Teyit org. İstanbul Sözleşmesi hakkındaki doğru ve yanlışlar Teyit org.

İstanbul Sözleşmesi hakkındaki doğru ve yanlışlar


Kadına yönelik şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesini amaçlayan İstanbul Sözleşmesi ile ilgili yayılan yanlış bilgileri inceledik. https://teyit.org/files/dezenformasyon-el-kitabi.pdf

Esra Özgür

Eğitim İçerikleri Sorumlusu

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi’nin resmi adı, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Kadına yönelik şiddet ile genel olarak ev içi şiddetin önlenmesini amaçlayan sözleşme bu konuda hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğinde.

https://teyit.org/files/dezenformasyon-el-kitabi.pdf

İstanbul Sözleşmesi “toplumsal cinsiyet” kavramının tanımını yapıyor ve toplumun, kişilere, cinsiyete dayalı olarak biçtiği rollerin varlığına ve kadınlara yönelik yapısal şiddete dikkati çekiyor. Sözleşme kadına yönelik psikolojik ve ekonomik şiddetin de birer insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olduğunun altını çiziyor. Taraf devletlere, eşitlik ilkesine bağlı kalarak, toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti önleme, bu şiddet vakalarını etkin şekilde soruşturma ve kovuşturma gibi sorumluluklar veriyor. Şiddeti eşitsizliğin bir sonucu olarak görüyor ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayacak politikaların geliştirilmesi gerektiğini hatırlatıyor.

Sözleşme belirli periyotlarla sözleşme karşıtlarının ortaya attığı, komplo teorisine varan iddialarla gündeme geliyor. Sözleşmenin kadına şiddetin artmasına neden olduğu, aile yapısını bozduğu, dış güçler eliyle Türkiye’ye dayatıldığı bu iddialardan yalnızca birkaçı. İddialar birbirinden çok farklılık göstermese de, AK Parti’nin 5 Ağustos’ta gerçekleşmesi planlanan MYK toplantısında sözleşmeye ilişkin son kararın verileceği haberiyle birlikte, konuyla ilgili yanlış bilgiler yeniden ortaya çıktı. Birçok kadın örgütü, sivil toplum kuruluşu ve haber sitesi de konuyla ilgili bilgilendirici metinler yayınlamaya odaklandı. Ancak tartışmalar sona ermiş değil.

Sözleşmeden çekilme tartışmaları devam ederken, 2020’nin başından bu yana en az 236 kadın daha öldürüldü. Konunun sosyal medyaya yansıma biçimine ilişkin Vircon’un yayınladığı veriler ise dikkate değer. Sözleşme karşıtı gündeme dahil olan paylaşımların bot içerik oranı yüzde 27,36 iken, sözleşmenin desteklendiği paylaşımlarda bu oran yüzde 6,62. Paylaşım yapan sözleşme karşıtı ve destekçilerinin bölgesel dağılımındaki farklılık ise tanıdık ve tahmin edilebilir. Sözleşme karşıtları iddialarını aile yapısı ve toplumsal değerler gibi başlıklarla gündemde tutmaya devam ederken, sözleşme metnini incelemek yaygın bilinen yanlışların doğrularına ulaşmak için ilk adım olabilir.

https://teyit.org/files/dezenformasyon-el-kitabi.pdf

 

Sözleşme geleneksel aile yapısını bozuyor mu?

Sözleşmede ‘aile’nin bir tanımı yapılmadığı gibi, belli bir aile formu veya ortamını teşvik eden bir düzenleme de bulunmuyor. Sözleşme, kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti önleme konusundaki girişimleri olabildiğince kapsayıcı tutmak, önlemlerden ve koruma mekanizmalarından, evli olsun ya da olmasın, şiddet gören her kadının yararlanabilmesi için, ev içinde veya kamusal alanda, kadına yönelik fiziksel, cinsel, duygusal, ekonomik her türlü şiddeti kapsıyor.

Sözleşme eşcinselliği özendiriyor, LGBTİ+ evlilikleri teşvik ediyor mu?

Bu iddialar sözleşmenin dördüncü maddesinde geçen “cinsel yönelim” ifadesinden kaynaklanıyor. Bu madde ile taraf devletlere sözleşmedeki hükümleri eşitlik ilkesini gözeterek ve hiçbir ayrımcılık yapılmaksızın uygulama görevi veriliyor; doğal olarak buna ev içi şiddet mağduru kişinin haklarının cinsel yönelim farkı gözetmeksizin korunması da dahil. Ancak sözleşmede “eşcinselliği özendiren” herhangi bir ibare bulunmuyor. Yanı sıra, sözleşme taraf devletlere eşcinsel evliliklerin desteklenmesi gibi bir yükümlülük de getirmiyor. Ülkemizde eşcinsel birlikteliklerin evlilik veya sivil partnerlikle tanınmasını sağlayan bir düzenleme yok.

Sözleşme imzalandığından bu yana evlilik sayıları azaldı, boşanmalar arttı mı?

TÜİK’in, sözleşmenin yürürlüğe konduğu 2014 yılını ve sonrasını da kapsayan, 2001-2019 dönemi için açıkladığı evlenme ve boşanma sayılarına ve oranlarına baktığımızda, sözleşmeden bağımsız, belirli bir örüntü olduğu görülüyor. Oranlarının değişiminde rol oynayan sosyal, ekonomik ve politik birçok neden var. Evlilik yaşının ilerlemesi, aile başına çocuk sayısının düşmesi, boşanma oranlarının artması gibi değişikliklere, belli bir sözleşme değil, ülkedeki toplumsal, ekonomik ve sosyal değişim neden oluyor. 

Sözleşme imzalandığından bu yana kadın cinayetleri arttığından, sözleşme kadınları korumakta yetersiz denebilir mi?

Salt verilere bakıldığında 2011 yılından bu yana kayıtlara geçen kadın cinayeti sayılarının arttığı söylenebilir. Ancak bu veriyi yanlı okumak, yanıltıcı sonuçlara varmaya neden oluyor. Türkiye’de kadın hakları mücadelesinin ve İstanbul Sözleşmesi gibi bağlayıcı metinlerin de varlığıyla, ev içi şiddetin daha görünür olduğu, konu etrafında güçlü bir kamuoyu oluştuğu vaki. Cinayet vakalarındaki artışın ardındaki politik ve sosyolojik nedenleri de dikkate almadan, bir sözleşmenin imzalanması ile sayılardaki artış arasında nedensellik kurmak, gerçekçi bir çıkarım olmaktan uzak. Sözleşmenin ve korumayı hedeflediği değerlerin içselleştirilemediği, öngörülen mekanizmaların hayata geçirilemediği, taraf devletlere yüklenen pozitif yükümlülüklerin yerine getirilmediği bir senaryoda, kadına yönelik artan şiddetin sorumlusu olarak sözleşmeyi göstermek doğru bir yaklaşım olmaz.

Sözleşme “dış güçler” tarafından mı hazırlanıp Türkiye’ye dayatıldı?

Sözleşmeyi imzalayıp onaylayan ilk ülke olan Türkiye, sözleşme metninin hazırlanmasında ve 11 Mayıs 2011’de imzaya açılmasında etkin rol oynadı. Sözleşmenin imzalandığı dönemde Avrupa Konseyi’nde Türkiye’den iki isim vardı. Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığını Ahmet Davutoğlu üstlenirken, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığına ise dönemin AK Parti milletvekili Mevlüt Çavuşoğlu seçildi. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin Kadın ve Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanlığında Gülsün Bilgehan yer alırken, sözleşmeyi kaleme alan sekiz kişilik komitede de Türk akademisyen Feride Acar vardı. Sözleşme 24 Kasım 2011’de TBMM’de oybirliği ile kabul edildi ve Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan ilk ülke oldu.

Sözleşme her durumda kadının beyanını esas alarak, erkekleri mağdur mu ediyor?

Sözleşme gereği yürürlüğe giren 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’a göre, kadının beyanı hüküm tesis etmek için değil, tedbir uygulamak için esas alınıyor. Yargılama esnasında masumiyet karinesi geçerliliğini sürdürüyor. “Kadının beyanı esastır” demek, şiddet tehdidi altında olduğunu beyan eden kadının, ilave delil aramaksızın koruma mekanizmalarına dahil edilmesi anlamına geliyor. Yani kadının beyanı hükme değil, korunma tedbiri alınmasına ve soruşturmanın başlatılmasına esas.

Sözleşme kadına süresiz nafaka hakkı verip erkekleri mağdur ediyor mu?

İstanbul Sözleşmesi’nde nafakaya ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmuyor. Süresiz olmasına karar verilebilen yoksulluk nafakasına ilişkin hüküm Medeni Kanun’un 175. maddesinde. Boşanma nedeniyle yoksulluğa düşen tarafın talep edebileceği yoksulluk nafakası özel olarak kadınlara tanınmış bir hak değil, erkek için de şartları sağlaması koşuluyla yoksulluk nafakasına hükmedilebilir. Ortalama yoksulluk nafakası bedeli ise 2020 itibariyle 370 TL

Toplumun geneli sözleşmeden çekilmeyi mi talep ediyor?

Konda’nın Ağustos 2020’de yayınladığı, toplumun İstanbul Sözleşmesi’ne bakışına odaklanan araştırma incelendiğinde, çoğunluğun böyle bir talebi olmadığı görülebiliyor. Rapora göre Türkiye’nin sözleşmeden çıkması gerektiğini düşünenlerin oranı yüzde 7 iken, yüzde 36 ise sözleşmede kalınması gerektiğinden yana. Yüzde 58 ise konu hakkında fikri olmadığını belirtmiş. Sözleşmeden çıkılması gerektiğini düşünen erkeklerin oranı yüzde 10 iken, aynı gruptaki kadınların oranının yüzde 4 olduğu görülüyor. Raporda dikkat çeken bir diğer nokta ise katılımcıların yüzde 62’sinin sözleşmenin içeriğine dair bir bilgi sahibi olmadığını beyan etmesi. Ev kadınlarının toplamda yüzde 21’i konu hakkında bilgi sahibiyken, lise altı eğitimli ev kadınlarında bu oran yüzde 16’da kalıyor.

Sözleşme erkekleri evden uzaklaştırıp ailelerin dağılmasına mı neden oluyor?

Sözleşme taraf devletlere kadınların, başta yaşama hakkı olmak üzere, uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olması gereken temel hak ve özgürlüklerini koruma yükümlülüğü getiriyor. Bu hakların ihlal edilmesinin suç olduğunu ve bu suçun, aile kurumuna atfedilen önemle, toplumsal değerlerle veya namus söylemleriyle mazur görülmemesi gerektiğini, şiddetin her şeklinin her durumda engellenmesi gerektiğini hatırlatıyor. Erkekler değil, şiddet uygulayan erkekler, ev içindeki diğer bireylerin güvenlikleri göz ardı edilemeyeceği için, gerekli görülmesi durumunda evden uzaklaştırılıyor.

Aralık 2019’da @NickCiarelli isimli Twitter kullanıcısı, Michael Bloomberg’in başkanlık kampanyasını destekleyenlerin dansını gösterdiğini belirterek bir video paylaştı. Videoda görülen heyecansız kitle ile koreografi birleşince birdenbire videoya, çoğunluğu videoyla alay etmekten keyif alan insanlar olmak üzere, retweet ve beğeni yağdı. Video nihayetinde Twitter’da 5 milyondan fazla izlendi. “Dikkat et #TeamPete çünkü biz Bloomberg destekçilerinin kendine ait bir dansı var! Beverly Hills’teki Mike Bloomberg mitinginde çekildi.

#Bloomberg2020 #BloombergGibiHareketEt” Ciarelli’nin Twitter profilinde Bloomberg’in seçim kampanyasında çalışan bir stajyer olduğu yazıyordu. Sonraki tweetlerinde ise sözde Bloomberg kampanyası çalışanının, video için ayarlanan bütçeyi onayladığını gösteren e-posta yazışmasının ekran görüntüsü gibi kanıtlar vardı. Fakat Ciarelli’nin adıyla yaptığımız hızlı bir Google araması kendisinin, geçmişte mizahi videolar hazırlayan bir komedyen olduğunu gösteriyordu.

Peki ya Bloomberg çalışanından gelen o e-posta? Gönderen kişi Ciarelli’nin sıklıkla bir araya geldiği komedyen partneri Brad Evans’tan başkası değildi. Nitekim bu bilgi de yalnızca bir Google araması uzaklığındaydı. Fakat paylaşımın ilk saatlerinde bazıları bu utanç verici videonun gerçekten de Bloomberg yapımı olduğunu düşünmüştü.

Dezenformasyon ve medya manipülasyonunu araştırmak New York Times’ın önde gelen siyaset muhabirlerinden Maggie Haberman konuyla ilgili tweetinde Bloomberg’in daha önceki seçim kampanyaları üzerine yazıp çizen gazetecilerin, bu paylaşımın peşini hemen bırakmamalarının bir sebebi olduğunu yazdı: “Bu parodi videoyu hazırlayanlar, Bloomberg’in önceki kampanyalarına dair yazıp çizen gazetecilerin, videonun parodi olduğunu neden hızla farkına varamadıklarını anlayamıyorlar.”

Bilgi birçok farklı şekil alabilir ve bu yeni dijital ortamda gazeteciler, söz konusu kendi deneyimleri dahi olsa, herhangi bir bilgi kaynağına çok fazla güven duyma noktasında dikkatli olmalılar. Görünüşe göre Bloomberg’i ve Bloomberg’in seçim kampanyalarında izlediği tarzı bilen bazı gazeteciler, videonun gerçek olabileceğini düşündüler. Öte yandan, Bloomberg hakkında hiçbir fikri olmayan ama videoyu kaynağına göre değerlendirmeyi seçen gazeteciler doğru cevabı hemen bulabilirdi.

Bu vakada mesele sadece videoyu paylaşan adamın ismini Google’da aratmaktan ibaretti. Bu durum Bloomberg’i haberleştirme deneyimine sahip olmanın kötü olduğu anlamına gelmiyor. Buradaki mesele, bildiğimizi düşündüğümüz şeylerin zaman zaman bizi hatalı bir yola itiyor olması. Kimi zaman sahip olduğumuz bilgi ve edindiğimiz deneyim bir meseleyi ele alırken bizi yanlışa sürükleyebiliyor.

Retweetler ve görüntülenme sayıları gibi dijital sinyaller ya da bunları manipüle etmeye yönelik sergilenen çabalar da bizi kandırabiliyor. Bloomberg videosu örneğinden anlayabileceğimiz üzere yanıltıcı bilgiler içeren bir Twitter profili ya da dile getirilen bir iddiayı destekler gözüken sahte bir e-postanın ekran görüntüsü gibi sinyalleri yaratmak az bir çabayla mümkün. Bunlar da bir içeriğin viral hale gelmesine yardımcı olabiliyor. İçerik ne kadar fazla retweet ve beğeni toplarsa bu yanıltıcı sinyaller bazı insanları videonun gerçek olduğuna o kadar fazla inandırıyor.

Tabii ki bundan çok daha sinsi örnekler var. Ciarelli’nin aksine, insanları yanıltmaya yönelik bilgi operasyonları yürütenler ve dezenformasyon kampanyalarının arkasındakiler dalaverelerini nadiren açık ediyorlar. Öte yandan ele aldığımız bu vaka, nitelik ve güvene dair sinyallerin basitçe manipüle edilebildiği bir bilgi ortamında doğru yolu bulmanın gazeteciler de dahil herkes için ne kadar kafa karıştırıcı ve sinir bozucu olabileceğini gösteriyor.

Güven toplumun temeli. Etkileşimi pürüzsüz hale getiren bir etmen olarak insani bağların ve ilişkilerin de püf noktası. Fakat dijital ortamda, günlük yaşamda varsaydığımız güvenle iş görmeye çalışmanın tehlikeli olduğunu belirtmek gerek.

● dezenformasyon ve medya manipülasyonunu araştırmak

● Bir videoyu retweet eden tüm Twitter kullanıcılarının organik olarak çoğaldıklarını varsayarsanız bu ortamda oyuna gelirsiniz. Bir ürüne yapılan yorumların hepsinin gerçek müşterilerden geldiğine inanıyorsanız paranızı israf edersiniz. Haber akışınızda yer alanların en çok görmeniz gereken haberlerin tarafsız bir derlemesini yansıttığına inanıyorsanız en nihayetinde yanlış bilgilendirilmiş olacaksınız.

Bu gerçeği bilmek hepimiz için önemli fakat gazeteciler için daha da elzem. Dikkatimizi çekerek öne sürdükleri iletileri yaygınlaştırmamız için bizi kandırmaya çalışan, devletler ve benzeri başka kuvvetli yapıların iradesinin önünde diz çökmemiz için her yolu deneyen koordineli bir biçimde hazırlanmış ve iyi fonlanmış kampanyaların hedefindeyiz.

İyi haberse bunun araştırma için bir fırsat -ve aynı zamanda bir çeşit zorunluluk- yaratıyor olması. Elinizde tuttuğunuz bu kitap, alanında uzman gazeteciler ile araştırmacıların bilgi ve deneyimlerinden yola çıkarak dijital medya manipülasyonu, dezenformasyon ve bilgi kirliliği yaratmaya yönelik bilgi operasyonlarında nasıl araştırma yürütülebilineceği konusunda bir rehber olması için yazıldı.

Karmaşık ve sürekli değişime maruz kalan bir bilgi ekosisteminin içerisinde faaliyet gösteriyoruz. Bu durum sürekli gelişime muhtaç bir biçimde varsayımlarımızı teste tabi tuttuğumuz, hasımlarımızın hareketlerini sezerek takip ettiğimiz ve bunları yaparken de en iyi açık kaynak araştırma teknikleriyle geleneksel habercilik tekniklerini harmanladığımız bir yaklaşım gerektiriyor.

Dijital ve veri güdümlü dünyamızdaki açıklar, gazetecilerin ele alınan içeriğin her bir noktasını sorgulama ve tetkik etmesini gerekli kılarken, bu durum becerilerimizi kullanarak halkı doğru ve güvenilir bilgiye ulaştırmamızın da şart olduğunu hatırlatıyor. Bu açıklar aynı zamanda, kötücül aktörlere ve bizi sömürmek için tasarlanan kampanyalara farkında olmadan nasıl körükleyebildiğimiz ve bir konu hakkında kanıt olmadığında bile aceleyle nasıl devletlerin içindeki aktörleri suçlayabildiğimiz konusunda gazetecileri düşünmeye davet ediyor.

Bu el kitabının amacı, işlerini etkin ve sorumlu bir biçimde yapabilmeleri için gazetecileri gereken beceri ve tekniklerle donatmak. Bu kitap aynı zamanda gazetecilerin halkı aydınlatacak kalifiye işler çıkarabilmesine ön ayak olan, onların kötücül aktörleri ortaya sermesine fırsat tanıyan ve bilgi ortamımızı geliştirmelerine katkıda bulunabilecek temel teorik bilgiyi, bağlamı ve düşünce yapısını sunuyor.

Fakat anlaşılması gereken ilk şey şu ki, pratik bilgi ve araçlar eğer siz doğru bir düşünce yapısıyla işe yaklaşmazsanız hiçbir işe yaramaz. Bu, dijital ortamdaki her şeyin üzerinde oynanabilir ve manipüle edilebilir olduğunu anlamanın yanı sıra bunu yapmaya istekli birçok birey ve oluşumun var olduğunu da kabul etmekten geçiyor.

Bu ortamın güzelliği ise her zaman olmasa da çoğunlukla veri, etkileşim, bağlantılar ve benzeri dijital kırıntılar üzerinden takibin mümkün olması. Nereye ve nasıl bakacağınızı biliyorsanız bunların büyük bir kısmına açık kaynaklardan erişilebiliyor. Dijitali araştırmak, hiçbir şeyi dış görünüşüne göre değerlendirmemekten geçiyor. Bu ise beğeni sayıları, paylaşımlar, retweetler, trafik, ürün yorumları, reklam tıkları gibi ölçülebilir ve veri güdümlü gibi görünen şeylerin kolayca ve sıklıkla manipüle edilebildiğini anlamak demek.

Bunun yanı sıra dijitali araştırmak, gazetecilerin medya manipülasyonunda ve yanlış bilgi yayma amacıyla yürütülen operasyonlarda bir odak noktası haline gelerek kimi zaman neden hedefe konup saldırıya uğradıklarını ve kimi zamansa neden mezenformasyon ve dezenformasyonun yayılımında anahtar kanallar olarak görüldüklerini kavramayı beraberinde getiriyor.

Son olarak dijitali araştırmak güvenilir, doğru bilgi sunduğumuzdan ve yanlışları, manipüle edilmiş içerikleri ya da troll kampanyalarını yaygınlaştırmadığımızdan emin olmak için kendimiz ve çalışma arkadaşlarımızı gereken düşünce yapısı, teknik ve araçlarla donatmaktan ibaret.

Bu düşünce yapısının merkezinde ise dijital araştırma paradoksu yatıyor. Hiçbir şeye güvenmeyerek yola çıkıp araştırma sürecinde neye güvenip neye güvenmememiz gerektiğini açığa çıkarmaya çalışıyoruz. Bu da seslendiğimiz toplulukların can-ı gönülden güvenebileceği çalışmalar ortaya koymamızı sağlıyor.

● dezenformasyon ve medya manipülasyonunu araştırmak

●  Bu doğrultuda kitaptaki bölümlerde ve vaka çalışmalarında sürekli olarak üzerinde durulduğunu görebileceğiniz bazı temel prensipler bulunuyor.

● Karşı taraf gibi düşünün. Bir platform ya da dijital hizmetin her yeni özelliği bir şekilde istismar edilebilir. Kendinizi ideolojik, siyasi, finansal veya başka nedenlerle bu alanı manipüle etmeye çalışan birinin yerine koymak tam da bu yüzden önemli.

Dijital içerik ve iletilere baktığınızda, gönderinin ortaya çıkışı ile yayılmasının ardındaki motivasyonları da düşünmeniz gerekiyor. Ayrıca dijital ortamda kullanıcıların dikkatini çekerek ekmeğini çıkaran ve bu noktada kendini sürekli olarak geliştirmek zorunda olan kötücül aktörlerin, dijital pazarlamacıların ve diğerlerinin kullandığı en yeni tekniklerden de haberdar olmak son derece önemli.

● Aktörler, içerikler, davranışlar ve ağlara odaklanın. Amacımız aktör, içerik ve davranışları inceleyerek bunların belirli bir ağda bir ahenk içerisinde nasıl hareket edebildiklerini ortaya koymak olmalı. Bu dört noktayı birbiriyle kıyaslayıp karşılaştırırsanız gördüğünüz şeyi anlamlandırmaya başlayabilirsiniz.

Kitaptaki birçok bölümde ve vaka çalışmasında da görebileceğiniz üzere izlenen en temel yaklaşım, küçük bir içerikten veya internet sitesi gibi bir oluşumdan yola çıkarak bunların etrafında sergilenen davranışları ve benzeri bağlantıları inceleyip içeriğin geliştirildiği o daha geniş ağı tespit etmek için söz konusu içeriğin üzerine gitmek. Böylesi bir çalışma içeriğin ve içeriği dile getiren aktörlerin farklı platformlar ve kimi zaman da farklı diller arasındaki akışını araştırmayı içerebilir.

● Takip edin ve toplayın. Medya manipülasyonu ile dezenformasyonu tespit edebilmenin en iyi yolu bunları her an arıyor olmaktan geçiyor. Şüpheli paylaşımların muhatabı olan aktörler, konular ve farklı alanlardan toplulukları sürekli olarak takip etmek ve bunların izini sürmek şart. Bulduklarınızı ister Excel tablolar, ister ekran görüntülerinin bulunduğu klasörlerde, isterseniz Hunchly gibi ücretli araçlarda bir şekilde saklayın ve düzenleyin.

● Atıfta bulunurken dikkatli olun. Belirli bir hesabın, içeriğin ya da yanlış bilgi yaymaya yönelik daha geniş kapsamlı bir bilgi operasyonun arkasında kimin olduğunu kesin olarak söylemek bazen imkansız olabiliyor. Bunun nedenlerinden biri, farklı motivasyonlarla hareket eden aktörlerin benzer şekillerde davranabiliyor ve bu bağlamda aynı türde içerikleri üretebiliyor ya da yayabiliyor olmaları.

Veri ve kaynağa erişim konusunda sıradan bir kullanıcıdan çok daha fazla imkana sahip olan platformlar bile bir içeriği bir aktöre atfederken hata yapabiliyor. Çoğu zaman en başarılı ve en ikna edici kanıt, dijital bir bulguyu içerideki bir kaynaktan gelen bilgi ile harmanlayan kanıt oluyor. Yani çevrimiçi ile geleneksel araştırmacı gazeteciliğin ideal bir birleşimi.

Ancak bunu sağlamak devletlerin içindeki aktörler ve diğerlerinin kendilerini geliştirmeleri ve izlerini gizlemek için yeni yollar keşfetmeleriyle giderek zorlaşıyor. Bir şeyi birilerine atfetmek zor. Öte yandan bu noktada yapılacak en ufak bir hata, o ana kadar yapılan bütün o özverili çalışmayı baltalayacaktır. Son olarak daha önce yayınladığımız iki el kitabıyla ilgili birkaç not düşmek istiyorum.

Bu çalışma, “Doğrulama El Kitabı” ve “Araştırmacı Gazetecilik için Doğrulama El Kitabı”nın temelleri üzerine kurulu. Her biri sosyal medyanın etkin bir biçimde takibi ile görsel, video ve hesapların doğrulanmasına ve birey, şirket ve diğer farklı oluşumları irdelerken arama motorlarının kullanımına dair edinmemiz gereken temel becerileri anlatıyor.

Bu el kitabındaki birçok bölüm ve vaka çalışması, okurların önceki yayınlarda, özellikle de ilk el kitabında aktarılan temel bilgileri edindiği varsayımıyla yazıldı. Kitabı takip etmekte zorlanırsanız, okumaya ilk el kitabıyla başlamanızı öneririm.

https://teyit.org/files/dezenformasyon-el-kitabi.pdf