” bu yüzden kamu mali düzenlemelerinin ağırlıklı olarak “yatırım harcamalarına” kaydırıldığını söyleyebiliriz.
Bu dönemde kamu açıklarının finansman biçimi, vergi almak yerine borçlanmaya gitmek olarak belirmiş ve bu düzenleme birikim rejiminin de temel belirleyeni olmuştur. Serbestleşme ve uluslararası kapitalizme serbest bir piyasa olarak eklemlenme tercihi, önce ticaretteki düzenlemelerle başlamış daha sonra finansal piyasalar yapılandırılmış, iç ve dış açık “probleminin çözüm mekanizması olarak gündeme gelen” finansal unsurların hâkimiyeti giderek artmış ve bu noktada 1989 düzenlemeleri gündeme gelmiş, bütün bu unsurlarla birikim rejimi ve hegemonya yeniden şekillenmiştir (Karahanoğulları, 2003:265-266).
Mali Sermayenin Tam Serbestleşmesi (1989-1993)
1989 yılında sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalar kaldırılmıştır. Bu sürecin bir parçası olarak, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine dair kararnamenin (32 sayılı kararname) kabulü, (uluslararası sermayenin de dayatmaları ile) bu yapının dünya finans sistemine eklemlenmesinin koşullarını gerçekleştirmiştir ve finansal birikim rejimini kuran temel düzenleme olmuştur. Bu düzenlemeden beklenilen, uluslararası fon akımlarının, hem büyümenin finansmanına hizmet edeceği, hem de kamu açıklarının finansmanını kolaylaştıracağıdır. 1980 sonrası ihracata dayalı sanayileşmenin gelişmemesi ve zayıflaması ile “giderek kötüleşen koşullar içinde Türkiye, büyük hacimli yabancı sermaye girişini ekonomik büyümeyi tekrar sağlayabilmenin kilit mekanizması olarak algılanmıştır” (Karahanoğulları, 2003:297).
Bu politikanın oluşturduğu yapı altında ulusal piyasalarda döviz kuru aşınması ve faiz oranları birbirine bağlanarak Merkez Bankası’nın kontrolünden çıkmış ve ulusal finans piyasaları uluslararası “kısa vadeli yabancı sermayenin” spekülasyonuna yol açılmıştır. Böylece uyarılan kısa vadeli, spekülatif yabancı sermaye akımları, bir yandan ekonominin dış açıklarını finanse ederken diğer bir yandan da ulusal tasarruf eğilimini düşürerek tüketim ve ithalat hacmini genişletmiştir. Döviz kuru ve faiz oranları arasında son derece hassas dengelere dayanan bu yapay büyüme süreci bir yandan ulusal ekonomideki yatırım ve birikim önceliklerinin üretim dışı (spekülatif) rantiyer tipi sermaye birikimine yönlenmesi diğer bir yandan da gelir dağılımının giderek bozulması ve mali piyasalarda bir kredibilite bunalımıyla yeni bir kriz ortamının doğmasına yol açmıştır (Yeldan, 2006:40).
Kısa vadeli sermaye hareketleri iyi getiri sağladığı ülkelere akmakta tereddüt etmemiştir. Ancak kendine avantaj sağladığı noktaların kaybolduğu anda girdiği ülkeden hemen kaçmıştır. Günü kurtarma adına o dönemdeki iktidarın buna göz yumması Türkiye’nin yaşayacağı büyük krizlerin öncüsü olmuştur. Yaşanan ilk büyük kriz 1994 krizidir (Ulagay, 2009:91).
Kriz Dönemleri (1994-2001)
Türkiye’de 1994 krizini hazırlayan etmenlerin en önemlisi düşen kar oranlarını engellemek için devletin sermaye birikim sürecine yaptığı müdahaleler nedeniyle giderek büyük boyutlara varan bütçe açıkları olmuştur. Ülkeye gelen kısa vadeli sermaye girişinin bütçe açıklarının finansmanında kullanılması iç borçlanmayı hızlandırmış, iç borçlanmanın hızlanması faiz oranlarını daha çok yükseltmiş ve kısa vadeli sermaye girişlerini beslemiştir. Dolayısıyla ekonomideki dengesizlikleri dövizle borçlanarak düzeltmeye çalışan devlet, bir borç kısır döngüsüne girerek bütçe açığının temel nedeninin faiz yükü haline gelmesini sağlamıştır.
Böylece kamu kesiminden özel kesime faiz ödemeleri yoluyla kaynak transferi yapılmıştır. Özel kesim de yatırım yapmak yerine yüksek reel faizler nedeniyle kamuya borç vermeye başlayınca sermaye birikiminin dinamiği olan reel yatırımlar azalmış, üretkenlikten kaynaklanmayan bir yolla özel kesim faiz gelirleri artmaya başlamıştır. Bu da gelir dağılımının bozulmasına ve yoksulluğun, işsizliğin daha da artmasına yol açmıştır. Öncelikle mali kesimde başlayan kriz daha sonra reel kesime sıçrayarak genişlemeye devam etmiştir.
Bu bağlamda ortaya çıkan mali kriz bir yandan üretim ve yatırım gibi reel göstergeler üzerinde daraltıcı etkilerde bulunurken diğer bir yandan da enflasyonist baskıları hızlandırmıştır. Nisan 1994’te TL’nin değer kaybetmesi, reel iç borçlanma faizlerinin ise çok yüksek düzeylere çıkması krizin ekonomik maliyetini oldukça arttırmıştır. 1994 krizi yeterince artık değer üretemeyen rekabeti arttıracak sanayi yatırımını yapmayan ve üretimi modernize edecek teknolojik gelişmeyi sağlayamayan sermaye sınıfının krizidir (Altıok, 2002:108-111).
Krizden çıkma adına ilan edilen “5 Nisan Kararları” ise istikrar önlemleri almak, ekonomik dengesizlikleri gidermek amacıyla, büyük ölçüde, sermayenin yeniden yapılanmasında yeni bir evreye geçişi sağlayacak yapısal uyum politikalarını hızlandırmak amacıyla kabul edilmiştir. Alınan önlemler devletin ekonomideki rolünün daraltılması, tarımsal desteğin azaltılmasını içeren sosyal reform ve sosyal güvenlik sisteminin yeniden düzenlenmesi gibi önemli başlıkları içermektedir. 5 Nisan kararlarıyla kısa vadede kamu açıkları azaltılacak, orta ve uzun vadede istikrarın sürekliliği ise kamu kesiminin ekonomideki ağırlığının azaltılmasıyla sağlanacaktır.
Bu anlamda 5 Nisan kararları yeni liberal politikalar demeti olarak önceliğin devletin küçültülmesi stratejisine verildiği yeni bir evreye geçişi hızlandırmakta, piyasada bozulan dengelerin ve kaybolan güvenin yeniden inşasını temel almakta ve ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıda önemli dönüşümler yaratacak uygulamaları öngörmekteydi. IMF reçetelerine göre uygulamaya konulan “5 Nisan Kararları” da klasik ortodoks istikrar programının içerdiği sıkı para politikalarına, ücretlerin baskı altına alınarak yurtiçi talebinin daraltılmasına ve devalüasyona dayanmakta ve heteredoks istikrar politikalarıyla da desteklenmiştir.
Bu amaçla uygulamaya konulan önemli kararlar şunlar olmuştur: Develüasyon yapılmış, faiz oranları yükseltilmiştir. Ücretler düşürülmüş sıfır sözleşmeler veya enflasyonun altında zam uygulamalarına başvurulmuştur. Kamu harcamalarının azaltılması kapsamında, faiz ödemeleri ve askeri harcamalar dışındaki yatırım, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi kamusal alanlarda kısıntıya gidilmiş ve kamuda çalışan işçi ve memurlara bütçe ödenekleriyle sınırlı olmak üzere artış yapılması öngörülmüştür. Kamu personeli alımı durdurulmuştur.
Petrol ürünlerinin fiyatları arttırılmış, akaryakıt vergisinden bütçeye aktarılan pay yüzde 50’den yüzde 70’e çıkarılmıştır. KĐT ürünlerine ise yüzde 100 zam yapılmıştır. Devletin ekonomideki rolünün daraltılması hedefi de özelleştirme uygulamalarına hız verilerek gerçekleştirilmeye çalışılmış bu amaçla gerekli yasal ve kurumsal düzenlemelerin bir an önce yapılması öngörülmüştür. Kamu bankalarının özelleştirilmesi, büyük borç yükü altında olduğu için özelleştirilemeyecek olan KĐT’lerin ise kapatılması amaçlanmıştır. Sosyal güvenlik reformu kapsamında özel sağlık ve emeklilik sigortasının teşvik edilmesi, prim gün sayısının arttırılması ve emeklilik yaşının yükseltilmesi çalışmalarına hız verilmesi planlanmıştır(Altıok, 2002:111-112).
1994 sonrasında ekonomide kalıcı bir istikrar programının uygulanmasının sürekli ertelendiğini, reel ve finans piyasalarında güvensizlik ortamı sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu dönemde büyümenin kaynakları tekrardan yüksek faiz getirisi ile cezbedilen kısa vadeli yabancı sermaye girişlerine bağlanmış görünümdeydi. Ancak 1995 sonrasında kısa vadeli yabancı sermaye girişleri artık çok daha yüksek faiz arbitrajı sayesinde sürdürülebilmiş, aynı zamanda da reel ücretlerin bastırılmasıyla ihracat pazarlarında rekabet edebilme amaçlanmıştır. 1997’deki Asya ve 1998’deki Rusya krizleri ulusal ekonomiyi bu şartlar altında derinden etkilemiştir. 1998’den başlayarak, ulusal mal pazarlarının talep daralmasına itilmiş ve dünya finansal krizinin olumsuz etkileri görülmeye başlanmıştır (Yeldan, 2006:54).
Devam eden yıllarda ekonomide yaşanan durgunluk, yüksek enflasyon, artan işsizlik ve gelir dağılımı bozukluğunun yarattığı ısınma, 1999 yılına gelindiğinde “enflasyonun düşürülmesi” ve sermaye kaçışının önlenmesi amacıyla ekonomiyi canlandırıcı politikalara gereksinimi arttırmıştır. Bu nedenle Aralık 1999’da IMF ile yapılan stand-by anlaşmasında talep genişletici politikalara geçileceğinin sinyali verilmiştir (Altıok, 2002:116). Ayrıca 1999 yılında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) kurulmasıyla, yeni bankaların kurulması güçleştirilirken, bankaların Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devrine ilişkin düzenlemeler kabul edilmiştir.
Yapısal reformların devamı, IMF ile imzalanan stand- by anlaşmasıyla hız kazanmıştır. Anlaşmanın ardından 1 Ocak 2000’den itibaren özelleştirmenin hızlandırılmasını, enflasyonu düşürmeye yönelik para ve kur politikasını ve yapısal reformları içeren enflasyonla mücadele programı uygulamaya konmuştur. Program, bankacılık sektörü ve sosyal güvenlik alanlarındaki yapısal reformlarla desteklenmiştir (Ercan ve Öztürk, 2009:80-81).
İktisatçıların önemli bir bölümü IMF’nin 2000 yılında Türkiye’de uyguladığı programın katı yapısının 2001 krizinin patlak vermesine yol açtığını düşünmektedir. Programın sıcak para giriş ve çıkışları arasında parasal genişleme ve daralmaları otomatik hale getiren öğesi 2000 yılında ekonominin aşırı ısınması karşısında aciz kalmış; sermaye çıkışları başladığında da faizleri astronomik düzeylere sürükleyerek finansal çöküşü hızlandırmıştır. Enflasyonu aşağı çekme amacıyla uygulanan “döviz kuru çıpasının fiyat hareketleri üzerinde beklenildiği ölçüde etkili olamaması da programın çökmesine katkı yapmıştır (Boratav, 2006b:182-183).
2001 krizi yüksek oranda para-sermayenin çok kısa sürede ülke dışına çıkışıyla başlamıştı. Bir ayda portföy yatırımları net 2.5 milyar dolarlık çıkış (rezerv hariç) toplam sermaye hareketleri 2.7 milyar dolarlık çıkış göstermişti. Net hata noksan kalemiyse 1.3 milyar dolarlık kayıt dışı vermişti. Bir ay gibi kısa bir sürede 4 milyar dolarlık bir çıkış yaşanmıştı. IMF programın sürdürülemeyeceği sinyali Kasım 2000’de dolara yönelik yaşanan spekülatif hareketle görülmüştü.
Bu tarihte ciddi bir likidite sıkıntısı yaşanmış ve interbank gecelik faiz oranları yüzde 870’leri bulmuştu. Para-sermayenin kaçışının finans sisteminde yarattığı kaos ve sarsıntı gecelik faizlerin bir anda fırlamasına neden olmakla kalmamış toplumsal yeniden- üretimin bütün alanlarını etkileyen bir krize dönüşmüştü. Kriz esnasında Merkez Bankası resmi rezervleri sarsıcı bir biçimde azalmıştı. 2001 Şubat ayının ortalarında 27.6 milyar dolar olan rezervler, Şubat sonunda 18.8 milyar dolara gerilemişti. Sadece Şubat ayının 19’u ile 22’si arasındaki kayıp 5 milyar dolardı (Ercan ve Öztürk, 2009:82).
Ekonominin Yeniden Yapılandırılması (2001-2009)
2001’de yaşanan bu sarsıcı krize IMF’nin katkı yaptığı dogmatik modelinin yaptığı özel katkıya rağmen, krizden çıkış için bir kez daha IMF’nin ve ikiz kardeşi olan Dünya Bankası’nın program ve talepleri doğrultusunda biçimlenmesi şaşırtıcı olmuştur. 2001 kriz ertesinde Ecevit hükümeti tarafından ekonominin yönetimini devralan Dünya Bankası yöneticilerinden Kemal Derviş’in aktif katkılarıyla bölüşüm ilişkilerini, sosyal güvenlik mekanizmalarını, finansal sistemi, ekonomik altyapı ile kamu yönetiminin yeni baştan biçimlendiren bir dizi yasa hızla TBMM’den geçirilmiştir (Boratav, 2006b:184).
Kriz sonrasında hızla yürürlüğe konan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”, toplumsal üretimin yeniden yapılandırılmasını ve “istikrar” sağlanmasını hedeflemekteydi. Programda enflasyonla mücadele, bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması, kamu finansman dengesinin güçlendirilmesi, enflasyonla uyumlu gelir politikasının sürdürülmesi ve bütün bunların “etkin” ve “ şeffaf” bir biçimde gerçekleştirilmesini sağlayacak yapısal ve yasal altyapının oluşturulması hedeflenmişti.
Programın temel bileşenlerinden biri bankacılık sektörünün yapılandırılmasına yönelikti. Programın reel sektöre yönelik hedefleri ise daha çok ihracatı arttırmaya ve doğrudan yabancı yatırımları desteklemeye ilişkindir. Eximbank’ın kredi kaynaklarının, uluslararası tahkimle ilgili yasal düzenlemenin yapılması, ihracat işlemlerinde ve doğrudan yabancı yatırımlardaki bürokratik işlemlerin azaltılması öngörülmüştü.
Programla eş zamanlı olarak yine bu dönemde IMF yasaları olarak da adlandırılan 15 yasa yürürlüğe konmuştur. Bu yasalar, Bankalar Yasası’nda değişikliği, fonların tasfiyesini, Merkez Bankası Yasası’nı, Telekom’un özelleştirilmesini, Tütün, Şeker, Petrol ve Doğalgaz Yasalarını içeriyordu. Krizin ardından en belirgin yeniden yapılandırmalardan birinin finans alanında gerçekleştirildiği söylenebilir (Ercan ve Öztürk, 2009:83-85).
1994 kriziyle başlayan ve 2008 yılına kadar IMF ile birliktelik Türkiye ekonomisinin yönetiminin, uluslararası finans kurumlarının denetimine girmesine yol açmıştır. 2003 yılı itibariyle AKP iktidarı da IMF programlarının sadık uygulayıcısı olmuştur. Böylece kesintisiz IMF programları ile Türkiye ekonomisi neo-liberal hegemonyanın etkisi altına girmiştir. AKP iktidarı döneminde uygulanan ekonomik politikalarda IMF’nin çizgisinden ayrılınmamış ve Kemal Derviş’in başlattığı ekonomik programlar sıkı bir şekilde uygulanmıştır.
NEO-LİBERALİZMİN TÜRKİYE’DEKİ YOKSULLUĞA ETKİLERİ
Türkiye ekonomisinin dünya pazarlarına açılması 1980-83 dönüşümü ile başlamış, 1989-90 ile tamamlanmıştır. Bu süreçte öncelikle mal piyasaları dış pazarlara açılmış ve ticaret kotalarının koruması altındaki ithalat rejimi serbestleştirilmiştir. Döviz kuru yüksek bir devalüasyonu takiben esnekleştirilmiş ve dolaylı teşviklerle birleştirilerek sanayinin ihracata yönlendirilmesinde temel bir araç görevi görmüştür. Ulusal mali piyasaların serbestleştirilmesi ve dış finans merkezleriyle eklemlenme süreci 1990’lı yıllara tamamıyla dışa açık bir ekonomi konumunda girmiştir.
Bütün bu gelişmeler altında ulusal ekonominin birikim ve bölüşüm ilişkileri de derinden etkilenmiş ve iktisadi artığın yaratılması ve yeniden dağıtılması sürecine ilişkin dinamikler yeniden yapılandırılmıştır. Gerçekten de 1980 dönüşümü yurt içi talebe dönük ve dış ticarette koruma rantları ile beslenen ulusal sanayinin öngördüğü iktisadi artık biçimlerinin nitelik değiştirmesine yol açmış ve giderek devletin düzenleyici olarak rol aldığı daha dolaylı bir transfer ve kaynak aktarımı mekanizmasının devreye sokulduğu yeni bir büyüme ve birikim modelini geliştirmiştir. Bu arada devlet aygıtı da gerek iktisadi işlevleri, gerekse idari etkinliği ve yükümlülükleri açısından yeniden düzenlemiştir. Bu bilgiler ışığında Türkiye ekonomisinde küreselleşme deneyiminin birbirine bağlı şu üç olguyu yansıttığı görülebilir (Yeldan, 2006:25-29):
– İktisadi artığın yaratılması ve ulusal gelirin bölüşümüne ilişkin süreçler,
– Söz konusu bölüşüm dinamiklerinin “düzenlenmesinde” devletin değişen rolü bunun yol açtığı kamu kesimi finansman açıkları
– Finansal serbestleştirmenin olası kıldığı dış kaynaklı kısa vadeli sermaye girişlerine dayalı, spekülatif finansman ve büyüme.
Yukarıda bahsettiğimiz bu üç olgu, Türkiye ekonomisinin yaklaşık 30 yılına damgasını vuran fasit üçgen (bölüşüm sorunu-kamu kesimi açıkları-dış sermaye girişlerine dayalı finansman) olarak nitelendirilebilir.
Sermayenin uluslararasılaşması ülkede düzenin sağlanması yönündeki ideolojik söylem dolayında gerçekleştirilmiştir. İdeolojik söylemin gereklerini yerine getiren askeri müdahale, sermayenin yapısal mantığı ile egemen kapitalist sınıfların ideolojik mantığı nın birbiriyle uyumlaştırılmasına olanak sağlamıştır. Özellikle işçi sınıfının ve artık geniş kitlelere yayılan anti-kapitalist muhalefetin denetim altına alınma sürecinde devlet baskıcı yönünü açığa çıkarmıştır.
Böylece Türkiye’de neo- liberalizmin küresel hegemonyasında yer edinme çabaları görece meşruiyetten yoksun mekanizmaların hayata geçirilmesine neden olmuştur. Özellikle devletin sahip olduğu karar alma erki, uluslararasılaşmayla birlikte açığa çıkan olanaklara ulaşmak isteyen sermaye içi grupların temel referans noktası olmuştur.
Bu da sınıflar arası ve sınıf içi çelişkilerin devlet ve dolayısıyla yasama, yürütme ve yargı açısından ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1990’lı yılların sonunda ülke içi koşullarca biçimlenen hiyerarşik kazanç sağlama mekanizmaları hızla tahrip edilmiştir. Tahribat süreci, ekonomik-politik krizler olarak kendini göstermektedir.
Krizler ise bir yandan ekonominin/toplumun dünya ölçeğinde işleyen sermayenin kurallarına göre biçimlenme sürecini hızlandırırken diğer bir yandan verili devlet-sınıf ilişkilerinin daha çelişkili bir biçim almasına neden olmuştur. Dünya ölçeğinde süren sermaye birikim sürecine eklemlenmek isteyen sermaye gruplarının, devleti kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışması, bu çelişkili biçimlenme sürecinin önemli göstergelerinden biri olmuştur. Devletin de serbest piyasa adı altında sermayenin yeni birikim rejimi için gerekli donanımını arttıracak kaynakları sağlama çabaları sonuçta sermayenin uluslararası düzeyde sermaye birikim sürecine katılması için gerekli maliyetlerin sosyalizasyonunu sağlamıştır.
Devlet bu anlamda sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda biçimlendiği ölçüde, geniş kitlelerin özellikle emeği ile geçinen kesimlerin ve yer yer küçük ölçekli sermaye sahiplerinin taleplerini siyasal alana taşımalarına olanak tanımamıştır. Böylece yeniden biçimlenen devlet, toplumun geniş kesiminin siyasallaşması önündeki en önemli engel olmuştur. Özellikle dünya ölçeğinde riskleri azaltmak isteyen uluslararasılaşmış sermayeler, devletle sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerin yerel/kendine özgü özelliklerini dışlamak üzere bir dizi yeni uygulamayı gerekli ve zorunlu kılmışlardır. Bu artık uluslararasılaşmış ya da uluslararasılaşmak isteyen sermaye ile erken dönem uluslararasılaşmış sermayelerin ortak stratejisi haline gelmiştir (Ercan, 2004:24-26).
Neo-liberalizmin küreselleşme ile yarattığı bu yeni devlet anlayışına “tüccar devlet” olarak isim verilebilir. Bu yeni devlet modelinde asıl olan, devletin sosyal fonksiyonlarının neredeyse tamamının ortadan kaldırılmasıdır. Bu, yapısal uyum programları ile zorunlu olarak dayatılmaktadır. Devletin asli fonksiyonları kısıtlanmakta fakat bu fonksiyonların ortadan kaldırılmasının getireceği sorunlarla nasıl baş edileceği söylenmemektedir. Devletin çekildiği alanları özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının tamamlanması önerilmektedir. Bu da bizi tartışmalı bir sonuca götürmektedir (Şahin, 2006:42).
Neo-liberalizmin yarattığı krizlerin sonuçları en çok emek kesimini etkilemiş. Toplumda temel teşkil eden bu sınıf yıllarca yüksek enflasyon ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Yüksek enflasyon ülkeyi yalnızca ekonomik açıdan etkilememiş, sosyal yapıda da çözülmelere yol açmıştır. Uzun yıllar yüksek enflasyon ve işsizlikle yaşayan Türkiye neo-liberalizmin tahribatını bu yıllarda daha çok hissetmiştir. Bir anlamda Türkiye enflasyon ile yoksullaştırılmıştır. Neo-liberalizmin devleti yeniden dönüştürme açısından iki önemli noktada ısrarcı olduğu gözden kaçmamıştır. Bu noktalar; devletin sosyal devlet anlayışından çıkartılarak sermaye yanlı politikalar uygulaması ve vergi politikalarının sermaye gruplarının lehine yeniden düzenlenmesidir.
Sosyal güvenlik hizmeti 2.Dünya Savaşı sonrasında merkez ülkelerde refah devleti, çevrede ise kalkınmacı devlet modeli tarafından yürütülmeye başlandığında, bu hizmetlerin emek-gücünün meta niteliğini azaltıcı etkisi, işçi sınıfı açısından önemli bir kazanım olmuştur. 1980 sonrasının neo-liberal politikaları sonucunda ortaya çıkan süreç, bunun tam aksine bir yeniden metalaştırmaya işaret etmektedir. Bu anlamda işçi sınıfı üzerindeki etkileri de giderek ağırlaşmaktadır. Sosyal güvenlik alanında “reform” adı altında küresel alanda sürdürülen dönüşüm de bu sürecin bir unsurudur.
İlk başta Dünya Bankası tarafından oluşturulan üçlü yapıdaki birinci ayağın kapsamının toplumun tamamına genişletilmeye çalışılması gibi olgular, bu dönüşümün ana karakterini gizleyememektedir. Hatta birinci ayağın bu şekilde genişletilmesi, bir yandan sunduğu yararların düzeyinin düşürülmesi, sosyal politikanın amacının artık işçi sınıfının piyasada yaratılan gelir bölüşümünün olumsuz etkilerinden bir ölçüde de olsa kurtulabilmesi değil, toplumdaki en yoksul kesimlerin yaşamlarını sürdüremeyecekleri bir düzeyin altına düşmemelerinin sağlanması olduğunu göstermektedir.
Dünya Bankası tarafından savunulan bu yapıya tam anlamıyla geçmenin önündeki en önemli engelin “dönüşüm maliyetleri” olduğu görülmektedir. Pek çok ülkede, emeklilik sistemleri yüksek oranda örtük emeklilik borcuna sahiptir. Bu yüzden bir anda finansman akışının kesilerek ortadan kaldırılmaları mümkün görülmemektedir. Yine de dönüşümün geneline bakıldığında bu üçlü yapıya doğru bir gidişin bulunduğu, en azından mümkün olan her şekilde özel kesime alanlar açılmakta olduğu görülmektedir.
Bunun anlamı açıktır, sosyal güvenlik alanında bulunan hizmetlerin piyasa mekanizmasına bırakılması sonucunda yeni kâr alanları açılacak, sermayenin kâr oranlarının düşüşü en azından geciktirilmiş olacaktır. Ayrıca bireyleri piyasa anarşisinden kısmen de olsa koruyan bu mekanizmaların yokluğu durumunda işçi, kapitalist ve onun sağlayacağı işe daha bağımlı bir hale gelecektir. Bu süreçte, piyasalaşma ve emeklilik yaşının yükseltilmesi ile beraber, yaşam beklentisi düşük olan yoksulların refah kaybı, yaşam beklentisi yüksek olan zenginlerden daha fazla olacaktır.
Sosyal güvenlik alanındaki küresel dönüşüm, kamusal sosyal güvenlik sistemlerinin sorunlarını, salt bir finansman dengesi-açığı sorunu olarak ele almaktadır. Zira neo-liberal ideoloji, kamu açıklarını, arkalarında yer alan dinamikler ne olursa olsun birer yüksek risk unsuru olarak ele almaktadır. Dolayısıyla bu açıkların kapatılması gerekmektedir ve kamu bütçelerinde bu açıkları kapatabilecek bir potansiyel bulunmamaktadır. Sonuçta özelleştirme tek çare olarak sunulmaktadır (Ulutürk ve Dane, 2009:137-138).
Türkiye örneğinde de uygulama, benzer bir neo-liberal çerçevede gerçekleşmektedir. Her ne kadar yaşlanma sorunu henüz Türkiye için çok büyük bir risk oluşturmasa da Türkiye de pek çok ülkeye uygulanan reçetenin benzerini yürürlüğe koymuştur. Yaşlanma sorunundan daha çok, mali disiplinin sağlanmasının amaçlanması, 5510 sayılı SSGSS yasasının gerekçesinde dahi yer almaktadır.
Yine Türkiye’de de devlet, sosyal güvenlik alanında düzenleyici bir göreve hazırlanmakta ve sahneden yavaş yavaş çekilmeyi planlamaktadır. Önümüzdeki süreçte, özel kesimin özellikle emeklilik alanındaki rolünün artması beklenmelidir. Yine sosyal güvenlik alanındaki dönüşüme ilişkin bir başka beklenti, orta vadede sosyal güvenlik sistemini Dünya Bankası tarafından öngörülen şekle yakınlaştırıcı adımların atılmaya devam edilmesi, yani “sosyal güvenlik reformu” adı verilen bu sürecin devam etmesidir (Ulutürk ve Dane, 2009:138-139).
1984 yılında Gelir Vergisi Kanunu’nda servet beyannamesinin kaldırılması ile başlayan süreç, adaletsiz ve regresif bir yapıya dönüşmüş ve dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı giderek artmıştır. Ancak bu vergi sistemin değiştirilmesi kayıt dışılığı arttırmıştır. Zaten Türkiye ekonomisinde vergi açısından kayıtdışı ekonomi; istihdam, verim, zihniyet yapısı ve insan ilişkileri gibi çeşitli yönlerden ele alınabilecek formel sektörle yer yer örtüşen ve hesaplanması zor bir sektör haline gelmiştir.
Formel sektörle vergi kaçırmaya yönelik tüm işlemleri kayıtdışı ekonomiyle örtüşen bir yapıdadır. Bu konu için 1998 yılında çıkarılan ve kamuoyunda “Mali Milat-Nereden Buldun Yasası” olarak adlandırılmış yasanın karşılaştığı direnç, devamlı ertelenmesi ve sonunda AKP hükümeti tarafından yürürlülükten kaldırılması çok anlamlıdır (Timur, 2004:84-85). Mali Milat Yasası’nın mimarı Zekeriya Temizel yasa öncesi durumu şöyle ifade etmektedir:”(…)mali sistemimizi borç batağından çıkarmak ve ülkeyi uluslararası sermayeye bağımlılıktan kurtarmak için çağdaş ülkelerdeki uygulamalara uygun bir vergi reformu yapıldı.
Vergilemede, kaynak teorisinden net artış teorisine göre vergilemeye geçildi.Đşte Mali Milat ve Nereden buldun diye adlandırılan kanun da böyle ortaya çıktı. Sistem temelde yine kaynak teorisini korumakla birlikte buralardan kaçan, buralarda tanımlanmamış olan kazanç unsurlarını da hiç değilse aktiflerde ortaya çıkan artışlardan hareketle kavrayarak vergilendirme olanağı veriyordu. (…)küreselleşme özellikle de iletişim teknolojisinin finansal hareketlere kazandırdığı olağanüstü hız ile, parasal değişimlerden kısa sürede elde edilen kazançlar, bu sistemde izlenme olanağı bulamıyordu.
Yani vergi sisteminde tanımlanmamış öyle faaliyetler ortaya çıkmaktaydı ki, bunların kaynak olarak tanımlanıp vergilendirme olanağı bulunamıyordu (Temizel, 2003:22-23). Ancak bu yasa sermayenin tepkisine yol açmış, özellikle finans kesiminden eleştirilere maruz kalmıştı. 2001 krizinden sonra da iktidar partisi AKP yasayı yürürlükten kaldırmıştır.
2001 krizinden sonra hedefleri arasında enflasyonu düşürüp gelir adaletsizliğine de çözüm getirmek olan IMF destekli istikrar programının, bölüşüm ile ilgili bu hedefinin çok uzağında sonuçlara yol açtığı, adaletsizliği azaltmak yerine Türkiye toplumunda derin ve siyasi ve sosyal sorunlara yol açan topyekün bir yoksullaşma ve bölüşüm uçurumunu yarattığı, ekonomik göstergelerden anlaşılmaktadır. 2001 yılında yaşanan tarihi küçülmenin özellikle emek ve tarım gelirlerinin toplam kullanılabilir gelirden aldığı payı azalttığı görülmüştür.
İşgücü piyasasında işgücü arzını arttıran gelişmeler emek gücü fiyatlarının aşağı çekilmesine yol açarken, iş kayıpları hanehalkı gelirlerinde mutlak düşüşlere yol açarak tüketim harcamalarını azaltmış, bu durum iç talebi de olumsuz etkileyerek birçok sektörde krizin aşılamaması sonucunu doğurmuştur. Ekonomideki daralmayla düşen üretim ve ertelenen yatırımlar işgücünün iş bulma şansını daraltırken krizle yükselen enflasyona rağmen ücret artışları ya yapılmamış ya da enflasyonun çok altında gerçekleşmiş, sonuçta de reel ücretlerde dramatik düşüşler gerçekleşmiştir.
Reel ücretlerdeki gerileme, hane halkı gelir ve tüketimini geriletirken, ihracata yönelen sektör ve firmalara rekabet gücü sağlayan bir etki yapmıştır. Reel ücretlerin gerilemesi ve dalgalı kur politikasının sağladığı teşvikle (iç talebin de daralması sonucu) ihracat ivme kazanmıştır. Ancak ihracat fiyat ve miktar endeksleri ile ilgili göstergeler, bu ihracat atağının Türkiye’yi yoksullaştıran bir trende soktuğuna işaret etmektedir. Bu anlamda 2001 krizi ile Türkiye sadece toplumsal sınıflar arasında pay edilen gelirden emek ve tarım gelirlerinin daha az pay alması ile sonuçlanan bir yoksullaşma sürecini yaşamakla kalmamış, ucuz emek ve girdi yeni büyüme parametrelerinin dayanağı olmuştur (Sönmez, 2004:351).
2001 krizi ve “istikrar” sarmalının Türkiye’deki sınıfsal oluşum üzerine etkisi, kentli emekçi kitlelerin belirgin şekilde artması olmuştur Bu artışın ardındaki en önemli dinamikler tarımdaki çözülme ile ideal olarak tanımladığımız küçük burjuva oluşumların giderek işçileşmeleridir.
Türkiye burjuvazisinin tüm katmanları bu yönelişi hararetle desteklemiştir. Piyasa mekanizmasının yaratabileceği bölüşüm bozukluklarına karşı iki önlem öngörülmekte idi. Birincisi, temel eğitim (yani ilköğretim) ve koruyucu sağlık alanlarına ayrılan kamu kaynaklarının korunması hatta arttırılmasıdır. Đnsan sermayesine yatırım olarak adlandırılan bu harcamaların uzun dönemde eşitsizlikleri hafifleteceği beklentisi vardır.
Kapitalist bir toplumda temel eşitsizliklerin üretim araçlarının mülkiyetinden kaynaklandığını göz ardı etmesi bir yana, bu yaklaşımın hayata geçirilmesi önündeki ana engel, kamu harcamalarını sürekli baskı altında tutan IMF reçeteleridir. Artan eşitsizliklere önerilen ikinci önlem ise, sosyal politikanın esas olarak yoksullukla mücadele önlemleri ile, yani piyasa ekonomisine çeşitli nedenlerle katılamayan marjinal katmanları gözeten transferlerle sınırlı tutulması idi. Bu özünde 200 yıl önce Đngiltere’de uygulanan yoksul yasalarının Türkiye uyarlanmasından başka bir anlama gelmemektedir (Boratav, 2006b:174).
TÜRKİYE’DE YOKSULLUĞUN BOYUTLARI
2002 Hanehalkı Bütçe Anketi ile birlikte Türkiye’de ilk kez yoksulluk çizgisi ve oranı resmî olarak açıklanmıştır. Yoksullukla ilgili en son açıklanan istatistikler ise 2008 Hanehalkı Bütçe Anketi kapsamında yapılan yoksulluk çalışmasıdır. Yoksulluk Çalışmalarında; gıda yoksulluğu, gıda ve gıda-dışı yoksulluk, göreli yoksulluk ve günlük geliri 1, 2,15 ve 4,3 dolar sınırlarına göre yoksulluk oranları verilmiştir.
Türkiye Đstatistik Enstitüsü’nün (TUĐK) yaptığı bu çalışmalarda Dünya Bankası’nın kabul ettiği yoksulluk çizgilerinin kullanılmasındaki amaç, mutlak ve göreli yoksulluğun dünyanın geri kalanı ile aynı ölçüm yöntemlerini kullanarak küresel anlamda bir yoksulluk projeksiyonunun belirlenmesidir. TUĐK’in yaptığı son (2008) yoksulluk çalışmasına göre Türkiye’de yoksulluk oranı yüzde 17,11 olarak hesaplanmıştır. Yani 11 milyon 933 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır (Çevrimiçi)http://www.tuik, 15.Aralık.2009.
Yoksulluk Sınırı Yöntemlerine Göre Yoksulluk
Đlk kez 2002 yılında yapılan resmi yoksulluk çalışmasından elde edilen veriler aşağıdaki tablolarda sunulmaktadır.
Tablo 4:Yoksulluk Sınırı Yöntemlerine Göre Fertlerin Yoksulluk Oranları(2002-2008)
Günlük 2.15 doların altında yaşayanların oranı da 2002 yılından bu yana azalmaktadır. Öte yandan oransal olarak en büyük yoksulluk oranı olan günlük 4.3 doların yaşayanların oranı 2002 ile 2008 arasında fazla bir düşüş yaşamıştır. Ancak harcama esasına göre yoksulluk oranları incelendiğinde yoksulluk oranları iniş çıkışlı bir seyir izlemiş ve harcamaya bağlı yoksulluk oranları 2002’ye göre 2008 yılında artmıştır.(1) 1 $’ın satınalma gücü paritesine (SGP) göre karşılığı olarak 2002 yılı için 618 281 TL; 2003 yılı için 732 480 TL; 2004 yılı için 780 121 TL, 2005 yılı için 0.830 YTL, 2006 yılı için 0.921 YTL; 2007 yılı için 0.926 YTL ve 2008 yılı için ise 0.983 YTL kullanılmıştır.
(2) Eşdeğer fert başına tüketim harcaması medyan değerinin %50’si esas alınmıştır. (*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir.
Kaynak:(Çevrimiçi)http://www.tuik.gov.tr, 5 Şubat 2010.
Tablo 4’te 2002 yılından bu yana yoksulluk sınırı yöntemlerine göre birleşik istatistiki veriler gösterilmektedir. Buna göre Türkiye’de “gıda yoksulluğu” yani açlık oranı giderek azalmaktadır. Ancak gıda ve gıda dışı yoksulluk oranları dalgalı bir seyir izlemektedir. Son yıllarda gıda ve gıda dışı yoksulluk oranları da azalmaktadır. Kişi başına günlük 1 doların altında yaşayan fertlerin oranı diğer göstergelere göre az olmakla birlikte 2006’dan bu yana oranı 0 olmaktadır. Bir başka deyişle Türkiye’de Dünya Bankası’nın kabul ettiği sınır olan günlük 1 doların altında yaşayan insan 2006 yılından beri yoktur.
Tablo 5: Yoksulluk Sınırı Yöntemlerine Göre Yoksul Fert Sayısı(2007-2008)
Tablo 4 ve Tablo 5’ten çıkaracağımız sonuç, gıda ve gıda dışı yoksulluğu hesaplama yöntemi ile harcama esasına dayanan göreli yoksulluğu hesaplama yöntemi arasındaki temel ayrılık; Türkiye’de yoksul insanların gıda, barınma gibi temel gereksinimlerini yerine getirmede yıllara göre daha başarılı olduğunu, ancak göreli yoksullukta o kadar başarılı olamadığını göstermektedir.(1) 1 $’ın satınalma gücü paritesine (SGP) göre karşılığı olarak 2007 yılı için 0.926 YTL ve 2008 yılı için ise 0.983 YTL kullanılmıştır.
(2) Eşdeğer fert başına tüketim harcaması medyan değerinin %50’si esas alınmıştır. (*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir.
Kaynak: (Çevrimiçi)http://www.tuik.gov.tr, 5 Şubat 2010.
Tablo 5’te ise Tablo 4’te oranlarını verdiğimiz yoksulluk sınırı yöntemlerine göre hesaplanan yoksul fertlerin sayısını görmekteyiz. Gıda yoksulluğu 2007 yılında 328 bin fert olarak hesaplanmış ve bu rakam 2008 yılında 374 bin olmuştur. Gıda ve gıda dışı yoksulluğun toplamından elde edilen yoksul fert sayısı ise 12.261 milyon iken bu rakam 2008 yılında 11.933 milyona inmiştir. Harcama esasına göreli yoksulluk fert sayısı ise 2007 yılında 10.127 milyon olurken, 2008 yılında Türkiye’de göreli yoksulluk 10.497 milyona çıkmıştır.
Türkiye’de hane halkı verilerine göre yapılan projeksiyonlar çok çeşitlilik göstermektedir. Bunlardan biri de hane halkı verilerine göre yoksulluk oranlarının ve yoksulluk çizgilerinin belirlenmesidir. Hanehalkı büyüklüğüne göre hesaplanan yoksulluk oranları ve çizgileri aşağıda sunulmaktadır.
Tablo 6’ya baktığımızda hane halkı büyüklüğüne göre yoksulluk oranını görmekteyiz.1 veya 2 kişinin olduğu hane halklarında 2002 yılından itibaren bir düşüş gözlenmektedir. Aynı şekilde 3 veya 4 kişinin olduğu hane halkında da bir düşüş gözlenmektedir. Ancak hane halkının sayısı büyüdükçe yoksulluk oranı artmaktadır. 7 kişi ve fazlasının bulunduğu hane halkları Türkiye’de en fazla yoksulluk oranının görüldüğü gruplardır. Son yıllarda 7 kişi ve fazlasının bulunduğu hane halklarının kendi grubu içinde de genel bir düşüş vardır.
Bu tablodan çıkarılabilecek en önemli sonuç Türkiye’de hane halkında yaşayan fert sayısı büyüdükçe yoksulluk oranı artmaktadır. Bu durum nüfus yapısı ve demografik özellikleri ile Türkiye’de yoksulluğun hala kalkınma aşamasında olduğunu göstermektedir. Ayrıca bölüşüm ilişkileri açısından değerlendirildiğinde de yapılan transferlerin çoğu bu kalabalık hane halklarına daha fazla olmaktadır. Çünkü büyük hane halkları Türkiye’de ya kırsal kesimde küçük ölçekli köylülerden/çiftçilerden oluşmakta ya da büyük kentlerin dış bölgelerinde günlük yevmiye ve enformel sektörlerle geçinen insanlardan oluşmaktadır.108
(3) Gıda yoksulluk sınırı, 2003 temel yıllı Tüketici Fiyat Endeksi’nin gıda ana grup indeksi ile; gıda ve gıda dışı bileşenlerden oluşan yoksulluk sınırı ise genel indeks ile genişletilerek 2009 yılına enflate edilmiştir.
Tablo 7’de ise hanehalkı büyüklüğüne göre yoksulluk sınırlarını görmekteyiz. Bu tabloda gıda harcamalarına bağlı olarak açlık sınırı ve gıda dışı harcamaların eklenmesi ile yoksulluk sınırları iki ayrı bölümde YTL cinsinden verilmektedir. Açlık sınırı oranları hanehalkı büyüdükçe artmaktadır. Aynı şekilde yoksulluk sınırı da artmaktadır. Bu tablodan çıkan en önemli gösterge, Türkiye’de 2002 yılından 2009 yılına kadar geçen süre içinde 7 yıllık süre içerisinde açlık sınırları ve yoksulluk sınırları yaklaşık olarak her hanehalkı büyüklüğünde 3 kat artmıştır.
Hane halkı İktisadi Faaliyetlerine Göre Yoksulluk
Hane halkı Fertlerinin İktisadi Faaliyetine Göre Yoksulluk Oranları (2002-2008)
110(*) Yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir. Kaynak: (Çevrimiçi)http://www.tuik.gov.tr, 5 Şubat 2010.
Tablo 8’de işgücüne katılıp istihdam içinde olanlardan tarım kesiminin yoksulluk oranı 2002 yılından sonra artış göstermiş 2006 ve 2007 yıllarında tekrar azalırken 2008 yılında yine hane halkı fertlerinde yoksulluk oranı artmıştır. Tarım kesiminde bu artışın en önemli nedenleri neo-liberal politikaların uygulanması ile tarımda ithalatın ve dışa bağımlılık artarken, çiftçiyi sübvanse etmede bütçede kısıntılara gitmesi neden gösterilebilir. Öte yandan sektörün yapısı itibariyle dış etkenlerin de (doğa şartları, modern tarım uygulamalarının hala yetersiz oluşu gibi) tarımda hane halkı yoksulluk oranını etkilemektedir. Diğer 2 sektörde ise hanehalkının yoksulluk oranı 2002 yılından başlayarak azalmıştır. İş gücüne katılmayan hane halkı verilerinden de yoksulluğun oransal bazda azaldığı görülmektedir.
Tablo 9’da ise hanehalkı fertlerinin işteki durumlarına göre yoksulluk oranları verilmiştir. Bu tabloda da istihdamdaki fertler; ücretli (maaşlı), yevmiyeli, işveren, kendi hesabına çalışan ve ücretsiz aile işçilerinden oluşmaktadır. Bu sınıflamalar içinde ilk göze çarpan yine ücretsiz aile işçilerini oluşturan kesimde yoksulluk oranının azalmadığıdır. Öte yandan 2001 krizinden sonra işveren olan yani kapitalist sınıftaki yoksulluk oranı 2008 yılına gelindiğinde oransal olarak bir hayli azalmaktadır. Buradan da sınıflar arasındaki yoksulluk oranlarındaki çekişme su yüzüne çıkmaktadır. Yüksek enflasyonun yaşandığı dönemlerde sermaye kapitalist sınıfın elinde toplanarak gelir dağılımı emekçiler ve köylü/çiftçi kesim aleyhine bozulmuştur.
Gelir Dağılımına Göre Yoksulluk
Türkiye’de gelir bölüşümü konusu her zaman gündemde olan ve tartışma konusu yapılan bir alandır. Ancak gelir bölüşümünde var olan olumsuz durum, özellikle 1980 sonrasında uygulanan ekonomik ve sosyal politikalarla daha olumsuz bir noktaya gelmiştir. Türkiye’de gelir dağılımının 1980 yılı öncesi ve sonrasında izlediği seyire göz atıldığında, özellikle 1980’li yıllarda giderek daha eşitsiz bir duruma gelinmiş olması dikkat çekici bir noktadır. Gelir bölüşümünün giderek daha eşitsiz bir özellik göstermesi nedeniyle, hazırlanan kalkınma planlarında gelirin dengesiz dağılımının önlenmesi hususuna yer verilmiştir. Ayrıca, 1961 ve 1982 Anayasaları ile “sosyal adalet” ve “sosyal devlet” ilkeleri benimsenmiş, adil bir gelir dağılımının sağlanması yönünde düzenlenecek politikalar için temel bir çerçeve oluşturularak devlete bu politikaları düzenleme görevi yüklenmiştir. Ancak özellikle 1980 sonrasında bu konuda çeşitli politikalar uygulanmış olmasına rağmen, tatmin edici gelişmeler gözlenememiştir. Bireysel gelir dağılımı eşitsizliğini ortaya çıkarmak üzere yapılan çalışmaların çoğunluğu, veri kaynağı olarak gelir dağılımı anketlerini kullanmaktadır. Hanehalkı gelirini temel alan gelir dağılımı anketlerine dayanılarak Türkiye’de bireysel gelir dağılımını elde eden çalışmalar, 1968, 1973, 1986, 1987, 1994, 2002, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında yapılmıştır. Bugüne kadar yapılan bireysel gelir dağılımı çalışmalarından elde edilen bulgular Tablo 10’da özetlenmiştir. (DPT, Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel Đhtisas Komisyonu Raporu, 2007:18)
Tablo 10: Türkiye’de Kişisel Gelir Dağılımı 1963-2005
Hanehalkı Yüzdeleri |
1963 |
1968 |
1973 |
1978 |
1983 |
1986 |
1987 |
1994 |
2002 |
2003 |
2004 |
2005 |
En düşük %20 |
4,5 |
3 |
3,5 |
2,9 |
2,7 |
3,9 |
5,2 |
4,9 |
5,3 |
6 |
6 |
6,1 |
Đkinci %29 |
8,5 |
7 |
8 |
7,4 |
7 |
8,4 |
9,6 |
8,6 |
9,8 |
10,3 |
10,7 |
11,1 |
Üçüncü %20 |
11,5 |
10 |
12,5 |
13 |
12,6 |
12,6 |
14,1 |
12,6 |
14 |
14,5 |
15,2 |
15,8 |
Dördüncü %20 |
18,5 |
20 |
19,5 |
22,1 |
21,9 |
19,2 |
21,2 |
19 |
20,8 |
20,9 |
21,9 |
22,6 |
En yüksek %20 |
57 |
60 |
56,5 |
54,7 |
55,8 |
55,9 |
49,9 |
54,9 |
50,1 |
48,3 |
46,2 |
44,4 |
Gini Katsayısı |
0,55 |
0,56 |
0,51 |
0,51 |
0,52 |
0,5 |
0,43 |
0,49 |
0,44 |
0,42 |
0,4 |
0,38 |
Kaynak: DPT, Özel İhtisas Komisyon Raporu, 2007:19
Tablo 10’dan gelir dağılımı eşitsizliği Gini katsayılarına göre yorumlandığında 1963’ten (0,55) 1968’e (0,56) kısmi bir kötüleşme olmuştur. Daha sonraki yıllarda ise sürekli bir iyileşme göstererek Gini katsayısı 1987’de 0,43’e kadar düşmüştür. Ancak 1994 yılına gelindiğinde gelir dağılımında ciddi bir bozulma meydana gelmiştir. 1987’de 0,43 olarak hesaplanan Gini katsayısı 1994’de 0,49 değerini almaktadır. 2002 yılı için hesaplanan Gini katsayısında ise tekrar 1987 yılı seviyesine bir geri dönüş yaşanmıştır. 2003 ve 2004 yıllarında sırasıyla 0,42 ve 0,40’a gerileyen Gini katsayısı, 2005 yılında 0,38’e düşerek son kırk yılın en iyi seviyesine ulaşmıştır.
Daha öncede belirttiğimiz gibi yoksulluk ölçümünü sadece gelir dağılımına indirgemek yoksulluğu bir sayısal analize hapsetmekte, yoksulluğun boyutlarının diğer etmenleri ile görülmesini engellemektedir. Gelir dağılımının sorunlu olduğu bir ülkede yoksulluğun sınıfsal göstergelerini de vermek gerekir. Bu amaçla aşağıda yer alan Şekil 2 ve Şekil 3’de Köse ve Bahçe’nin düzenlemiş olduğu, yüzde 10’luk gelir dağılımlarının 2004 yılındaki sınıfsal simetrilerine bakmak gerekir.
Tablo 11’e baktığımızda işsizlik oranlarının 1994 yılında yaşanan krizden sonra uygulanan istikrar programları neticesinde işsizlik oranları sonraki yıllarda birbirine yakın seyretmiştir. Ancak 1999 yılında ülke içindeki yapısal faktörlerin ve Türkiye dışında yaşanan büyük ekonomik krizlerin etkisiyle işsizlik oranı yüzde 7,7 olarak ölçülmüştür. 2000 yılında yine bir düşüş yaşayan işsizlik 2001 krizinin etkisiyle iki haneli rakamlara ulaşmış ve bir daha 1996 yılından önceki rakamlara dönememiştir. 2008 yılında Türkiye’de ölçülen işsizlik oranı yüzde 11’dir ve işgücü içindeki toplam işsiz sayısı 2 milyon 611 bin’dir.
Neo-liberal politikaların yapısal uyum programları aracılığıyla Türkiye ekonomisine entegre edilmesi ile işsizlik artmaktadır ve bu yoksulluğun sonuçlarından biri olmaktadır. Çünkü uluslararası kuruluşların az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere IMF ve Dünya Bankası ile dayattığı politikaların sonuçları yüzünden insanlar işsiz kalmaktadır. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Son 30 yılını ekonomik krizler ve darboğazlar ile geçiren bir toplumun işsizliği yapısal bir hale gelmesi başka türlü açıklanamaz.
Uygulanmakta olan yapısal uyum programları içinde üretime yönelik yatırımların azaltılmasını ve özelleştirme uygulamalarının arttırılmasını hedeflediğinden, özelleştirilen kurumlar ve kuruluşlardaki personel ve işçiler işinden olmakta, yahut bir önceki ücretlerinden daha az bir bedele çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar. Bu duruma benzer bir durumu gittikçe gerileyen tarım kesiminde de görebiliriz. Türkiye nüfusu itibariyle neredeyse yarısı kadar işgücünü tarımda istihdam etmektedir. Bu özellikleri nedeniyle Türkiye’yi az gelişmiş olarak nitelendirmemizde bir sakınca yoktur.
İşgücü yapısı itibariyle de sorunlu olan Türkiye’de tarımın GSMH’ ye katkısı 2000 yılında yüzde 13,5 olarak ölçülmüştür. Üstelik 2000 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede tarımın göreli sektörel verimlilik göstergesi (sektörün GSMH payının, istihdam payına bölünmesinden elde edilen oran) ciddi boyutlarda gerilemiştir. Faal nüfusun hemen hemen yarısının bu derecede düşük bir verimlilik düzeyinde milli ekonomiye katkısı yoksulluk sonucunu bir kez daha karşımıza çıkarmaktadır. Ayrıca bir diğer kronik bozukluk da, gelişme sürecinin erken aşamalarından itibaren “hizmetler” diye anılan, üretken olmayan (veya dış ticarete büyük ölçüde kapalı olan) hizmetler sektörünün erken ve aşırı bir şişkinlik kazanmış olmasıdır. Bu şişkinliğin kaldırılması da zamana yayılmakla birlikte istenen düzeye gelememiştir (Boratav, 2006:218-219).
Yoksulluğun işsizlik sonucuna dayanan en önemli göstergelerinden biri de işgücü yapısındaki kadınların azlığıdır. Aşağıda Tablo 12’de 2006 ile 2008 yılları arasında Türkiye’de cinsiyete göre işgücü yapısı görülmektedir.
Türkiye’de yaşayan ve çalışma çağında olan (15-64 yaş arası) erkeklerin yaklaşık olarak yüzde 70’i işgücüne katılırken, kadınlar açısından eldeki veriler kadın erkek arasında işgücüne katılım açısından çok büyük farklar olduğunu göstermektedir. 2008 yılında elde edilen verilere göre erkekler işgücüne yüzde 70,1 oranında katılırken, kadınlar ise yüzde 24,5’te kalmıştır.
Son 30 yılda Türkiye birikiminde yaşanan dönüşümün en önemli sonucu olarak ihracata yönelik üretim aracı üretiminin artması olmuştur. Üretim aracı üretiminde, yaşanan artış beraberinde ithal girdi ihtiyacında artışı da beraberinde getirmiştir. Yüksek ihracat oranlarına ulaşıldığı, yüksek büyüme hızlarının kaydedildiği bu süreç bireysel sermayeler açısından karlı bir süreç olarak yaşanırken, bir bütün olarak ülke ekonomisine büyüyen dış açıklar olarak yansımıştır. Bu sürecin en büyük yükünü yine işçi sınıfı üstlenmiştir. Krizlerden sonra işten çıkarmalar işçi sınıfına en büyük darbeyi vururken, birikimin düşük ücretlerle, yani ucuz işgücüne dayanarak gerçekleştirildiği görülmektedir. Bir başarı gibi sunulan bu büyüme süreci aynı zamanda yüksek oranda işsizlikle birlikte gitmektedir. Bir başka deyişle bu büyüme süreci emeğin sırtında yükselen “yoksullaştırıcı” bir büyüme olmuştur (Ercan ve Öztürk, 2009:87).
3.4.2.Düşük Ücret
Küreselleşmenin dünyada etkilediği ve yoksulluk yaratıcı bir yönü de olan düşük ücret, Türkiye’nin de önemli bir sorunu olmaktadır. Türkiye’de 1980’den sonra yaşanan dönüşüm sürecinde emekçi kesimin aleyhine uygulanan istihdam politikaları ücretlerin baskılanmasına neden olmuş; düşük ücret alan ve kayıtdışı (sosyal güvenlik kurumlarına dahil olmayan) bir şekilde çalışan emekçi kesimi yaratmıştır. Bu etkenler sonucunda yoksulluğun sadece açlık sınırı ya da gıda dışı harcamaları içermediğini, emek kesiminin düşük ücretlerle de yoksulluğa itildiğini göstermektedir.
Türkiye’de IMF’nin baskıları sonucu stand-by anlaşmalarında düşük ücret konusuna yer verildiği bilinen bir gerçektir. Kamu kesiminin küçültülmesi ve bütçede cari transfer harcamalarının azaltılmasına yönelik uygulanan politikalar, sonuçlarını emek kesiminin üzerinde göstermektedir. Öte yandan da özelleştirme sonucu başka bir yere yerleştirilen işçilerin/personelin ücretlerinin düşürülmesi, bu kişilerin alım güçlerini ve yaşam koşullarını etkilemiş ve yoksullaşmalarına neden olmuştur.
Türkiye yıllar itibariyle giderek enformel sektörlerin güçlendiği ve küresel uluslararası şirketlerin düşük ücretlerle üretim yaptığı bir ülke haline gelmektedir. Bundaki en büyük etken, Türkiye’de kayıtdışı istihdamı ortadan kaldıracak politikaların henüz yerleşmemesi ve sosyal güvenlik açıklarının henüz istenilen düzeye indirilememesidir.
Emek kesimine Türkiye’de yapılan kamu transferlerinin oranlarına baktığımızda çarpıcı gözlemler ortaya çıkmaktadır. Emek süreçlerindeki esnekleşmenin doğal karşılığı olan ve hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan yaşamlarını sürdüren özel sektör kayıtsız emekçi kitlelerinin faaliyet (ücret) gelirleri içindeki kamu transferlerinin payı yüzde 30’lar düzeyindedir. Bu oran hem kamu hem de özel kesim kayıtlı emekçi hanelerine kıyasla oldukça yüksektir.
Bu sonuç, tek başına artık savunulamayacak olduğu vurgulanan “eski” refah rejiminin yerine ikame edilen enformel sefalet örgütlenmesinin bir kanıtı niteliğindedir. Kamunun bu sınıf katmanlarına yaptığı enformel transferleri mevcut iktidarların organik parçası sayılan yeni zenginler grubunun sefalet örgütlenmesiyle birlikte değerlendirildiğinde, oluşturulmakta olan “yeni” refah rejiminin, yoksul sınıfların oylarını satın almaya yönelik ve iyi finanse edilmekte olan refah ve yoksulluk programları olduğunu göstermektedir (Köse ve Bahçe, 2009:415).
Y aşamsal düzeyde minimum olarak tanımlayabileceğimiz harcamalara, eğitim ve sağlık için yapılan harcamalar da eklendiğinde emekçi hanehalkları için Türkiye’de toplumsal düzeyde var olabilme sorununun belirgin bir şekilde arttığı gözlenmektedir. Bu artış özellikle kentli emekçi sınıf katmanları için çok daha belirgindir. Bu sınıflar burjuva toplumunun gerçek mekansal dokusunda, kentlerde, normalleştirdiği toplumsal ilişki ve örgütlenmelere zorunlu olarak daha duyarladırlar. Varoşlarda da olsa kentli bir insan için bu ilişkilerin minimumları hiç kuşkusuz eğitim ve sağlıktır. Kapitalist toplumlarda alt sınıflar için eğitilmiş ve sağlıklı olmak, fiziksel olarak varoluştan toplumsal olarak varoluşa geçebilmenin olmazsa olmazıdır.
Neo-liberal refah rejiminde ise bu zorunluluğun muhatabı bireyin kendisidir ve yükümlülüğün bedelini de ödemek durumunda bırakılmaktadır. Türkiye’de bu zorunluluğa en duyarlı olan emekçi katmandır. Beşeri sermayeleri yüksek olan bu nitelikli emekçi hanelerdir. Söz konusu hanelerin faaliyet gelirleriyle yaşamsal minimumlarını karşılayamama oranları yüzde 34,6 iken toplumsal minimumlarını karşılayamama oranları yüzde 51,5’e çıkmaktadır. Đşsiz ve geçimlik tarımla uğraşan hanelerin yaşamsal ve sosyal minimumlarını karşılayamama oranlarındaki yakınlık bir yönüyle toplumun en yoksul katmanlarının çaresizliğini diğer yönüyle de bu katmanların toplumsal yeniden üretiminin kentli sınıflarla farklılığını yansıtmaktadır (Köse ve Bahçe, 2009:415).
3.5. TÜRKĐYE’DE YOKSULLUĞU ÖNLEMEK ĐÇĐN UYGULANAN HUKUKĐ DÜZENLEMELER
Türkiye’de yoksulluğu önlemek ve azaltmak için uygulanmakta olan hukuki düzenlemeler kanunlarla belirlenmiştir. Bu kanunlar 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu, 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşmayı ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu ve 3816 Sayılı Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkında Kanundur.
Uygulanmakta olan bu kanunlar yapıları ile Türkiye’de yaşayan yoksullara ve muhtaç durumda olanlara ayni ya da nakit transferler yaparak, yaşam koşullarında bir iyileştirme sağlamaktır. Bu kanunlar daha öncede belirttiğimiz gibi paternalist bir devlet anlayışı ile yoksulluğun ortadan kaldırılmasından çok, düşük ölçekli transferlerle yoksullara yaşayabilme şansını vermektedir.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu
Sosyal hizmetler yalnızca yoksulluktan kaynaklanan sorunların giderilmesini amaçlayan hizmetler değildir. Sosyal hizmetler bir yandan ekonomik yetersizlikleri sebebiyle geçinme imkanı bulamayan yoksul kişilere diğer yandan ekonomik yönden yetersizlikleri bulunmayan fakat kişisel sebeplerle değişik türlerde ihtisas hizmetlerine ihtiyaç duyan kişilere yönelen karşılıklı veya karşılıksız hizmetlerdir. Yoksulluk içinde bulunan kişilere yöneltilen ve sunulan hizmetlere sosyal yardım karakterli sosyal hizmetler, diğer gruba sunulan hizmetlere de sosyal refah karakterli hizmetler denir. Türkiye’de sosyal hizmetlerin kavram ve kapsamı içine her iki türdeki hizmetler de girmektedir (Balcı, 2007:137).
2828 sayılı kanunun∗ 3.maddesinde sosyal hizmetler şöyle tanımlanmaktadır:“kişi ve ailelerin kendi bünye ve çevre şartlarından doğan veya kontrolleri dışında oluşan maddi, manevi ve sosyal yoksunluklarının giderilmesine ve ihtiyaçlarının karşılanmasına, sosyal sorunlarının önlenmesi ve çözümlenmesine yardımcı olunmasını ve hayat standartlarının iyileştirilmesi ve yükseltilmesini amaçlayan sistemli ve programlı hizmetler bütününü”.
Kurumun görevleri bu amaç çerçevesinde 9.maddede şöyle açıklanmıştır: Sosyal hizmet ve sosyal yardımla ilgili politikaları belirleyip ilgili kurumlar arasında koordinasyon sağlamak; muhtaç çocuk, özürlü ve yaşlıları tespit, çalışan ana baba ve yurt dışındaki işçilerin çocuklarının bakımı için kurumlar oluşturmak; yoksul kişi ve ailelere yardım, halkın gönüllü katkılarını organize etmek; dernek ve vakıfların sosyal hizmet alanındaki faaliyetlerini yönlendirmek; araştırma yayın ve tanıtma faaliyetlerini desteklemek; bu alanda gerekli personeli eğitmek ve görevlendirmek, ailenin bütünlüğünü korumak ve parçalanmış ailelere maddi ve manevi destek sağlamak, doğal afetlerle ilgili sosyal hizmetleri yerine getirmektir.
Kanun’da kurumun gelirleri 18.maddede sayılmıştır:
- – Genel Bütçeden yapılacak Hazine yardımı,
- – Döner sermaye gelirleri,
- – Kuruma ait taşınır ve taşınmaz mallardan elde edilecek her çeşit gelirler,
- – Kurum tarafından veya Kurum yararına başka kuruluşlar ya da gerçek ve tüzel kişilerce düzenlenecek sosyal faaliyetler ile her türlü teşebbüs gelirleri,
- – Gerçek ve tüzelkişilerle uluslararası resmi ve özel kuruluşlar ve yabancı benzer kuruluşlar tarafından Kuruma yapılacak ayni ve nakdi taşınır ve taşınmaz her çeşit bağışlar ve bunların gelirleri,
- – Türk Hava Kurumunca toplanacak kurban derisi, fitre, zekat gelirlerinden Kuruma ayrılan paylar,
- – Belediye sınırları ile mücavir alanlar içinde düzenlenen fuar, festival, sergi ve benzeri yerlere giriş biletlerine, Bakanlar Kurulunca tespit edilen miktarda yapıştırılacak sosyal yardım pulu gelirleri,-Kanunla kurulan döner sermaye işletmelerinin (Vakıflar Genel Müdürlüğüne ve Orman Genel Müdürlüğü’ne ait olanlar hariç), yıllık brüt hasılatlarının yüzde 1’inin Kuruma aktarılmasıyla elde edilecek gelirler.
Sosyal Yardımlaşmayı ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu
3294 sayılı kanunun∗ amacı (md. 1);” fakru zaruret içinde ve muhtaç durumda bulunan vatandaşlar ile gerektiğinde her ne suretle olursa olsun Türkiye’ye kabul edilmiş veya gelmiş olan kişilere yardım etmek, sosyal adaleti pekiştirici tedbirler alarak gelir dağılımının adilane bir şekilde tevzi edilmesini sağlamak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmektir.”
Kanunun kapsamına (md. 2); “fakru zaruret içinde ve muhtaç durumda bulunan kanunla kurulu sosyal güvenlik kuruluşlarına tabi olmayan ve bu kuruluşlardan aylık ve gelir almayan (…) vatandaşlar ile geçici olarak küçük bir yardım veya eğitim ve öğretim imkanı sağlanması halinde topluma faydalı hale getirilecek, üretken duruma geçirilebilecek kişiler” girmektedir. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun** 60’ıncı maddesinin birinci
∗ 3294 Sayılı Kanunu’n Resmi Gazete’de yayımlandığı tarih 14.06.1986’dır. Sayı.19134, (Çevrimiçi) http://www.mevzuat.adalet.gov.tr, 11 Şubat 2010.
** 5510 Sayılı Kanunu’n Resmi Gazete’de yayımlandığı tarih 16.06.2006’dır. Sayı.26200, (Çevrimiçi) http://www.mevzuat.adalet.gov.tr, 11 Şubat 2010.
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonunun gelirleri (md. 4);
- – Kanun ve kararnamelerle kurulu bulunan ve kurulacak olan fonlardanBakanlar Kurulu kararıyla yüzde 10’a kadar aktarılacak miktardan,
- – Bütçeye konulacak ödeneklerden,
- – Trafik para cezası hasılatının yarısından,
- – Radyo ve Televizyon Üst Kurulu reklam gelirleri hasılatından aktarılacak yüzde15’lik miktardan,
- – Her nevi bağış ve yardımlardan,
- – Diğer gelirlerden, oluşmaktadır.Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’nun denetimi Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulunca yapılırken (md. 6) fonda toplanacak kaynakların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması ise her ilçede kurulacak Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları kanalıyla olacaktır (md. 7). Vakfın gelirleri 8.maddede düzenlenmiştir. Bunlar SYDTF’ ndan aktarılacak miktar; her nevi fitre, zekat, kurban derileri ve bağırsak yardımları; işletme ve iştirak gelirleri ve diğer gelirlerdir. Ayrıca yasaya eklenen bir maddeyle fon ve vakıf gelirleri kamu alacağı sayılmış ve bunların ödenmesi için hakkında Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkındaki Kanunu’nun uygulanması öngörülmüştür. Kanun fonu ve vakıfları; kurumlar, veraset ve intikal ve damga vergilerinden muaf tutmaktadır (md. 9).SYDTF’ nun başıca faaliyetleri il ve ilçe vakıfları kanalıyla her ay yapılan periyodik yardımlar, sağlık yardımları, özel amaçlı yardımlar, eğitim yardımları, yakacak yardımları, gelir getirici ve istihdam yaratıcı proje yardımlarından ibarettir. Bu faaliyetler aşağıda açıklanmıştır:
– Periyodik yardımlar, il ve ilçe vakıfları tarafından gereksinimi olanlara; gıda, yakacak, ilaç gibi acil ve gündelik ihtiyaçların karşılanması amacıyla yapılan yardımlardır. Bu yardımlar için Fon tarafından vakıflara her ay kaynak aktarımı yapılmakta, bu aktarımda payların belirlenmesinde, il ve ilçe nüfusları ile DPT tarafından belirlenen sosyo-ekonomik gelişme endeksi dikkate alınmaktadır.
– Sağlık yardımları, yoksul ve sosyal güvenceden yoksun olanların ayakta tedavi giderleri için Sağlık Bakanlığı’na aktarılan kaynaklar ve vakıflara gönderilen yardımlardan oluşmaktadır.
– Eğitim yardımları kapsamında, her eğitim ve öğretim yılının başlangıcında ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan dar gelirli aile çocuklarının kırtasiye, önlük gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması için Fondan kaynak gönderilmektedir. Ayrıca 8 yıllık temel eğitim kapsamında yer alan taşımalı eğitim uygulamasında, okulların bulunduğu merkezlere taşınan öğrencilere öğle yemeği verilmektedir. 1989 yılından itibaren yükseköğrenim gören dar gelirli ailelerin çocuklarına burs verilmiştir. 2003 yılında ise burs yardımlarının tek elden yürütülmesi için Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu’yla koordinasyona gidilmiştir.
– Yakacak yardımları çerçevesinde, vakıflar aracılığıyla gereksinimi olan ailelere bedelsiz kömür yardımı yapılmaktadır.
– Gelir getirici ve istihdam yaratıcı projelere destek verilmektedir. Kırsal alanda, sosyal destek projesi, yoksullar için gelir getirici küçük ölçekli projeler, istihdama yönelik beceri kazandırma eğitimleri, toplum yararına çalışmalar için geçici istihdam, sosyal altyapı ve hizmet merkezlerinin kuruluş ve geliştirilmesi ve toplum kalkınması çalışmaları olmak üzere farklı alanlarda proje çalışmaları desteklenmektedir (Balcı, 2007:148-150).
Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkında Kanun
3816 sayılı kanunun∗ amacı (md. 1), “ hiçbir sosyal güvenlik kurumunun güvencesi altında olmayan ve hizmetleri giderlerini karşılayacak durumda bulunmayan Türk vatandaşlarının bu giderlerinin, devlet tarafından karşılanması ve bu hususta uyulacak usul ve esasların belirlenmesidir.
Yeşil Kart Yasası olarak da anılan bu yasanın kapsamına hiçbir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmayan ve aylık geliri veya aile içindeki gelir payı 1475 sayılı Đş Kanunu’na göre belirlenen asgari ücretin vergi ve sosyal sigorta primi dışındaki miktarının 1/3’ünden az olan ve Türkiye’de ikamet eden Türk vatandaşları girecektir (md. 2). Gelir veya gelir payı belli miktarın üzerine çıkanlara sağlık yardımı yapılmaz ve yeşil kartları geri alınır (md. 3).
Yeşil kart kapsamına alınacaklar açısından asgari ücret miktarının zaten yeterince düşük olduğu göz önünde bulundurulursa, bir de bu ücretin vergi ve sigorta primi dışındaki miktarının 1/3’ünü ölçü alarak bu miktarı iyice düşürmek, yasanın amacı açısından adil olmamaktadır. Yine maddede belirtilen “aile içindeki gelir payının” hesaplanması da karışıklığa yol açacak niteliktedir (Balcı, 2007:151).
Yeşil kart, gerekli araştırma ve incelemeler yapıldıktan sonra, il ve ilçe idare kurullarının kararı üzerine valilik ve kaymakamlıkça hak sahiplerine verilir (md 8).
Kanuna göre sağlanacak sağlık hizmetlerinin bedelini karşılamak üzere Sağlık Bakanlığı bütçesine yeterli ödenek konacaktır (md. 9).
Hakkı olmadığı halde gerçek dışı beyanda bulunarak Yeşil Kart alıp ücretsiz tedaviden yararlananlara yapılan harcamalar; kendilerinden, velilerinden veya
∗ 3816 Sayılı Kanunu’n Resmi Gazete’de yayımlandığı tarih 03.07.1992’dir. Sayı.21273 (Çevrimiçi) http://www.mevzuat.adalet.gov.tr, 11 Şubat 2010.
kanunen bakmakla yükümlü bulunan yakınlarından iki katı olarak geri alınacak ve bunlar hakkında genel hükümlere göre kavuşturma yapılacaktır (md. 10).
Kanunda yer alan geçici madde (geçici md. 2) ile Yeşil Kart verilmesine Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri ile geri yörelerdeki vatandaşlardan başlanacaktır ibaresi yer almıştır. Bu bölgelerin Türkiye’nin en yoksul bölgeleri olduğu göz önüne alınırsa bu geçici maddenin sosyal adaleti sağlayıcı bir işleve sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye’de bugüne kadar 18 milyon 22 bin kişi yeşil kart almak için başvurmuş ve bu kişilerin 13 milyon 418 bini yeşil kart sahibi olmuştur.
SONUÇ
Küreselleşme kapitalizmin sıçrama yapması ve bu sıçramanın meydana getirmiş olduğu neo-liberalizm; dünyadaki değerler sistemi, iktisadi ve sosyal yapıları dönüşüme uğratmıştır. Đletişim araçlarının gelişmesi, sermayenin ve paranın baş döndürücü hızla el değiştirmesi ve bilginin önemli bir güç olması gibi önemli sonuçlar, olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir.
Küreselleşmeyi, kapitalizm ilişkisi bağlamında ele alırken; kapitalizmin genel tarihinde; toplumların ortak çıkarlarına hizmet ettiği öne sürülen gelişmeci bir yapıdan (liberal/modern) toplumsal bütünlüğü parçalayan zıtlıklara doğru (neo- liberal/post-modern) bir seyir izlediğini görmekteyiz. Sermaye, toplumsal yapı ve ilişkilerin her alanını ele geçirdikçe kendi varlığının başat kuralını toplumun bütününe yaymaktadır. Bu da; hız ve değersizleşmeyi ortaya çıkarmaktadır. Hız ve değersizleşmenin ulaştığı nokta ise bireyin metalaşmasıdır. Küreselleşme ile birlikte, bireyler nesneleşmektedirler.
Yoksulluk ise yüzyıllardır dünyada varlığını sürdürürken, son 30 yılda iktisat yazınında önemli bir çalışma alanı haline gelmiştir. Yoksulluğun iktisadi yazında inceleniş biçimi yoksulluk kavramına bakış açısını ortaya koymaktadır. Yoksulluk, uluslararası kuruluşların çözüm önerilerine bırakılmıştır. Ancak yoksulluğun çözümü için oluşturulan; programlar, raporlar ve bunların etkilediği politikalar neo- liberalizmin kurallarına uygun hareket etmektedir.
Bugün dünya nüfusunun neredeyse beşte biri açlık ve yoksulluk içinde yaşarken, bir başka bölgesinde bolluk içinde yaşayan insanların olması; küreselleşme sürecinin insanları yoksulluktan kurtarmada başarılı olamadığını, yoksulluğu daha da arttırdığını göstermektedir.
Uluslararası kuruluşların yoksulluğun çözümü için önerdikleri birbirinden bağımsızmış gibi dursa da, aralarındaki organik bağları göz ardı edemeyiz. Örneğin yıllarca uygulanan kalkınma politikaları ile yoksulluğu azaltamayan bir ülkeye, bugün mikro girişimciliği ülkeye yerleştirmesi ve yayması salık verilmektedir.
Özellikle kapitalizmin gelişme aşamalarının geç kaldığı ülkelerde kalkınma iktisadının uygulanması sırasında; teorik ve pratik açılımları, tarihsel ve yapısal koşulları göz önüne alarak düşünmemiz gerekmektedir. Sosyal bilimcinin yoksulluk gibi oldukça sorunlu bir alanın bilgisini üretme aşamasında farkına varmadan yoksulluğu üreten koşulların gelişip derinleşmesine yardımcı olması kabul edilemez bir olgudur.
Küreselleşme ile birlikte, devlete de yeni bir işlev yüklenmekte; eski devlet anlayışı ortadan kaldırılmaktadır. Devlet, özelleştirme uygulamaları ile piyasadan çekilmekte; düzenleyici bir işleve sahip olmaktadır. Bütçeler borç ödemelerine göre ayarlanmakta, toplanan vergiler sosyal adaletten çok sermaye ve çıkar gruplarının isteği doğrultusunda düzenlenmektedir. Aynı zamanda yatırım harcamaları kısılmaktadır.
Küreselleşme; toplumları refaha ulaştırmayı görev edinmediği sürece, sosyal bilimlerin bir olgusu olarak kalacaktır. Başkalaştırma sürecinde yahut metalaştırma sürecinde çok istekli ve iştahlı davranan küreselleşmenin ajanları, toplumların mevcut sorunlarını çözmede yeteri kadar özverili ve çıkar gözetmeden hareket etmediği sürece dünya yaşanılabilir bir yer olmayacaktır. Küreselleşme kendine özgü kavramları yaratmada gösterdiği çabayı biraz da sorunların kaynağına eğilmek üzere harcamalıdır. Unutulmamalıdır ki, kavramlar felsefenin var olduğu ilk günden beri yenilenmektedir. Küreselleşme kavram çemberinden çıkartılmalı; dünyadaki sorunların çözümüne yardımcı olmalıdır.
Küreselleşme, insan olmadan varlığını sürdüremez. Ancak varoluş sürecinde insanı yaşatabildiği, bu sürecin merkezine koyabildiği sürece başarılı olacaktır. Aksi takdirde yoksulluk başta olmak üzere kötü yaşam koşulları düzelmeyecek; çevre, sağlık, eğitim gibi sorunlar daha da büyüyecektir.
Türkiye’nin küreselleşme ile ilişkisine bakarsak gelinen nokta; önce iktisadi sonrasında da sosyal dönüşümlerin tamamlayamamış bir ülke olduğu gerçeğidir. Gelişmekte olan ülkeler sınıfına sokulan Türkiye bazı bölgeleri ile azgelişmiş ve ciddi sorunları olan bölgelere sahiptir. Bu da bir ikilem yaratmaktadır.
Türkiye’nin yaklaşık 60 yıldır kalkınmasını tamamlayamamasının ana faktörleri, iç ve dış faktörler olarak ele alınabilir: İç faktörleri, önce siyasi yapısına sonra da iktisadi yapısına bağlayabiliriz. Türkiye burjuva sınıfını bir anda oluşturmaya çalıştığı için, sermayenin gelişme aşamalarını hızlıca geçmek zorunda kalmıştır. Bu da iktisadi olarak sorun yaratmıştır. Dış faktör ise küreselleşmedir. 1950’lerden sonra devlet eliyle büyüyen sermaye sınıfı, 1980’lerden itibaren Türkiye’yi küreselleşmenin sularına çekmiştir. Bugün, Türkiye’de sanayi sektörü, küresel pazarda yer kapmaya çalışırken ülke içindeki üretimi zayıflayan, tasarrufları azalan bir ülke olmaktadır.
Üretimin yeterli olmadığı bir ülkede kalkınmanın tam anlamıyla başarılamaması normaldir. Üstelik iktisadi olarak ülkenin çalışan nüfusunun neredeyse yarısının tarım sektöründe çalışıyor olması ve verimliliğin giderek düşmesi yoksulluğu daha da arttırmaktadır. Emek kesimi ise uzun yıllardır yoksulluk çizgisinde yaşamaktadır. Türkiye’de büyük kentlerin etrafına yığılmış yoksul insanlar ile merkezde yaşayan zengin insanlar arasındaki çatışma dünyadaki merkez-çevre karşıtlığının mikro düzeyde yaşanmasından başka bir şey değildir.
Türkiye’nin 1980’lerden itibaren geçirdiği dönüşüm ile yoksulluk, mutlak yoksulluk olarak azalmışsa da göreli yoksulluğu artmıştır. Ve bu süreçte uygulanan politikalar, küresel ajanların istekleri ile örtüşmek zorunda kalmıştır. Türkiye son 30 yılda yaşadığı krizlerden çıkmak için neo-liberal politikalara başvurmuştur. Uygulanan iktisadi politikalar, daraltıcı politikalar şeklinde uygulanmıştır. Yoksulluğun çözümü için uygulanan politikalar ve yapılan kanunlar sadaka kültürünü yerleştirerek, gerektiğinde iktidarlar için ucuz oy depoları olarak yoksulların kullanılmasına yol açmıştır.
Türkiye, tabii ki dünyada yaşanan gelişmelere karşı kendini kapatmamalıdır. Ancak Türkiye’nin küreselleşmeye eklemlenmesi sırasında; kendi iktisadi ve sosyal yapısına uygun politikaları gerçekleştirmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde küresel bir kriz anında, tüm iktisadi yapısının etkilendiği bir durumla karşı karşıya kalabilir.
Cevap bırakın